Bağnazlık hakikati değiştirmez

İnsanlar, içinde oldukları, tercih ettikleri ekolleri ve o ekollerin öncülerini önemli ölçüde abartırlar. Tarihi o ekolden ibaret sayarlar. Bütün olumlu, hayırlı işlerin o ekol tarafından yapıldığını kabule çok isteklidirler. İşin aslının böyle olmadığına ise şiddetle tepki gösterirler. Bu durum insan tabiatının bir göstergesidir. Ancak insan tabiatı böyle yanlış tepki ve eğilimlere uygundur diye hakikat değişmez!

TÜRKLERİN nasıl Müslüman oldukları konusu son yıllarda daha çok tartışılmaktadır. Tartışmanın doğal bir sonucu olarak çok farklı nedenler, çok farklı tarihler ileri sürülmektedir. Bu iddiaları bir başlık hâlinde toplamanın imkânı olmadığı gibi, bir çerçevenin içine almak da giderek zorlaşmaktadır.

Konu, ilgi çekici olmasından dolayı olmalıdır ki sıkça gündeme gelmektedir. Herkes durduğu yere göre, kendi önceliklerine ve kendi önem sırasına göre Türkler için bir Müslümanlaşma hikâyesi öngörmektedir.

Bazılarına göre Türklerin Müslümanlaşmaları, medrese, fıkıh ekolünün çalışmaları ile mümkün olabilmiştir. İşte Buhara, Semerkant medreseleri, ekolleri bunun örnekleri olarak hatırlatılmaktadır. O ekollerin, medreselerin sonunda İmam Maturidî (Ö.944), İmam Serahsî (1090), Pezdevî (Ö.1100), Ömer Nesefî (Ö.1142), Zemahşeri (Ö.1144), İmam Nevevî (Ö.1277) gibi İslâm âlimlerinin, Türklerin arasında İslâmiyet’in yayılmasında büyük katkıları olduğu bilinmektedir.

Elbette İslâm âlimleri bu sayılan isimlerden ibaret değildir. Ancak dikkat edildiğinde, isimleri çok duyulan bu âlimlerin 10 ve 13’üncü yüzyıllar arasında yaşadıkları görülecektir.

İslâm’ı Türkistan’a taşıyan Arap fatihleri, tüccarları ve gezginlerinin de hakkını teslim etmek icap eder. Siyâsî olayların da Müslümanlığın o bölgede kökleşmesinde büyük bir etkisi olmuştur. Emeviler döneminde özellikle Kuteybe bin Müslim ve ardıllarının çabaları ile Türkistan’ın Güneybatı ucunda zorla İslâmlaştırma yapıldığı iddiaları bilinmektedir. Oysa Türklerin arasında İslâmiyet’in en az yayıldığı dönem, Emevî Dönemi’dir (Milâdi 661-750).

Buna karşılık Talas Savaşı’ndan (M.751) sonra Türkler, büyük kafileler hâlinde ve hiçbir zorlama olmaksızın Müslümanlaşmışlardır. İlk Müslüman Türk idareleri olan Karluk, Karahanlı ve Gaznelilerin de bu amaçla yaptıklarını teslim etmek icap eder. Bütün bunlara rağmen Büyük Selçukluların ortaya çıktığı dönemde (M.1000) Türklerin en kalabalık boyu olan Oğuzların çoğunluğu henüz Müslüman değildi. Selçuk Bey’in Cent şehrine gelip yerleşmesi ve Müslüman olmasından sonra Oğuzların ve diğer Türk boylarının arasında İslâmiyet’in yayılması artmıştır.

Türklerin arasında İslâmiyet’in yayılmasında 751 Talas Savaşı, önemli ölçüde milât sayılır. Türkistan’ın kuzey ve kuzeybatı kesimlerindeki Türk boylarının önemli bir kısmı da ancak 14’üncü yüzyılda Müslümanlaşmıştır (Ünver Günay-Harun Güngör, Başlangıcından Günümüze Türklerin Din Tarihi, İstanbul 1997).

Türklerin arasında İslâmiyet’in yayılması ortalama beş yüzyıl sürmüştür. Kabul edilmelidir ki bu, uzun bir zamandır. Bu kadar uzun bir zamanın geçmesinin en önemli nedeni, Türklerin toplumsal yapısıdır. Çünkü Türkler göçebeydi ve beş altı milyon kilometrekarelik bir alanda her mevsim başka bir bölgede yaşamaktaydılar. Bu kadar geniş bir alanda ve göçebe olarak yaşayan bir topluluğa İslâmiyet’in tebliğ edilmesi ve tanıtılması kolay değildir. Üstelik o bölgede siyâsî bir istikrar da yoktur. Sıkça yapılan savaşlar, bunu takip eden göçlerse tebliğ, tanıtım işlerini önemli ölçüde engellemiştir.

