Bahadır İslam: “Bosna, inanmak hakikatinin tezahürüdür”

Sistematik tecavüz vahşetinin derinliğinde zorunlu göç de hesaba katılmıştı; zira kadınların halk içinde dolaşmaya yüzleri olmayıp bu topraklardan gideceklerini düşünmüşlerdi. Bu fıtrî hissin duyulacağını öngörerek sistematik tecavüz fikrini ortaya atan kişi, Sırp bir bilim “kadını”dır(!). Ve Boşnakların kalan üçte biri üzerindeyse şöyle düşünmüşlerdi: Asimilasyon…

BÜTÜN Bosna-Hersek çalışmaları esnasında özellikle yoğunlaştığımız konu “Bosna-Hersek için ne yapabiliriz?” sorusuna kilitliydi. Dolayısıyla kardeşliğimize dair kodları sıraya dökerken gelecekte inşâ edilecek Türkiye-Bosna ilişkilerine dair ipuçları yakalamanın derdindeydik.

Bosna-Hersek’i maalesef bize hatırlatan şey, vahşi bir soykırım oldu. Bu vahşeti barış ve demokrasi dilbazı Avrupa’nın göbeğinde gerçekleştirmenin bir bedeli olmalıydı, ancak aranmadı. Söz konusu soykırım ve katliamları, enkaz ve göçleri Boşnak kardeşlerimize hatırlatmak ve hatıralarına dair çıkarımlar yapmak yerine, savaşı gözlemleyebilmiş, uluslararası münasebetleri kaydetmiş ve diplomatik dil kullanmak yerine kalbini seçmiş isimlerden bu tür analizleri, tespitleri ve kayıtları almanın daha faydalı olacağı kanısındaydık.

Bosna’da yaşamakla Sırplarla Hırvatların dinî kan davası arasında kalan Boşnakların, en sonunda ortadan kaldırılma amacıyla saldırılara, göçlere ve hatta büyük bir soykırıma uğrayacakları bütün belirtileriyle görünürken, Türkiye’de bir grup insan, yalnız kalbî konuşmalarla dünyanın gözünü açması gerektiğini haykırmaya çalıştı.

Ancak bu haykırışlar duymazlıktan geliniyor, gelecekteki savaşın önüne geçmek adına kimse hareket etmiyordu. Öyle ya, Sırp-Hırvat Savaşı cereyan ederken ne AB’nin, ne ABD’nin, ne de BM’nin bir ateşkes ve barış hamlesi olmamış, konuşmalar geçiştirilmişti. Zira asıl hedef belliydi: “Bosna-Hersek”…

Türkiye’de asıl hedefin Bosna olduğunu görenler, çeşitli platformlarla Bosna’ya uzanmaya, insanî tedbirler almaya çalıştılar. Bosna Dayanışma Grubu, bu dönemde tüm insanlığın harekete geçmesi için oluşturulan etkin bir platformdu. Ankara’da yapilandırılan faaliyetlerin öncülerinden biri de Dr. Bahadır Celal İslâm’dı.

Benim buraya düşeceğim notların, Bahadır Bey’in söylediklerinin yanında bir kıymeti yok. Ama bu söyleşiye ayrı bir not düşmek isterim...

Âşık, maşukunu sevdikçe ona benzermiş. “Ne kadar da benzedin ona!” derlermiş. Bahadır Bey’le, söyleşide buluştuğumuz güne dek hiç karşılaşmamıştım. Sözleştiğimiz yerde kendisini beklerken kapıdan içeri girdiğinde “Bahadır İslâm, bu beyefendi olmalı” diye geçirdim içimden. Zira “Bosna” gözleri her şeyi anlatıyordu…  


“Savaş göstere göstere geliyordu”

·       Bahadır Bey, öncelikle sizden Bosna Dayanışma Grubu’na dair genel bir bilgi alabilir miyiz?

1991 yılında Hırvatlarla Sırplar arasında savaş devam ederken, Bosna malûm olduğu üzere arada kaldı. Dolayısıyla sıranın Bosna’ya geleceğini tahmin ettik ve saldırıya uğramadan aramızda örgütlenerek savaşa karşı ön almaya çalıştık. O yıllarda Bosna’nın haritadaki yerini Türkiye’de bilen çok az insan vardı. Bizler Aliya İzzetbegoviç’i, Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu’nun eline geçen “Doğu ve Batı Arasında İslâm” adlı kendi eserinden öğrenmiştik.

Savaştan evvel bu düşüncelerle hareket ederek Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı’ndan birtakım sağlık yardımlarının da o dönem içerisinde Bosna’daki Merhamet Vakfı’yla iletişime geçerek ulaşmasını sağlayabilmiştik. Zira Bosna’ya yollar o zaman açıktı.

Ben Bosna’da yaşananlar için aslında “savaş” kelimesini de kullanmak istemiyorum; zira savaş karşılıklıdır, simetriktir. Bu konuya “saldırı” diyerek yaklaşmak da daha doğrudur. Yapilan tek taraflı saldırının ardından dünyanın gözü önünde katliamlar ve feci bir soykırım gerçekleştirildi.

Durumun vahametine binaen Türkiye’de birçok sivil hareket kuruldu ve insanî anlamda yardım etmek için hepsi elinden geleni yaptı. Bu sivil hareketler, Türkiye ve dünyada durumu anlatmak için propaganda boyutunu da genişletmeye çalıştılar. Ulusal ve uluslararası birçok konferans ve panellerle, mitinglerle mevzu anlatılmaya gayret edildi. Bernard Henry Levi’nin “Bosna” adlı belgeselini üç büyük şehirde gösterime sunduk. Yardımı alacakla vereceği buluşturduk. 8 Mart Kadınlar Günü’nü, o günlerin sistemli tecavüzlerine dikkat çekmek için “Dünya Kadınları Matem Günü” ilân ettik.

Elbette o günlerde yapılanları üç beş cümleyle anlatmamız mümkün değil. Çünkü üç buçuk yıl boyunca bu faaliyetler süreklilik arz etti. 1995’teki anlaşmanın ardından da yine bu tip yardımlar ve organizasyonlar -Srebrenica Anma Programları ve Ayvaz Dede Şenlikleri gibi- devam ettiriliyor.

“Yargılayacağınıza ödülümü verin!”

·       Bizi biraz da İstanbul’da toplanan Uluslararası Balkan Konferansı hakkında bilgilendirir misiniz?

10 Nisan 1994 günü, Gorajde hadiselerinin olduğu tarihlerde gerçekleştirilen konferansta, Sırpların Kosova için de tehlike kaynağı olduğu, savaşın bu topraklara da sıçrama boyutunun bulunduğu belirtildi. Daha sonra bu durumla da karşılaşılmasına şaşırmamıştık, çünkü her şey müdanasız biçimde göstere göstere geliyordu. İlgililerin bunu anlamaması içinse o tarafa bakmamaları gerekirdi. Ben bir tıp doktoruyum ve arkadaşlarım da benim gibi uluslararası ilişkiler uzmanı kimseler değiller; ama biz bunları gördüysek, ilgililerin de görmeleri gerekirdi.

