Bağımsızlık nişânesi: Ayasofya

Serdengeçti haykırıyordu: “Putperest Roma’ya yeni bir mezar kazacaklar, sessiz ve öksüz minarelerinden yükselen ezan sesleri fezaları yeniden inletecek! Şerefelerin yine Allah’ın ve O’nun Sevgili Peygamberi Hazreti Muhammed’in aşkına, şerefine ışıl ışıl yanacak; bütün cihan Fatih Sultan Mehmed Han dirildi sanacak! Bu olacak Ayasofya, bu muhakkak olacak! İkinci bir fetih, yine bir ba’sü ba’delmevt...”

AYASOFYA’da mutlu sona gelindi. Elhamdülillah!

Çok mücadele verildi. Ama kimse yılmadı, bıkmadı, usanmadı. Herkes samîmi olarak elinden geleni yaptı. Allah tümünden râzı olsun. 53 yaşında biri olarak, artık genç değilim ve ben de gençliğimde Ayasofya özlemi ile mitinglere, meydanlara koşan biriydim. Ayasofya şiirlerini ezbere okurduk. Ayasofya şiirleri yazardık. Serdengeçti merhumun şiiri ve ardından mahkemede yaptığı savunması elden ele dolaşırdı.

“Ey İslâm’ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya!/ Şerefelerinde fethin, Fatih’in şerefi,/ Işıl ışıl yanan muhteşem mabet!/ Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?/ …/ Ayasofya! Ayasofya!/ Seni bu hâle koyan kim?/ Seni çırılçıplak soyan kim?”

Bu mısralar rûhumuzu kasıp kavuruyordu. Hele idamla yargılandığı o savunma!

“Muhterem hâkimlerim!

Böyle bir yazıya nasıl olur da 161’inci maddenin ağzıyla, ‘Millî menfaatleri kırıcı’, ‘Halkın mâneviyatını bozuyor’, ‘Düşman karşısında memleketin mukavemetini azaltıcı’, ‘Yabancılarla işbirliği yapmak’ gibi bizi çileden çıkaran, can düşmanımız komünistlere isnat edilebilecek en şeni, en deni suçlar bize isnat edilebilir?

İddia mâkâmının diğer bir iddiası da şudur: Biz Türk-Yunan dostluk münasebetlerini bozmuşuz. Bir kısım vatandaşlar arasına nifak sokmuşuz. Ağlar mısın, güler misin?

Bidayette söylediğim gibi, savcılık bu dâvâyı yanlış yere getirmiş. Dosyayı Yunanistan’a gönderseydi daha iyi etmiş olurdu.

İstanbul’un, hattâ İzmir’in Yunan olduğunu söyleyen, bunun üzerine şiirler, kasideler yazan Yunan muharrirlerini, şairlerini Yunan hükûmeti teşvik ederken, Ayasofya’da tekbir sesi, ezan sesi işitmek isteyen bir insanı bizimkiler vatana ihanet suçuyla ağır ceza mahkemelerine sevk ediyorlar. Bu mukayese beni çıldırtıyor! Sanki karşımda, iddia mâkâmında Müslüman bir Türk’ü değil, Athenagoras’ın mümessilini görüyorum. Ürperiyorum!

Din gayretiyle, iman gayretiyle kurtulan, şehitler ve gaziler memleketi olan bu memlekette, kendi öz vatanımızda, kendi vicdanımızın, kendi imanımızın, kendi tarihimizin sesini duyurmak, neden, niçin, hangi ölçülere göre suç oluyor?”

İşte böyle trajikomik sahnelere şâhit olmuşlardı büyüklerimiz!