Oğuzların 10’uncu yüzyılda Müslümanlaşması bile Emeviler zamanında Türklerin zorla Müslümanlaştırıldıkları iddialarının bir kurgu olduğunu göstermektedir. Türklerin kılıç zoruyla Müslümanlaştırıldıkları görüşünü her ne kadar Oryantalistler icat etmiş ise de Sol Marksist çevrelerin bu görüşü severek paylaştıkları ve tekrarladıkları bilinmektedir. Bu çevreler her konuda olduğu gibi tarihî olayları kurgulamayı ve ona göre bir sonuç çıkarmayı tercih etmektedirler. Tarihte olanı değil, olmasını istediklerini görmektedirler.

Türklerin toplumsal yapılarının bir sonucu olarak, büyük çoğunluğu kitabî bir eğitimin sonunda Müslümanlaşmış değildir. Abbasîlerin, ilk Müslüman Türk devletlerinin, gezginlerin, tüccarların Türkistan’da İslâmiyet’in yayılıp kökleşmesine etkileri kadar o bölgedeki medreselerin, adı geçen âlimlerin de büyük payı vardır. Yine de İslâmiyet’in yayılmasında tarihte ortaya çıkan bir tecrübeyi hatırlamak, konunun başka bir tarafı için öğretici olabilir.

Kitabî bir dine daha önce tâbi olmamak

İslâmiyet öncesinde kitabî bir dine inanmış olan topluluklar (Ermeni-Keldani-Rum-Süryani-Yahudi gibi) arasında İslâmiyet’in yayılması çok az olmuştur. Buna karşılık İslâmiyet, öncesinde kitabî bir dine bağlılığı olmayan topluluklar (Arap-Beluç-Fars-Peştun-Kürt-Tacik-Türk-Zaza gibi) arasında daha çok ve daha hızlı yayılmıştır. İslâmiyet öncesinde Türkler de kitabî bir dine inanmış değillerdi. Türklerin tamamına yakın bir şekilde Müslüman olmalarında, önceden kitabî bir dine bağlanmamış olmalarının da bir katkısı olmalıdır.

Türklerin toplumsal özellikleri arasında “başa bağlı olmaları” yani yöneticilerini önemsemeleri, yöneticilerinin, dinî ve siyâsî tercihlerini kolayca benimsemiş oldukları bilinmektedir. Gazneli, Karluk, Karahanlı ve Selçuklu Devletlerinin kendi sınırları içindeki Türk boyları arasında İslâmiyet’in yayılmasında elde etmiş oldukları başarıları, bu durumun bir örneği olabilir.

Müslüman olan Türklerin çoğunluğu, bir kitabî ya da medrese eğitiminin sonunda dönemin şartlarından dolayı İslâmiyet’e intikal etmiş değildir. Sözlü telkinler, gezici vaazlar ve tebliğcilerin etkileri büyüktür. Ancak o gezici vaazların sürekli Türk boyları arasında bulunamayışı, bilgilendirmenin de nüfûzunu sınırlandırmıştır. Türklerin arasında İslâmiyet öncesi bazı inançların İslâm’a rağmen devam etmesine yol açmıştır. Sait Halim Paşa gibi bazı kimseler, Türklerin geri kalmasını İslâmiyet öncesi bazı inançlarının devam etmesine bağlamıştır (Buhranlarımız, İstanbul 2014). Ancak Türklerin İslâmiyet’i kabul etmelerinin ardından Büyük Selçuklu ve Osmanlı Devleti gibi kendi dönemlerinin en gelişmiş örnekleri hatırlandığında, 19’uncu yüzyılda bilinen geri kalmışlığın nedeni olarak sadece İslâmiyet öncesi bazı inançlarının devamı ile açıklayan görüşün kabulü zorlaşmaktadır.

Geri kalmanın birden fazla ve çok sayıda nedeni olmalıdır.

Yine de İslâmiyet öncesi Türk inançlarının İslâmiyet’ten sonra devam etmesi oldukça eski ve önemli bir sorundur. Medrese ekolünün bütün çaba ve itirazlarına rağmen İslâmiyet öncesi inançlar (şamanlık) yaşama ve yayılma imkânı bulmuştur. Fuat Köprülü, bazı şamanlık inanç ve törenlerinin devam ettiği en önemli alanlardan birisi olarak tasavvufun olduğunu savunmuştur (Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, İstanbul 2016).

Yine de bu görüşte bir hakikat payı vardır. Çünkü tasavvuf, büyük ölçüde sözlü gelenekle varlığını sürdürmüştür. Sözlü gelenekte ise kitap-Kur’ân dışı etkilerin görülmesi her zaman mümkün ve muhtemeldir. Tasavvuf kendisini büyük ölçüde kitaba bağlı olarak kelâm ve fıkıh ekollerini azâde saymıştır. Kelâm ve fıkıh ekollerinin tepkilerini, eleştirilerini daha çok gîl ü gâl (dedikodu) olarak görmüştür. Bunun bir sonucu olarak fıkıh-kelâm ve tasavvuf ekolleri arasındaki bitip tükenmeyen tartışmalar tarihte hiç eksik olmamıştır.