·       Medyada buna dair “Orada olan olur, bizi ilgilendirmez!” hissi uyandırılarak “iç savaş” algısı üzerine bir yayın güdümü vardı sanırım…

Meselenin en önemli kırılma noktalarından biri de budur! Bakınız, biz “soykırım” üzerinde duruyoruz; soykırıma sebep olan iki üç unsurdan biri de olaylara “iç savaş” süsü verilmesidir. Bunu anlamak için “Eski Yugoslavya”yı bilmemiz lazım!

Eski Yugoslavya, bugünkü Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Kosova, Karadağ ve Bosna-Hersek’ten oluşuyordu. Sırbistan’da Sırplar, Hırvatistan’da Hırvatlar, Slovenya’da Slovenler, Makedonya’da Makedonlar, Kosova’da Arnavutlar ve Sırplar, Bosna-Hersek’te Boşnaklar, Sırplar, Hırvatlar ve başka küçük etnik gruplar vardı.

Bosna-Hersek, tam da Hırvatistan’la Sırbistan arasında, Avrupa’nın ortasında bir ada gibi… Hırvatistan’la Sırbistan savaşırken de arada Bosna eziliyordu. Herkes kendi ulus devletini kurmaya çalışırken Bosna’nın böyle bir hakkı yoktu. “Büyük Hırvatistan” söylemine Hırvatlar, “Büyük Sırbistan” söylemine de Sırplar Bosna’yı katıyorlardı. Bu tabloda Müslümanlara alan yoktu!

Yugoslavya, dünya iki kutuplu yapı şeklini aldığında, Doğu bloğuyla Batı bloğu arasında bir tampon bölge hüviyetine büründü. İki bloğun da rızasıyla kurulmuştu ve bir tür geçiş alanıydı. Ne Bulgaristan ve Romanya gibi sert bir rejim anlayışı vardı, ne de Batı kadar liberal bir anlayışı… Fakat Sovyetler Birliği dağılınca böyle bir tampona ihtiyaç kalmadı. Dolayısıyla eski müttefikleri tarafından teker teker arka çıkılarak yeni devletçikler kopartılmaya çalışıldı.

Bu noktada Slovenler ve Hırvatlar, tarihî müttefikleri Almanya tarafından AB üzerinden ayrılmıştır. Slovenya neredeyse sorunsuz biçimde, 15 kayıpla çıkmıştır bu süreçten. Hırvatistan’ın ayrılışı kanlı oldu. Ancak bütün bu ülkeleri göz önüne aldığınızda, görüyorsunuz ki Bosna’nınki soykırımla oldu. Bu anlamda Bosna’ya dair bir çifte standart -daha doğru tabirle ahlaksızlık- yapıldı. Bu soykırım, dış müdahaleyi engellemek için dış dünyaya “iç savaş” formatında sunuldu. Bunun en öncelikli argümanı, Bosna’da bulunan Sırplar ve Hırvatlardı.

Boşnakların övülesi bir huyları vardır; onlar, Sırp faşistlerine “Çetnik”, Hırvat faşistlerine ise “Ustaşa” diyerek Sırp ve Hırvatları dahi ayırt ederler ve milletleri topyekûn zan altına almazlar.

Aslında bizim bildiğimizi, bizim gördüklerimizi bütün dünya gördü; ancak görmezlikten, bilmezlikten gelindi. Çünkü Boşnakların, yani Müslümanların Avrupa’dan yok edilmesi arzulanıyordu. Bugün önümüze birinci derece bir problem olarak oturtulan İslâmofobi, ilk ve somut şekilde Bosna’da tezahür etmiştir. Bu tezahürle daha sonra Çeçenistan ve Kosova’da da karşılaşılır.

Adına “etnik temizlik” denen bu pratiğin teorik temelleri, Belgrad’daki “Sırp Bilim ve Sanat Akademisi” tarafından atılmıştır.

Dolayısıyla Bosna’da bir “iç savaş” yaşanmamıştır; bununla ilgili sayfalarca yazılar yazabilirim. Bosna, içeride işbirlikçileri olan iki komşusu tarafından alenen saldırıya uğramıştır. İşte doğru hüküm cümlesi budur!

Tabiî Boşnakların safında olup daha az kalan Sırp ve Hırvatlar da vardı. Bu noktada Boşnakların övülesi bir huyları vardır; onlar, Sırp faşistlerine “Çetnik”, Hırvat faşistlerine ise “Ustaşa” diyerek Sırp ve Hırvatları dahi ayırt ederler ve milletleri topyekûn zan altına almazlar.

·       Buna bir tür “Sırp derin devleti komplosu” diyebilir miyiz?

Denilebilir; ancak daha üst bir aklın planladığı bir etnik temizlikten söz edebiliriz. Yani kendi iradeleriyle girdikleri bir yol değil onlarınki, Sırplar maşa olarak kullanılmışlardır. Bu durumu daha sonra Miloşeviç ve Karadziç gibi isimler defalarca şöyle aktarmışlardır: “Biz Müslümanları Avrupa’dan uzaklaştırarak ‘sizin temizlik işinizi’ yapıyoruz!” Bu üslûbu büyük ihtimalle mahkemelerde de Batı dünyasına tehditkâr biçimde kullandıkları için Miloşeviç, Lahey’deki bir duruşma öncesinde ölü bulundu, ancak sebep olarak kalp krizi gösterildi sadece. Aynı üslûbu, Lahey’de çıkarıldığı ilk duruşmalardan birinde “Bosna Kasabı” Radovan Karadziç, yargıçlara hitaben şöyle dillendirdi: “Yargılayacağınıza ödülümü verin!”   

“Acı ilâcı içmek durumunda kaldık…”

·       Elbette savaş sırasında Türkiye’nin devlet olarak gösterdiği tavır da önemli konumuz itibariyle… Şöyle bir ayrıntı göze çarpıyor: Bosna-Hersek’i ilk tanıyan Avrupa Birliği, sonra ABD ve nihayet Türkiye…

Madem yeri geldi, bir noktanın altını özellikle çizeyim: Bosna-Hersek, Dayton Antlaşması’nın şartlarını kabul etsin diye zorlanırken, 9. Cumhurbaşkanımız da çok çaba sarf etti. ABD ve AB’nin baskılarının yanında bir de Türkiye baskısı vardı Bosna’ya.