Ayasofya mahzundu, öksüzdü, mahpustu. Minarelerine ve kapılarına zincir vurulmuştu. Tıpkı 1492’lerde İspanyol işgaliyle susturulan Kurtuba Camii gibi… İlhan Berk ise şöyle resmediyordu durumu: “İşte kurşun kubbeler şehri İstanbul’dasın/ Havada kaçan bulutların hışırtısı/ Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyor/ Yeni Cami Süleymaniye arkalarını kirli bir göğe vermişler/ Hiç kımıldamıyorlar/ Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış bütün iştahıyla ağlıyor…”

Ayasofya ağlıyordu. Cengiz Numanoğlu da Ayasofya ile konuşmuş, duygularına tercüman oluyordu: “Ayasofya diyor ki, ‘Yolları gözlüyorum,

Allah’a secde eden, kulları özlüyorum./ Kaç asırdır yastayım, Fatih’in hasretinden,/ Gör ki, mihrâb ağlıyor hicrânın kasvetinden…”

Bayrak şairi Arif Nihat Asya da kapatanlara da açmayanlara da sitem ediyordu: “Ulu mâbed, neye hicrana büründün böyle?/ Fatih’in devrini bir nebzecik olsun söyle!/ Beş vakit loşluğunda saf saftık,/ Davetin vardı dün ezanlarda,/ Seni ey mabedim, utansınlar/ Kapayanlar da, açmayanlar da!”

Üstad Necip Fazıl da haykırıyordu “Ayasofya açılmalıdır! Türk’ün kapanış bahtıyla beraber açılmalıdır./ Yalnız manayı anlasak yalnız onu yerine getirebilsek… Ayasofya’nın kapıları sabır taşı gibi çatlar kendi kendisine açılır. Kendi öz evimizde ruh ve mukaddesat odamız Ayasofya budur!” sözleriyle…

Ahmet Mahir Pekşen de, “Susun! Susun, dinleyin: Ayasofya ağlıyor!/ Kubbesinde çınlayan tekbirleri arıyor” diyordu şiirinde.

Yine Cengiz Numanoğlu, “Şimdi sözün özünü, bütün dünya dinlesin;/ Hak her zaman gâliptir, Allah’ın hükmü kesin./ Fâtihlerde oldukça, bu yürek, bu cesâret;/ Andolsun ki, yakında bitecek bu esâret” diyordu.

Bitecekti bu esâret, bitmeliydi! Yıldık mı? Hayır!

Serdengeçti haykırıyordu: “Putperest Roma’ya yeni bir mezar kazacaklar, sessiz ve öksüz minarelerinden yükselen ezan sesleri fezaları yeniden inletecek! Şerefelerin yine Allah’ın ve O’nun Sevgili Peygamberi Hazreti Muhammed’in aşkına, şerefine ışıl ışıl yanacak; bütün cihan Fatih Sultan Mehmed Han dirildi sanacak! Bu olacak Ayasofya, bu muhakkak olacak! İkinci bir fetih, yine bir ba’sü ba’delmevt... Bugünler belki yarın, belki yarından da yakındır. Ayasofya, belki yarından da yakın…”

Bir yanda Necip Fazıl da Anadolu’yu geziyor, “Ayasofya açılacak” diyordu:

“Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem. Fakat Ayasofya açılacak. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilir. Ayasofya açılacak. Hem de öyle açılacak ki, kaybedilen bütün mânâlar zincire vurulmuş, kan revan içinde masumlar gibi ağlaya ağlaya, üstünü başını yırta yırta onun açılan kapılarından dışarıya vuracak.

Öyle açılacak ki, bu millete iyilik etmiş sanılan kötülerle kötülük etmiş sanılan iyilerin gizli dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçirilecek.

Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin kapısını mühürlediği Ayasofya, yine aynı şekilde mühürlemeye yeltenip hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaşacağı günü dehşetle beklediği mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbine eş açılacak.

Ayasofya’yı artık önüne geçilemez bir sel, bu sel açılacak. Bekleyin gençler. Biraz daha rahmet yağsın. Her yağmurun arkasında bir sel vardır. Hepimiz şöyle diyelim: ‘O selin üzerinde bir saman çöpü olsam, daha ne isterim?’

Gençler! Kayaları biçecek, ormanları tıraş edecek ve betonarmeleri söküp götürecek olan bu sel yakındır."