Bu tartışmaların örneği sayılacak önemli bir olay ise Celâleddin-i Rûmî’nin babası Bahaeddin Veled’in, kelâm-tefsir âlimi Fahreddin Razî ile girdiği böyle bir tartışmanın sonunda Belh’ten (Mezarışerif) göç edip Konya’ya gelmesidir.

Celâleddin-i Rûmî’nin kelâm-fıkıh ekollerine yönelttiği ağır eleştirileri bu ve benzeri olayların dışında görüp açıklamak zordur.

Türklerin arasında İslâmiyet’in yayılmasını tek bir nedene, tek bir ekole bağlamak, işin gerçeğine/aslına göz kapatmak olur. Üstelik kelâm-fıkıh âlimi olarak adı geçenlerin doğum-ölüm tarihleri dikkate alındığında tasavvuf ekolüne göre kıdemli olduklarını teslim etmek icap eder. Bunun bir sonucu olarak “Türklerin arasında İslâmiyet’in yayıcısı” olarak Ahmed-i Yesevî’yi (Ö.1166) bilmek ve anlatmak, en azından bir bilgi yanlışıdır.

İnsanlar, içinde oldukları, tercih ettikleri ekolleri ve o ekollerin öncülerini önemli ölçüde abartırlar. Tarihi o ekolden ibaret sayarlar. Bütün olumlu, hayırlı işlerin o ekol tarafından yapıldığını kabule çok isteklidirler. İşin aslının böyle olmadığına ise şiddetle tepki gösterirler. Bu durum insan tabiatının bir göstergesidir. Ancak insan tabiatı böyle yanlış tepki ve eğilimlere uygundur diye hakikat değişmez!

Türklerin arasında İslâmiyet’in yayılmasında tasavvufun da bir yeri olduğu gibi tasavvufun öncülerinden Ahmed-i Yesevî’nin de yine bir yeri vardır. Tasavvufun, Ahmed-i Yesevî’nin telkinlerine, tebliğlerine konu olan İslâm anlayışına kelâm ve fıkıh ekollerinin tepkisini de akıldan çıkarmamak, hakikatin icabıdır.

Tarihte olup bitenlerin analizini de bu ekoller arasındaki tartışmalara kurban etmemeliyiz. Yesevî’nin doğumundan (D.1093) çok önce, Talas Savaşı’na (751) kadar geçmişi olan Türklerin arasında İslâmiyet’in yayılma çabalarını yok saymak, önemsiz bilmek, ideolojik bir körlüğün, bir şartlanmışlığın işaretidir. İnsan körleştikçe, şartlandıkça hakikatten uzaklaşır. İdeolojik körlüğe ve şartlanmışlığa göre tarihin tahrifi veya kurgulanması mümkün değildir. Yalnızca bir yanılma ve yanıltma çabasıdır. Bu çabanın etkilediği bedhahlar olsa bile hakikat değişmez.

Her dilde, dinin etkisi kaçınılmazdır. Müslüman topluluklarda İslâm’ın etkisi olduğu gibi, Hıristiyan topluluklarda da Hıristiyanlığın etkisi vardır. Türkçede İslâm’ın etkisi, Türklerin Müslümanlaşması ile başlamıştır. Türklerin Müslümanlaşmasında dönüm noktası sayılan Talas Savaşı ile birlikte başlatmak yerine bu savaştan beş yüz yıl sonra doğan (1238) Yunus Emre ile başlatmak, Türkçenin, Türk edebiyatının tarihine göz kapatmak olur. İdeolojik bir şartlanmışlık işaretidir bu.

Şunu da hatırlamalı ki, Türkler, Türkiye’den ibaret değildir. Türkçe üzerindeki İslâmiyet’in etkisi için seçilecek örneğin Türkiye sınırlarından ibaret kalması da bağnazlık ve avamî bir tutum olmalıdır. Yunus Emre’nin de kendi dönemine, çevresine göre bir payı olabilir. Ancak Türkçe üzerinde İslâmiyet’in etkisi söz konusu edildiğinde Yunus Emre’den çok öncesine, belki Kaşgarlı Mahmud’a kadar (Ö.1102) gitmek icap eder.

Türkçenin Arapçadan, özellikle Farsçadan bağımsızlığını ve üstünlüğünü ispat için kitap yazan Ali Şir-Nevaî’yi bu konuda hatırlamamak büyük bir vefasızlık örneğidir.

Yunus Emre, avam için Cumhuriyet döneminde keşfedilmiş bir isimdir.