Bakınız, “İki haftada halledilir” diye düşünülen iş, yalnız iki yılda toplanan kahraman Boşnak ordusunun direnişiyle üç buçuk yıla uzamış, geri tepen Sırp işgali Boşnakların lehine dönmüş, yüzde 10’a sıkışan Boşnaklar, ateşkes ilânında bu oranı yüzde 70’e çekmiş, ama birdenbire savaş zorla durdurulmuş durumdayken Aliya İzzetbegoviç yalnız iki hafta daha istiyor ve işgal edilmiş bütün toprakların bu süre zarfında geri alınacağına inanıyor. Fakat bütün Batı’dan bir tehdit geldi. Kimi bununla ilgili olarak Batı’nın Bosna’yı kurtardığını söyler. Bu, tarihi tersyüz etmektir. Boşnakların bütün topraklarını kurtarmaları, topyekûn Batı’nın yaptığı “bombardıman tehdidi” sebebiyle engellenmiştir.    

Clinton ve Richard Hollbrooke, defalarca Aliya’yla görüşüp onu ikna etmeye çalıştı, başaramadı. Nihayet Hollbrooke, Türkiye’ye gelerek Demirel ile görüştü. Demirel, İzzetbegoviç’i Ankara’ya davet etti. Bu görüşmeler sırasında harekât sürüyordu. Hollbrooke ve Demirel, elbirliğiyle Aliya’yı ikna ettiler. Aliya, Ankara’dan Bosna’ya döndüğünde bir basın toplantısı yaptı. (O toplantı sırasında oradaydım ve canlı izledim.) Dedi ki, “Acı ilâcı içmek durumunda kaldık…” “Acı ilâç” benzetmesi, ölümlerin duracağına işaretti; “zorunda kalmak” ise, “Zaferimiz engellendi!” anlamında kullanılan bir ifadedir.


Tanıdıkça daha çok sevilen Müslüman: “Aliya”

·       Bu tespitleri dinlerken aklıma Sıffin Savaşı, Hakem Olayı, Hazreti Hasan’ın sulhu, Kerbelâ ve daha nice türde acı hadiseler geldi. Bütün bunlarla tartınca Aliya’yı ismiyle müsemma şekilde Ali (ra), Hasan (ra) ve Hüseyin (ra) karakterleriyle görüyoruz… Bu ne büyük bir Müslümanlıktır!?..

Evet! Allah rahmet etsin, cennet mekân Aliya İzzetbegoviç, tam da saydığınız bu isimlerin özelliklerini üzerinde toplayabilmiş çok ender ve büyük bir liderdi. Bütün büyük insanlar gibi onun da esas kıymeti, vefatından sonra anlaşılıyor maalesef… Anlaşılsın da, biz ona da razıyız; çünkü bugünün sorunlarına ilişkin muhtemelen her noktadan bahsetmiş ve her oluşu yaşamış biri olarak önemli bir şahsiyet. Bazı büyükler vardır, konumu gereği sadece teorik yazar, ama yaşamamıştır; bazısı yalnız yaşamıştır, yazmamıştır; Aliya İzzetbegoviç ise ikisini de yerine getirmiştir. Ve Aliya, “Keşke şunu yapmasaydı!” dedirtmeyen bir kimliktir.

Biz onu kitaplarından tanıdık ama savaş yıllarında birkaç kez görüşme fırsatı bularak şahsen de tanıyabildik. Ve gördük ki, hani bazı kimseleri seversiniz ama tanıdıkça o sevgide eksilmeler olur, işte Aliya’yı tanıdıkça sevdik, sevdikçe daha çok sevdik!

Onu “Doğu ve Batı Arasında İslâm” isimli eseriyle ilk tanıdığımızda çok heyecanlanmıştık. Ancak onu ilk hapse götüren, “İslâm Deklerasyonu” adlı eseriydi ve çok önemliydi. Öyle ki, o kitap, yasaklı bir kitaptı. Türkiye’de dahi bu eser bulunmuyordu. Zaten kendisi de rejimlere getirdiği eleştiriler sebebiyle “Türkiye ile Bosna’nın arası bozulmasın” diye istememiş burada çevrilip yayınlanmasını. (Tabiî savaştan sonra buna izin verdi.) Nur içinde yatsın!

“Sırp topçusu kubbeyi vurmuş, sabaha o kubbe yapılı”

·       Savaş esnasında, Türkiye’de Bosna’ya dair sizin bir takım çalışmalarınız oldu ve bunlardan biri de Uluslararası Bosna Konferansı’ydı. Sizden bu çalışmaya dair biraz bilgi alabilir miyiz?

Konferans, Ankara’da dört günlük bir programa göre düzenlenmişti ve 120 ülkeden gelen uluslararası bir delegasyona sahipti. Öyle ince düşünülmüştü ki, “Kuşatma Altında Sanat” adında bir başlık dahi açılmıştı. Zira mesela Saraybosna Filarmoni Orkestrası, savaş yıllarında da ara vermeden sanatını icra etmiş, 14 üyesini savaş veya hastalık sebepleriyle kaybetmesine rağmen çalışma ve konserlerini sürdürmüştür. Resim ve hat sergileri de bombardımana rağmen devam etmiştir. Tekkelerde zikirler dinmemiştir. Bu, onlar için bir hayat formudur ve aynı zamanda karşı tarafa psikolojik bir harp metodu olarak uygulandı. Mesela Sırp topçusu bir caminin kubbesini vuruyor, sabaha o kubbe yapılmış oluyordu. Bu tür haller Boşnakları motive ediyordu. “Biz ayaktayız, yıldıramazsınız!” mesajı veriliyordu karşıya.

Bu arada bir anektodu paylaşayım: Radovan Karadziç, hayatının önceki yıllarını Saraybosna sokaklarında geçirmiştir. Ancak (Bernard Levi’nin belgeselinde dahi gösterilir ki) doğduğu evi Sırp topçularına özellikle yıktırtmıştır. Bir “çocuk psikiyatrı” olan Karadziç’in çocukluğuna inmek lazım(!)…

“İslâm, benim için güzel ve asîl olan her şeyin diğer adıdır”

·       Batı’nın diplomatik mânâda Bosna-Hersek’e bakışı hangi çaptaydı sizce?

İngiltere Başbakanı John Major, Sırpları kastederek Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’a şöyle bir soru yöneltiyor: “Siz bunları 400 sene nasıl idare ettiniz?!”

Batı, yüzyıllarca birbirlerinin kanlarına ekmek doğradıktan sonra, bugün kendileriyle özdeşleştirdiği “barış” ve “bir arada yaşama” kavramlarını (düşmanı olduğu) İslâm’a karşı geliştirdi. Hâlbuki Bosna gibi çok dinli, çok kültürlü ve çok uluslu toprakların tek ve gerçek garantörü İslâm’dır. İslâm, adil yönetimin anahtarıdır. İslâm’a karşı geliştirilen yöntemler, Bosna’da Müslümanlara karşı işletilmiştir. Yani Batı, tereciye tere satmaktan başka bir şeyin gayretinde olmamıştır. Batı’nın savaşta yaptığı ortadadır. Ve Özal’ın Major’a verdiği cevabı bilmiyoruz ama verilecek gerçek cevabın ta kendisi budur!