Timurtaş Hoca da vaazlarında “Açılacak” diyor, birileri gibi eğip bükmeden, asıl mevzulara “teferruat” demeden haykırıyordu.

Yine Üstad Necip Fazıl, son noktayı koyuyordu: “Fatih Sultan Mehmed bu hikmeti sezdi ve Ayasofya’yı İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti. Ayasofya açılacak! Aziz bir kitap gibi açılacak!”

Âcizane bendeniz de, “Kırılır zincirlerin, elbet bir gün kırılır/ Sürmez bu esaretin, süremez Ayasofya/ Kuyular mekân olmaz Yusuflara dürülür/ Sürmez bu esaretin, süremez Ayasofya” demiştim.

Kadir Mısıroğlu ise ölmeden haykırmıştı:

“Müslümanlar, her fethettikleri yerde bir mâbedi fethin sembolü olmak üzere camiye dönüştürürler. İslâm hukuku, fethen girilen bir yerde, fethi gerçekleştirenlere bazı haklar tanır. Bu haklardan birisi de bir mâbedin câmiye dönüştürülmesidir.

Ayasofya, İstanbul Fethi’nin sembolüdür. Çünkü Fatih, Ayasofya’yı fethin sembolü olmak üzere camiye dönüştürdü. Bununla beraber fethen İslâm’a râm edilen her şehrin bir camisinde, hutbe, kılıca dayanarak okunur. Bu âdet başlangıçta Ayasofya’da yapılıyordu. İkinci Bayezid bu şerefi kendine almak için babasının âdetini bozdu ve bu geleneği Beyazıt Camisi’ne taşıdı. Bugün bile Beyazıt Camisi’nde hatip, hutbeye kılıçla çıkar. Cuma günü gidip görebilirsiniz. Bunun mânâsı şudur: ‘Güç benim elimde olduğu için, burada hakk-ı kelâmım var. Gerçekleri sınırsızca söyleyebiliyorum.’

Ayasofya fethin sembolü olmakla birlikte Fatih Hazretleri, Ayasofya Vakfiyesini bedduâ ile bitiriyor, ‘Kim bu Vakfiyeyi bozarsa, Allah’ın ve meleklerin lâneti onun üzerine olsun’ diyor. Onu bozanın üzerinde de bu bedduâ devam ediyor.

Şunu da ifade etmeliyim ki, Lozan’da, Ayasofya konusuyla ilgili alınmış bir karar yok. Lozan 1923’te, Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi ise 1930’da olmuş bir iş.

Ayasofya’nın açılması yakın bir gelecekte olacak. Çünkü mevsim, İslâm’a doğru gidiş mevsimidir. Bu gidişin bir safhası da Ayasofya olacak. Ayasofya ile ilgili daha bir sürü gelişme olacak ve mevsim, İslâm’ın galebesine doğru gidilme mevsimi olacak. Tahmin ederim, çok gecikmeden o da Tayyip Bey’e nasip olur. Esas ana kubbenin altında da bir namaz kılınır.”

İşte karşı mahallenin bebelerinin ağzında “Deli Kadir” diye dalga geçilen ama aslında “Veli Kadir” olan Kadir Mısıroğlu…  

“Açılacak” diyorduk, inanıyorduk. Elbette açılacaktı, açıldı. Elhamdülillah! Bizler de bu mutlu sonun gerçekleşeceğine iman etmiştik. Rabbim, “Lozan” denilen şartlı tahliye belgesinin yüzüncü yılında zincirleri kırdırdı ve Ayasofya hür oldu.


Bugünlere nasıl gelindi?

Birçok iddia var. En meşhur iddiaya göre, Ayasofya Kararnâmesi sahtedir ve iş, oldubittiye getirilmiştir. Bu iddiayı dile getirenlerden biri de Türk Tarih Kurumu’nun eski Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’dur. Hallaçoğlu Milliyet’ten Mert İnan’a şunları anlatmıştı:

“Söz konusu kararnâme hiçbir zaman Resmî Gazete’de yayımlanmadı. Tarih ve sayı numaraları da yok. Açık bir hukuksuzluk var. Atatürk’e ait olduğu söylenen ıslak imza sahte. Mustafa Kemal Paşa ‘Atatürk’ unvanını almadan önce, kararnâmeye Atatürk imzası atılmış. Ancak soyadı kanunundan sonraki imzaları ile kararnâmedeki imzası birbirine hiç benzemiyor.

1934’te avludaki mozaiklerin ortaya çıkarılması için 9 kişilik heyet kuruldu. O dönem Ayasofya’nın etrafı dükkânlarla dolu ve çevresi harap hâldeydi. 1931’de çevre düzenlemelerine başlandı. 1934’de sıva tozları nedeniyle halılar sökülünce kısa bir süreliğine ibadete kapatıldığı duyuruldu. Atatürk’ün ölümüne kadar açılması geciktirildi. Sonrasında ise sahte imza dayanak yapılarak müzeye dönüştürüldü. Ayasofya’nın müze yapılmasına ilişkin kararnâmede ABD Büyükelçisi Joseph Grew ve Amerika Bizans Enstitüsü’nden Thomas Whittemore’un entrikaları olduğuna dair bulgular var.”

Yine bu kararnâmedeki gariplikler bununla da bitmez. İki sayfalık kararnâmenin metninde de bir gariplik mevcût olduğunu, sayfaların üzerindeki antetlerin de farklı olduğu, ilk sayfadaki “T. C. Başvekâlet Kararlar Müdürlüğü” antetli resmî kâğıda daktilo ile yazılmış ve 2/1589 numarası konmuştur ama antet ikinci sayfada değişmiş hâliyle “T. C. Başvekâlet Muamelât Müdürlüğü” olduğunu yine Halaçoğlu belirtmiştir.

İşin içindeki bir tuhaflık da, 1931’de Amerika Bizans Enstitüsü’nün kurucusu Amerikalı arkeolog Thomas Whittemore’nin Ayasofya’daki mozaiklerin tekrar ortaya çıkarılması için Türkiye’deki yönetimden izin istemesidir. Cumhuriyet’in ilânından sonra, Ayasofya’da birtakım tamirata; ibadethane kısmı, dış avlu ve bina etrafı müze hâline getirilmek için faaliyetlere girişildi. Sonuçta 1934 yılında bu iş gerçekleştirildi. Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci de şu ilâve bilgileri verir:

“1934’te İnönü’nün Maarif Vekili Abidin Özmen, camiyi vakıflardan alıp kendi bakanlığına naklettirdi. Müze fikri de o arada çıktı. Gazi bu iş için biri Alman, 9 kişilik bir komisyon kurdu. Prof. Eckhard Unger dışındakiler, ibadete kapatılmasını tavsiye etti. Eckhard, ibadethane olarak kullanılırsa caminin daha iyi bakılacağını düşünüyordu.

“Açılacak” diyorduk, inanıyorduk. Elbette açılacaktı, açıldı. Elhamdülillah! Bizler de bu mutlu sonun gerçekleşeceğine iman etmiştik. Rabbim, “Lozan” denilen şartlı tahliye belgesinin yüzüncü yılında zincirleri kırdırdı ve Ayasofya hür oldu.

Whittemore’nin hâmisi zengin Amerikalı işadamı Charles Crane, Cumhuriyet’in kuruluşunda Ankara’ya destek olmuştu. Onun adamının arzusunu geri çevirmek olmazdı. 24 Kasım 1934’de Bakanlar Kurulu kararıyla, parasızlık ve -her ne demekse- ‘bütün Şark âlemini sevindireceği’ gerekçesiyle Ayasofya’nın ibadet dışındaki kısımları müzeye dönüştürüldü. 1 Şubat 1935’te de müze olarak halka açıldı. Cami kapatılınca, halıları kesilerek sağa sola dağıtıldı. Şamdanları eritilmek üzere dökümhaneye götürüldü. Levhalar ise çok büyük olduğu için çıkarılamayıp depoya kaldırıldı. Bunlar Adnan Menderes devrinde tekrar asıldı.