Bu noktada Aliya İzzetbegoviç’in, çıkarıldığı Yugoslavya Federal Mahkemesi’nde müdanasız ve kollarını birbirine kavuşturmuş bir tavırla yaptığı şöyle bir savunması vardır -ki mahkeme heyetine son söz olarak söylemiştir-: “Yugoslavya’yı seviyorum ama rejimini değil. Bütün sevgimi özgürlüğe adadım, bu yüzden yetkililer için geriye bir şey kalmadı. Bir Müslüman olarak doğdum ve bir Müslüman olarak öleceğim. Kendimi İslâm’a adadım, onun bir neferi olarak yaşayacağım. Çünkü İslâm, benim için güzel ve asîl olan her şeyin diğer adıdır.”

Türkiye’de, 1992-1995 arasında Aliya’nın bu Müslümanca tavrı dolayısıyla birtakım çevreler Boşnakları komünist Yugoslav rejimine karşı ayrılıkçı cephe oluşturmakla itham ettiler. Cehalet öyle bir körlük ki, Bosna’daki durumu bilmiyorlardı ama ne bilmediklerini de bilmiyorlardı.

Bazı büyükler vardır, konumu gereği sadece teorik yazar, ama yaşamamıştır; bazısı yalnız yaşamıştır, yazmamıştır; Aliya İzzetbegoviç ise ikisini de yerine getirmiştir. Ve Aliya, “Keşke şunu yapmasaydı!” dedirtmeyen bir kimliktir. 

“O telefon çalmasa her şey bitebilirdi”

·       Savaş öncesinde politik bir zemin hazırlığı var. Şöyle ki, Margaret Thatcher’la başlayan demir perde uygulamalarıyla Yugoslavya’ya karşı bir ambargo planı yürütülüyor. Thatcher’den sonraki Major hükümeti de aynı uygulamaya devam ediyor. Dünyanın Yugoslavya’ya uyguladığı silah ambargosunun başını İngiltere çekiyor ama Yugoslavya dağılınca bu ambargo sadece Boşnaklara işletiliyor… Sessiz mimar İngiltere’nin bu yaptırımlarla neyi hedeflediğini söyleyebiliriz?

Ambargo, Bosna’daki savaşa dair en önemli etkenlerden biridir; öyle ki, “iç savaş” algısı oluşturmanın yanında, belki de onun da üzerinde yerini alır.

Bosna saldırıya uğramadan evvel Hırvatistan’la Sırbistan savaştı. Tam da o dönemde güya savaş bütün bölgeye yayılmasın diye, Yugoslavya daha 6 devlete bölünmeden evvel bir silah ambargosu kararı çıktı BM’de. Bosna-Hersek, bu süreçte bağımsızlığını ilân etmiş, ordusu ve silahı olmayan bir devlet. Ancak Sırbistan, önceki devletin bütün askerî personel ve mühimmat-teçhizat-silah gücüne sahip ülkesi; Hırvatistan ise Almanya ve diğer AB ülkelerinin desteklediği bir devlet. Hırvatistan-Sırbistan Savaşı’nda Bosna, arada sıkıştırılmış bir bölge konumuna sokulmuş. İşte Bosna Savaşı’ndan Boşnakların zafer elde ettiği bir sonucun çıkması bu yüzden bir mucizedir. Peki, Boşnaklara uygulanmaya devam eden ambargonun hedefinde ne vardı? İşlemin çabucak tamama ermesi…      

Boşnaklar ellerinde bulunan silahlarla çarpışırken, kazandıkları bölgelerde ganimet elde ediyor, ganimetle çarpıştıkça daha çok zaferler kazanıyorlardı. Böylece Sırpların iki haftalık planı geri tepince Boşnakların galip gelmesine ramak kalmıştı ki ABD Savunma Bakanlığı Sözcüsü, “Boşnaklar yenilgiyi kabul ederek ateşkese gitmeliler” şeklinde bir beyanda bulundu. Bir yıl önce böyle bir söyleme girişilse anlaşılabilir durum, ama gayeleri başkaydı.

Buna karşılık Aliya, Budapeşte’de düzenlenen 4-5 Aralık 1994 tarihli AGİK Zirvesi’nde bir konuşma yaptı ve “İslâmî terminolojiye girmeyerek” şöyle dedi: “Özgürlük savaşlarının bütün analizleri boşa çıkaran ve açıklanamaz bir boyutu vardır. Bu yüzden belirli askerî ve politik tahliller sürekli yanlış tahminlere yöneltir. Halkımız özgürlüğü için savaşıyor; ondan da öte, yok olmamak için... Bu tür mücadeleleri sürdürmek genellikle çok zordur. Son elli yıl içerisinde yapilan hiçbir bağımsızlık savaşı kaybedilmedi. Bizim özgürlük mücadelemiz neden kaybedilecekmiş anlayamıyorum. Hiç kimse 150 bin askerimizin silahlarını teslime bizi zorlayamaz! Burada bulunan herkese bu gerçeği hem bizim, hem de kendilerinin iyiliği açısından göz önünde bulundurmalarını tavsiye ediyorum. Bosna dostlarının bu sözlerden rahatsız olmayacağını umarım. Diğerlerine gelince… Bunca olup bitenden sonra umurumda bile değiller!”

Bu konuşma kısaca şunu anlatıyor: “Allah bizimledir!” Allah’ın yardımının nasıl yetiştiğine dair benim aklıma -o döneme dair- özellikle şu hadise gelir: Uluslararası görüşmeler dönüşünde bir kararsızlık yaşansa da Aliya, Saraybosna Havalimanı’na tercümanlığını da yapan kızıyla birlikte iniyor. O saatlerde Sırplar, BM kontrolünde olması lazımken havalimanını ele geçirmişler. Aliya’yı uçaktan iner inmez gözaltına alıyorlar ve yukarı kattaki odalardan birinde tutuyorlar. Hesaplarına göre gece götürüp infaz edilecek Aliya.

Tutuldukları odada çok fazla eşya yok, masa ve sandalyeyle birlikte bir de telefon var. İçeride bulundukları bir anda odanın telefonu çalıyor, Aliya da ahizeyi kaldırıp karşıdaki (kuvvetle muhtemel yanlışlıkla o telefonu aramış olan) kadına “Ben Aliya İzzetbegoviç, Saraybosna Havalimanı’nda Sırplar tarafından rehin alındım. Bana Eyüp Ganiç’i bağlayın!” diyor. (Eyüp Ganiç, o günlerde Bosna televizyonunun idarecisi.)

Kadın hiçbir sorgulama yapmaksızın isteğini yerine getiriyor Aliya’nın ve odadaki telefon kısa bir süre sonra yeniden çalıyor. Aliya ahizeyi kaldırdığı anda canlı yayına bağlanıyor ve bütün dünyaya rehin alındığını haber veriyor. Eğer o telefon çalmasa her şey bitebilirdi…

Canlı yayının üzerine Boşnak milisler, Sırp subaylarının bulunduğu Eski Yugoslavya Federal Ordu Karargâhı’nın çevresini sardılar ve büyük bir çatışmaya girdiler. Birçok subay esir alındı ve bu esirler daha sonra Aliya ile takas edildiler. Bu operasyonu yönetenlerden biri olan “Divjak” adlı bir Sırp “general”, Boşnakların tarafında yer alıyordu. General Divjak, daha sonra Bosna Ordusu’nda önemli görevler aldı.


“Dayton, sorunları çözülmemek üzere dondurmaktadır”

·       Bosna’ya dair iki kelime özellikle dikkat çekiyor: Srebrenica ve Dayton… Bu iki kelimenin birbiriyle ilintisine dair ne söylemek istersiniz?

Şöyle düşünelim: Büyük Taarruz başladıktan sonra Yunan ordusu gerilerken nasıl geçtiği köyleri yakıp yıktıysa, Srebrenica da Sırpların eliyle aynı durumu yaşamıştır. Srebrenica katliamı, Sırp ordusunun ricat halindeyken yaptığı bir soykırım harekâtıdır ve tehdittir; “Daha fazla üstümüze gelirseniz, Doğu Bosna’da, Drina kasabalarının hepsinde bunu yaparız!” tonunda, Sırplara karşı galip pozisyonu alan Boşnaklara karşı vahşi bir ikaz vardır bunda.    

Üç buçuk yılda durdurulamayan savaşın bu görüntüsü, Batı tarafından “Biz savaşı durdurduk, haksızlığa daha fazla tahammül edemedik” çerçevesiyle sunuldu dünyaya. Ve ardından Dayton Antlaşması’nın aşamaları hazırlandı; zira savaşta elde edilemeyenler, barışta kazanılacaktı.

Sırbistan Bilim ve Sanat Akademisi’nin öncülüğünde planlanan etnik temizliğin somut hedeflerinin arasında Müslümanların üçte birini öldürmek, üçte birini de göçe zorlamak vardı. Sistematik tecavüz vahşetinin derinliğinde zorunlu göç de hesaba katılmıştı, zira kadınların halk içinde dolaşmaya yüzleri olmayıp bu topraklardan gideceklerini düşünmüşlerdi. Bu fıtrî hissin duyulacağını öngörerek sistematik tecavüz fikrini ortaya atan kişi, bir Sırp bilim(!) “kadını”dır. Ve Boşnakların kalan üçte biri üzerindeyse şöyle düşünmüşlerdi: Asimilasyon…

Bu emellere savaşta erişemeyince aynı hedefler barış kurgusuna oturtuldu. Sureta barış varken, öncelikle ülkeyi böldüler: Republica Srpska… Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin yanında üniter bir devletmiş gibi hareket eden Sırp Cumhuriyeti’ni oluşturdular. Federe haldeki Bosna-Hersek’e bakıldığında 10 kanton görürüz. Bu ne demek? 10 hükümet, 10 başbakan, 10 meclis… Abartı olacak ama ülkenin yarı nüfusu başbakan, bakan, milletvekili… Böyle bir idare olur mu?! Bu kasten yapıldı!

Dayton, bir deepfreeze anlaşma hükmündedir; zira sorunları çözülmemek üzere sadece dondurmaktadır. İstedikleri zaman fişini çektiklerinde sorunların buzu da çözülsün istiyorlar. Bugün Bosna hakkında öne sürdüğümüz ekonomi, istihdam ve yatırım sorunu –dolayısıyla rüşvet ve türlü ahlaksızlıklar sorunu- ve de asimilasyon gibi problemleri bu anlaşma sebebiyle konuşuyoruz. Dayton Antlaşması’nın kaldırılması, gücümüz yetmiyorsa revize edilmesi için gayret etmeliyiz.

“Bosna o gün kurtulacak!”

·       Bosna’da çokça şahit olunan bir sorun daha var ki, Türkiye’deki “paralel örgüt” ile doğrudan ilintili: Onların okullarında okumuş ve çapını göstermiş öğrenciler ABD ve İskandinav ülkelerine götürülerek istihdam ediliyorlar, fakat Bosna’ya yararlı olmak için dönmek istediklerinde söz konusu Boşnak çocukların başları belaya giriyor. Zaten istihdam sorununun had safhaya ulaştığı Bosna’da bu sorun da meselenin tuzu biberi oluyor. Bunun çaresi nedir?

Büyük Türkiye! Ne zaman Türkiye için bu mevzu hakkında “Tamam, oldu!” diyeceğiz, o gün Bosna da kurtulacak…

Bir de Bosna’yla tarım ve hayvancılığa dayalı ikili ticarî ilişkilere girilebilir Türkiye’den gidecek girişimcilerle. Hem Bosna kazanır, hem de Türkiye kaliteli tarım ürünü, süt ve ete doyar. Ayrıca Bosna’yla turizm ve şu an atıl kalmış yetişmiş insan kaynağı değerlendirilmeli.

İslâm’a karşı geliştirilen yöntemler, Bosna’da Müslümanlara karşı işletilmiştir. Yani Batı, tereciye tere satmaktan başka bir şeyin gayretinde olmamıştır. Batı’nın savaşta yaptığı ortadadır. 

“Bosna’daki boşluklar sivil zihniyetle doldurulmalı”

·       Bosna-Hersek ile Türkiye ilişkilerine baktığımızda, Türkiye’nin Bosna açısından ekonomik, sivil ve kültürel alanlarda sıra anlamında sonda olduğunu görüyoruz. Ülkemizin Bosna’da gerçekleştirdiği maddî ve manevî yatırımları tek tek fotoğraflayarak ortaya koysak ve bunları hızla hareket ettirerek hareketli bir film görüntüsü yakalamak istesek de bazı fotoğraflar eksik kalınca bu isteğimize kavuşamıyoruz. Sizce eksik kalan fotoğrafta ne var? Bir Bosna, hatta Balkan Enstitüsü mü kurulmalı, yoksa herkes kendi bağımsız cep fotoğraflarını mı yanında taşımalı?

Evvela Bosna’da ve diğer Balkan ülkelerinde de bulunan vatandaşlarımızla iletişime geçerek, faal oldukları bölgelerde çeşitli hizmet araçları kurmalarını sağlamalıyız. Bu sağlandıktan sonra ülkemizden ve özellikle dünyadaki diğer İslâm ülkelerinden bu bölgeye aktarılmak istenen hizmeti bu araçlarla buluşturmalıyız. Keza bu noktada diğer İslâm ülkelerini bu aktarımı yapmaya mecbur da bırakmalıyız. Bu öyle bir koordinasyon işi ki, örneğin Bosna’da ihtiyaç duyulanın Türkiye ve diğer İslâm ülkelerince giderilmesini sağlayacak her organizasyonun temeli; zira bireysel veya habersiz yapılan –iyi niyetli de olsa- hizmetlerden maalesef verim alamazsınız.  