Caminin yanında, İstanbul’da Osmanlıların ilk üniversitesi olan Ayasofya Medresesi de yıkıldı. Whittemore, Kariye Camiî’ni de müze yaptırmaya muvaffak oldu.

İbrahim Hakkı Konyalı anlatıyor: ‘1934’te Tan gazetesinde iken Arkeoloji Müzesi mimarı Kemal Altan geldi. Ağlayarak, ‘Hoca, bugün Ankara’dan gelen emir üzerine Küçük Ayasofya’nın iki minaresini temeline kadar indirdik. Bu gece de Ayasofya’nın dört minaresini indireceğiz’ dedi. Bunun üzerine kendisine, ‘Minareler kubbenin desteğidir; yıkılırsa, Ayasofya da yıkılır’ mealinde bir rapor yazdırttım. Bunun neşri üzerine yıkımdan vazgeçildi.”

Murat Bardakçı’ya göre ise Atatürk, Ayasofya’nın ibadete kapatılıp müze hâline getirilmesini 24 Kasım 1934 tarihli meşhur kararnâmeden seneler önce düşünmektedir ve bu düşüncesini Grace Ellison adında bir İngiliz Hanım gazeteciye tâ 1923’te açıkça ifade etmiştir. Yazının devamı şöyle:

“Ayasofya bahsi, Ellison’un ‘Ankara’da Bir İngiliz Kadın’ isimli kitabında geçer… 30 Ağustos 1922’deki büyük zaferden kısa bir müddet sonra Vatikan’da Papa Pius ile görüşür ve daha fazla kan dökülmesi ihtimâlinin Papa’yı endişelendirdiğini görür. Ellison bu görüşmenin hemen ardından Türkiye’ye gelip Ankara’ya gider, Mustafa Kemal Paşa ile bir araya gelir ve zaferi yeni kazanmış olan Paşa’ya, ‘Hıristiyan dünyasına karşı nasıl iyi bir jest yapabileceğini, meselâ daha önce Hıristiyan mâbedi olan Ayasofya’yı Hıristiyanlığın kutsal lideri olan Papa’ya iade edip edemeyeceğini’ sorar ve Paşa’dan şu cevabı alır:

‘Ayasofya gerçi bizim İslâmî geleneğimizin bir parçasıdır. Hıristiyanlar şayet tek bir kütle olsalardı bu mümkün olabilirdi ama Kilise o kadar çok bölünmüştür ki artık mümkün değildir. Böyle bir şey Rusların, Yunanlıların ve Anglikanların Ayasofya için bizim toprağımızda birbirleri ile savaşa tutuşmalarına sebebiyet verir; netîcede sizin barış için düşündüğünüz jest sonsuz bir arbedeye, bir mücadeleye sebebiyet verir. Bununla beraber Hıristiyanlığı dünyanın gözünde onore edebilmek için gücümüzün yettiği çabayı göstermeye çalışacağız. Ayasofya’yı cami olarak muhafaza etmemiz Katolik Kilisesi’ni hakikaten incittiği takdirde orayı müze hâline getirebilir veya ebediyyen kapatabiliriz. Hıristiyan dünyasını kasten incittiğimizi hiç kimse söyleyememelidir.”

Sonuçta öyle ya da böyle, 24 Kasım 1934 tarih ve 1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnâmesi ile Ayasofya camilikten çıkarıldı ve müze yapılarak Müzeler Genel Müdürlüğüne bağlandı. Bu sırada Ayasofya Külliyesi içindeki medrese yıktırıldı, camiye ait birçok eşya kaldırıldı. Bu tarihten sonra Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması için girişimler oldu ama iş artık lÂiklik ile eşdeğer bir konuma getirildi. “Ayasofya” diyen herkes irtica ile yaftalandı. Menderes’e bile bu konuda müracaat edildi.