Bosna’da, Balkanlarda, Azerbaycan ve diğer Türk cumhuriyetlerinde Türkiye’ye karşı bir kırgınlık hissi vardır. Ancak Bosna’daki bu his, belki de en küçük olanıdır. “Çantacılar” diye tabir ettiğimiz kötü niyetli insanlar, özellikle Bosna’ya gitmeleriyle birlikte iki ülkenin arasını açtılar. STK’lar teşkilatlanma sırasında belirli filtreler kullanırlar ve çantacı tipi bünyelerine kabul etmezler. Bu sebeple söz konusu hizmet için akıllı ve iyi niyetli olunmalıdır.

Bosna’da Boşnaklar açısından süren bir depresyon söz konusudur. Savaş sonrası sendromu yaşayan insanlardan sağlıklı düşünmeleri beklenmesi hatadır. Dolayısıyla normalleşmek istedikleri için onlara normalleşme ilâçlarını sunmanız gereklidir. Türkiye olarak böyle bir iddianın sahibiysem, ancak bu belirttiğimiz teşkilat stili üzerinden gidebilirim.

Mesela topu TİKA’ya atıyorlar ama on sene önceki TİKA’yla şimdiki TİKA arasında büyük gelişme var. Bir de TİKA, resmî anlamda yüklenebildiklerini yükleniyor, daha fazlası istenemez. Diğer hizmetler için daha farklı ama sivil yapilanmalara gidilmesi şarttır. Bu noktada sivil faaliyetler, resmî faaliyetlere göre mutlaka daha büyük karşılıklar ortaya çıkaracaktır. Zira savaş bunun en ortada olan örneğidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti açıktan açığa bir varlık gösteremezken halkımız bütün içtenliğiyle ve elinden nasıl geliyorsa Bosna’ya uzandı.

Bugün yaşı kırkın üzerinde olan bir Boşnak’a “Savaşta size ‘devlet olarak’ en çok kim yardım etti?” diye sorun, “İran” cevabını alırsınız. Ancak insanî anlamda hangi ülkenin en önde olduğunu sorarsanız Türkiye’yi gösterirler ve en başta Millî Görüş ve İHH’yı söylerler. Öyle ya, İHH Bosna’da kuruldu ve o kadar önemli işler yaptı ki hâlâ anılıyor. Türkiye’nin bugün dış politikasının daha geniş bir hinterlanda ufuk kabarttığını söyleyebiliyorsak bunun önemli faktörlerinden biri de STK’lardır. Afrika’nın birçok ülkesinde elçiliğimiz yokken, son 10 senede açılan elçiliklerimiz bu sebeplerle yapılandırıldılar.

Hâsılı, bu tip boşluklar sivil zihniyetle doldurulmalı. Ayvaz Dede veya Sarı Saltuk, günümüz sivil zihniyet hareketlerinin kendi dönemlerindeki simgeleridir bu bakımdan.


“Eski Türkiye kafasıyla bu iş yürümez!”

·       Büyükelçiliğimizin Bosna’da daha faal olabilmesi için daha samimi, daha çalışkan ve iş bilen insanlara ihtiyacı var. Bazı ülkelerin, yapılan karşılıklı ihracat ve ithalatı kontrol etmek adına bölgeye atadıkları “gümrük ataşeleri”nin olduğunu ve sürekli gümrüklerde gelen ve giden malların giriş ve çıkışlarını kolaylaştırmak için her an çalıştıklarını öğrendik. Bizim bu konudaki eksiğimiz nedir?

İlk eksik şu: Eski Türkiye kafasıyla bu iş yürümez! Elçilerimiz ve ataşelerimiz böyle görmemişlerdi, buna alışmamışlardı. Uluslararası ilişkilerdeki edilgen tavrımız, son yıllarda hızla düzeliyor. Eski Türkiye’nin “Hâriciye” politikasıyla zaten ancak böyle sonuçlar çıkardı. Ama şimdi daha samimi kadrolar var, yeni yeni atlatılıyor bazı şeyler -ki bunun üzerine çıkacak çalışmalar yapılmalı-.    

·       Koordinasyon noktasındaki eksiklikler hayli baş ağrıtıyor ve bölgede yatırım yapmak isteyen sermayedarlar, kendilerini yönlendirecek kimseyi bulamıyorlar…

Bu işin koordinasyon ayağının başrolünde TİKA var; TİKA koordinasyonu en iyi biçimde yerine getirmeli.

Bir de bu tür konuların derinliğine indiğinizde her zaman aynı tür köklerle karşılaşırsınız. Devlet hizmetinde iki kriter önem arz eder: Dürüstlük ve ehliyet… Asgarî bu iki şarttan yoksunsa kişi, istediği kadar iyi niyetli olsun, işin altından kalkamaz. Bu yüzden bu tür işleri dürüst ve ehli olana teslim etmeli.

·       Malûm, savaşta Bosna’ya nefes aldıran damar, “Hayat Tüneli” idi. Türkiye ile Bosna arasında birçok köprü kurulmuş, ancak her biri Mostar’la aynı akıbeti yaşayabilir pozisyonda. Oysa hayat veren şey tüneldi ve böyle bir düşünceyle Bosna-Türkiye arasında kazıla kazıla bitirilmiş bir tünel yok. Sayın Cumhurbaşkanımızın, kurulu köprülerin ayaklarını birbirine derinden de bağlayacak birkaç tünel kazma hayali var, ancak bunda da emek sarf edecek fikir işçisinden yoksun görünüyor…

Şimdi ben burada sözünüzü özür dileyerek bölmek ve bir noktayı açıklamak istiyorum: Biz bir öngörüde bulunarak “Dayton ve Bosna’nın Geleceği” başlıklı bir panel topladık birkaç oturumlu. 1996’nın başıydı, panelden evvel Dayton Antlaşması’nın tam metnini edinmemiz gerekiyordu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Dışişleri Bakanlığı’nda bu metne ulaşamadık ve metni ABD’den getirtip burada katılımcılara tevdi ettik. “Dışişleri Bakanlığı’nda Bosna-Hersek Masası var ama çekmecesinde Bosna’ya dair belge yok” demekti bu! Şimdi nereden nereye!? Bu elbette bir mazeret olamaz ama çok yol alındı. Koordinasyon sorunu konusunda kesinlikle haklısınız, ancak Türkiye, yeni yeni bu konuda bir bilinçle hareket edebiliyor. Görünüyor ki, inşallah ileride çok daha iyi olacak.

“Doğu-Batı karşılaştırmalarına dair İslâm dünyasındaki en büyük müktesebat Bosna’dan çıkar”

·       Aliya hakkında kitap çalışması yapan bir akademisyenle yaptığımız görüşmede, Aliya’yı kendisine sorduk ve Aliya’nın hangi köklerden, hangi kaynaklardan beslendiğini öğrenmek istedik. Onunla yaptığımız sohbetten çıkardığımız hükme göre Aliya’yı aktaracak, onun aklını inşâ edecek, bu akılla refleks geliştirecek kurumları yapılandırmak gerekmez mi? Mesela müstakbel bir Aliya İzzetbegoviç Enstitüsü’nü kurabilecek birkaç isim sayar mısınız?

İlk sırada Hayri Kırbaşoğlu Hoca, Ahmet Demirhan, Yasin Aktay, Abdurrahman Ademi, Alev Erkilet, Hüseyin Hatemi, Hüseyin Kansu, Sadık Yalsızuçanlar ve kardeşim Cihangir İslâm’ın isimlerini ben zikredebilirim bu hususta. Bu üç isim de farklı perspektiflere sahiptir; ancak bu, konuya ilişkin zenginliği getirecektir. Bu isimlere sağ olsaydı (rahmetli) Salih Akdemir’i de eklerdim. Bosna içerisinden de bu kurguya dâhil edilecek birçok isim var ki, bu noktada aklıma ilk gelen isimler Cemalettin Latiç, Adamir Jerkoviç, İsmet Kasumagiç ve Hilmo Neimerlija’dır. 

·       Peki, bu isimler bir araya getirildiğinde Aliya Enstitüsü bünyesinden İslâmî ilimler alanında ve bu akademi üzerinden Doğu-Batı karşılaştırmalarına dair bir müktesebat çıkar mı? Bosna bu yükü taşır mı?

Öncelikle Bosna bu yükü tek başına taşıyamaz. Bu konuda en büyük yardımı Türkiye verebilir. Doğu-Batı karşılaştırmalarına dair İslâm dünyasındaki en büyük müktesebat Bosna’dan çıkar; bu tür bir karşılaştırma yapılacaksa eğer, bunun pilot bölgesi Bosna olmalıdır zaten.

·       Peki, bu kurgu üzerinde Arabî ve Farisî etki yer alır mı?

İkisi de yer alır ama bizim kadar olmaz…


“Boşnaklara tebaa gözüyle bakmak yanlış!”

·       Boşnakların İslâm’ı Türklerden öğrenmeleri sebebiyle bakış açıları aynı. Bu yoldan hareketle Boşnak dava ve düşünce adamlarına, hayatta değillerse çocuklarına şu soruyu sorduk: “Hatıratınızda tek bir Türk’e ait yer var mı?” Böyle birinden bahseden olmadı. Buradan bakınca, hafıza köprüsünü nasıl inşâ edeceğinizi düşünüyorsunuz?

Evet, bir tek Türk’e yer yoktur hatıratlarında. Ancak az önce belirttiğiniz üzere, tarihî ve manevî hayat tünelleri kazılmış ve açılmış bir kez, biz o tünellerden sürüne sürüne de olsa geçip varacağız. Yalnız sadece bizi değil, o tünellerden Boşnakları da indireceğiz. Yalnız bundan evvel haddimizi bileceğiz, zira şöyle bir kompleksimiz var bizim: Özellikle bireysel anlamda mesela Boşnaklara karşı çok büyükmüşüz gibi davranıp ince ayar yapmaya çalışıyoruz. Fakat önce kendimizi ince ayarlardan geçirmeliyiz. Onlara tebaa gibi bakmak yanlıştır.

ABD’nin sürekli repliği: “İkiniz de yoruldunuz, bir çare bulalım…”

·       Bahadır Bey, Dayton hakkında bir revizyon işareti görüyor musunuz?

Aslında gündeme gelmesi lazım bunun. Ortadan kalkması şu an zor görünüyor ama revize edilebilir. Ancak söz konusu revizyonun da daha ileride yeni engeller çıkarmamasına dikkat edilmeli. O gün savaşta yapamadıklarını barışta yapmışlardı; bu durum revizyonlarla da pekiştirilmemeli.

2003 yılında Türkiye’nin Irak’a ABD lehinde askerî sevkiyat yapmasına yönelik tezkere tartışmaları sürerken, bir televizyon kanalında Cengiz Çandar’ı gördüm, kızgın bir ifadeyle karşısındaki İslamcı tartışmacıya şöyle çıkışıyordu: “Amerika Bosna’yı kurtarırken böyle demiyordunuz!?” Bu cümlenin neresini düzelteceksiniz?!   

ABD hep bu metodu uygulamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda da böyle yaptı. Zaman ve fırsat kollar ki, iki karşı taraf da yorgun düşsün. Hani Roma arenalarında kavga ettirilen gladyatör yere yığılmıştır da oranın en büyüğü başparmağıyla aşağıyı gösterir ya, işte ABD tam o anda devreye girer ve “İkiniz de yoruldunuz, bir çare bulalım!” der, sonra da herkesi kurtaran kahraman olur. En nihayet bu kahramanlığını göstermek için bir de film çeker.

·       Bazı tarihçilere Bosna’ya dair tarihî notların neden ülkemizde öğretilmediğini sorduğumuzda aldığımız cevap şu oluyor: “1871’de oradan Osmanlı çekildi…” İyi de hafızanın silinmesine bir sebep değil bu! Bu bir sorun değil mi?

Hafızayı nerelerden çekmedik ki? Musul Türkmenlerine Türkiye’de sorulan ve onların hiç hoşlanmadığı soru şudur: “Bu kadar güzel Türkçe konuşmayı nasıl, nerede öğrendiniz?” Bu soru hâlâ soruluyor. Bu bir sorun ama sadece Bosna’ya özel bir sorun değil.

Biz, bu açıdan bakıldığında belki de her şeye sıfırdan başlayacağız. Bu konudaki en büyük avantajımız, tarihî tecrübemiz ve jeopolitik konumumuzdur. Bunun yanında sermayemiz de fazla tabiî. Ancak bir ayrıntı da olsa şu söylenmeli: Amiyane tabirle son yüzyılda en az sopayı biz yemişiz, onlar çok sopa yediler.         

“Turalic ve Lyubiyankic… Bu iki ismin şehadetlerinin unutulması için her şeyi yaptılar”

·       Hakiya Turalic (Hakkı Turayliç) ve İrfan Lyubiyankic’in şehadetleri, uluslararası toplum nezdinde neredeyse gözden kaçırılmış, unutulmuş hadiseler. Bu iki şehadeti hatırlatma ve önemini aktarma adına neler söylemek istersiniz?

Bu iki ismin şehadeti, belirttiğiniz üzere maalesef hatırlanmamaktadır. İkisinin de şehadeti çok dramatiktir. Bu iki ismin şehadetlerinin unutulması için her şeyi yaptılar.

Devlet Bakanımız Orhan Kilercioğlu, Bosna-Hersek Başbakan Yardımcısı Turalic ile Saraybosna’da görüşecekti. Ancak bu görüşme Saraybosna Havalimanı’nda gerçekleşti. Saraybosna Havalimanı ile şehir merkezi arasındaki bölge BM kontrolündeydi. 1993 Şubat’ında yapılan bu görüşmeden ayrıldıktan sonra BM eskortuyla Saraybosna’ya dönmek üzere yola çıkan Turalic’in zırhlı aracı Sırplar tarafından durduruldu, kapısı açıldı ve Turalic taranarak şehit edildi. Bu sırada BM kuvvetlerinden kılını kıpırdatan olmadı. Ülkenin Başbakan Yardımcısı idi Turalic!

Bakınız, kimse hatırlamıyor, çünkü unutturuluyor her şey! Bahçelievler’deki bir caddeye “Hakkı Turayliç” ismi verildi o dönemki girişimlerle.

İrfan Lyubiyankic ise Dışişleri Bakanlığı vazifesini yapmakta olan bir kulak-burun-boğaz hekimiydi. Bihaçlı olan Lyubiyankic, yine Bihaç’tan Zagreb’e giderken Mayıs 1995’te Sırplar tarafından helikopteri vurularak düşürüldü ve şehit oldu. Uydu ve telsiz aracılığıyla her adımı takip edebilen uluslararası güç, nedense bu suikastı fark edemedi.

Müslümanlara karşı cürüm işlenirken seyretmek ve bir yaptırım uygulamamak, dünya egemenlerinin aslî karakterlerindendir. Bu özellik, daha sonra Srebrenica’da, hatta bütün Bosna’da, hatta ve hatta bütün dünya Müslümanlarıyla olan ilişkilerinde çoğu kez ayan beyan ortadadır.

Merhum Aliya İzzetbegoviç, “Onlar gibi olacaksak bu savaşın mânâsı ne?” demişti. Bu duruş gösterdi ki, sayısı 500’ü geçen toplu mezarlardan hiçbirine Boşnaklar sebep olmamıştır.

“Onlar gibi olacaksak bu savaşın mânâsı ne?”

·       İnsanı politik kulvar dışında tuttukça daha fazla proje üretilebilir ama her kulvarı politik çerçeveye sıkıştıran akılla düşünüyoruz. Hangi unsurlarla hareket edilmeli ki her türlü hizmet kaleminde aktif faaliyet gösterilebilsin? Bu noktada sivil düşüncenin hangi yollarında gidilmeli, hangi taşıyıcı kolonlara tutunulmalı?

Başbakanımız Sayın Davutoğlu, geçtiğimiz yıl şöyle bir beyanda bulunmuştu: “Bütün şehirler yok olsa ve sadece Saraybosna ayakta kalmış olsa, insanlığı yeniden inşa için Saraybosna yeter!”

İnsanlığın inşası bakımından bu söze herkes katılır. Bu cümleden hareketle evvela kültür kolonunu bu bazda değerlendirebiliriz. Ancak esas menşeini John Major’un rahmetli Özal’a sorduğu “400 sene bunları nasıl idare ettiniz?!” sorusuna verdiğimiz cevapta arayabiliriz.

Bosna kültüründe “bir arada yaşamak” vardır. Şehirleri bırakın, köylerde bile bu zihnî durum vardır. Bosna’da uygulanan soykırım, işte bu anlayışı yıkmak için yapılmıştır! Yani hedefte sadece Müslümanları yok etmek değil, bütün bir anlayışı ortadan kaldırmak vardır. Sohbetimizin başında belirttiğimiz gibi, İslâmobiye dair ilk somut girişim burada gösterilmiştir. Ancak bilinmelidir ki, dünyada bir arada yaşama kültürünün garantörü, sigortası İslâm’dır. Bunun uygulamasına Müslümanlardan daha başka bir örnek göstermek mümkün değildir.

Buna dair bir detayı göz önüne sermek gerekir: Bosna Savaşı sırasında bir şehir veya kasabada hangi dinin ibadethanesi sağlamsa, bölge de o ibadethanenin mensubu olanların kontrolünde demekti. Örneğin etrafta hiç cami veya Hırvat (yani Katolik) kilisesi yerine bunların enkazını görüyorsanız, hem de buna mukabil Sırp (Ortodoks) kiliselerine neredeyse hiçbir şey olmamışsa, bu, o şehrin Çetniklerin kontrolünde olduğunu gösteriyordu. Yine camilerin yıkık, fakat kiliseler açısından durum tersi yönündeyse, o zaman da o şehrin Ustaşaların (Hırvat) kontolünde olduğuna kanaat getiriyordunuz.

Ancak Müslümanların, yani Boşnakların kontrolündeki bölgelerde manzara değişirdi. Bir şehir veya kasabanın başından sonuna Boşnak kontrolünde olduğunun en iyi kanıtı, bütün inançlara ait ibadethanelerin ayakta kalmalarıydı. Eğer hasarlı bir ibadethane varsa, bu kilise değil, cami olurdu. Zira düşman, nokta atışlarıyla özellikle camileri vururdu.

Bosansca Krupa adlı bölgede bir görüntüyle karşılaştık. Burayı ziyaretimizde sözünü ettiğimi formüle bir aykırılık vardı sanki. Boşnak yetkililerden öğrendik ki, bölgenin vadi şeklindeki yapısından dolayı savunma konumundaki Boşnaklarla saldırıya geçen Çetnikler arasında kalan ve şehrin tabanına yakın bir yerde bulunan bir kilisenin çan kulesinde şimdi dahi görülebilen 80-100 mermi izi Çetniklere aitmiş.

Boşnaklar bütün bunca konuya dair öyle rahatlar ki, bu rahatlığa sahip olamayan Sırpların, toplu mezar konusunda bile yoğun çalışmaları oldu. Ancak bir tane bulabilselerdi zil takıp oynayacaklardı…

·       Zira misilleme geldiği düşündürülecekti…

Evet! Merhum Aliya İzzetbegoviç, daha ordu kurulmadan önce bütün yerel grupların komutanlarını bir araya toplayarak bu mücadele süresince İslâmî hassasiyetlere dikkat edilmesi, asla sivillere, kadınlara, çocuklara ve yaşlılara saldırılmaması, ibadethaneler başta olmak üzere “düşmana ait” tarihî ve kültürel hiçbir yapıya kesinlikle dokunulmaması konusunda mutlaka dikkat edilmesi gerektiğini vurgulayarak şöyle dedi: “Onlar gibi olacaksak bu savaşın mânâsı ne?” Bu duruş gösterdi ki, sayısı 500’ü geçen toplu mezarlardan hiçbirine Boşnaklar sebep olmamıştır.

·       Bu anlamlı ve derin sohbet için, heyecanımızı heyecanınızla kuvvetlendirdiğiniz için çok teşekkür ederiz…

Ben teşekkür ederim…