Prof. Dr. Erhan Afyoncu’nun anlattığına göre, Ayasofya’nın yeniden açılması için tarihte verilen ilk resmî dilekçenin hikâyesi şöyledir:

“Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra, 16 Haziran 1953’te Meclis’te ezanın Arapça okunma yasağı kaldırılmıştı. Bütün yurtta büyük memnuniyet uyandıran bu uygulamadan cesaret bulan Kartal-Yunus İstasyonu makasçısı Halit Demiryumruk, 30 Eylül 1950’de Başbakan’a şu dilekçeyi göndermişti:

‘Pek muhterem Sayın Başbakan Adnan Menderes, Ezan-ı Muhammediye’ye karşı göstermiş olduğunuz İslâmî hissiyatınıza güvenerek sizlerden, Ayasofya’nın cami olarak açılıp bizlere ihsanını Müslüman Türk kardeşlerim nâmına rica ve istirham eder, sonsuz sevgi ve saygılarımın kabulünü dilerim.

30.09.1950. Halit Demiryumruk, Kartal-Yunus İstasyonu makasçısı.

Bu dilekçe Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde şu âna kadar bulunmuş bu konudaki tek resmî müracaattır. Ancak Cumhuriyet Arşivi’ne yeni tasnifler ilâve edildikçe başka dilekçelerin çıkma ihtimâli de vardır.”

Bu dilekçeden başka, Avukat Bekir Berk’in de benzer bir girişimi olduğunu öğreniyoruz. Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci bu olayı da şöyle anlatıyor: “Demokrat Parti hükûmeti, iktidara gedikten sonra Ayasofya’yı ibadete açmayı düşündü. Milliyetçiler Cemiyeti bunu müdafaa edenlerin başında geliyordu. Avukat Bekir Berk, hükûmete açık mektubunda, Ayasofya’nın bu hâline yalnızca Yunanlıların sevineceğini söylediği için lâikliğe aykırı davranmaktan dolayı hakkında dâvâ açıldı; mecmuası da kapatıldı.”

1965 yılına gelindiğinde Suat Hayri Ürgüplü’nün Başbakanlığı sırasında Mehmed Şevket Eygi, Bugün gazetesinde Ayasofya’nın ibadete açılması istikametinde neşriyat yaptı. Necip Fazıl da bu mealde, Millî Türk Talebe Birliği’nde bir konferans verdi. Bunlar amme efkârında bir uyanışa yol açtı. Gençler Ayasofya önünde nümayiş yaptı.


Süleyman Demirel, hiç olmazsa cami içinde küçük bir bölümünü açmak istedi. Sultan Mecid’in yaptırdığı Hünkâr Mahfili, 8 Ağustos 1980’de Süleyman Demirel tarafından ibadete açıldı ve Ayasofya’dan tekrar ezanlar okunmaya başlandı. Ama 12 Eylül Darbesi’nden sonra eskiye dönüldü.

Özal döneminde ise, 1992’de Yıldırım Akbulut Başbakan iken, Özal’ın bizzat girişimleri ile Hünkâr Mahfili tekrar ibadete açıldı ve dört minareden ezan okundu. Akbulut, son girdiği ANAP Kongresi’nde Ayasofya’nın tamamını ibadete açmayı vaat etti ama seçimi kaybetti. Hattâ DYP-SHP hükûmeti zamanında Kültür Bakanı olan Fikri Sağlar, üç minaredeki ezan sesini kaldırdı, sadece tek minarede ezan okunmaya devam etti.

Ayasofya hakkında, başta Prof. Dr. Necmeddin Erbakan olmak üzere Alparslan Türkeş ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun da ortak hareket ederek mücadele verdiklerini görüyoruz. Millî Görüş hareketinin lideri merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Ayasofya Camiî hakkında, “Ayasofya, hakkın bâtıla galebesinin sembolüdür” demiş, sayısız konferans vermişti.

Ayasofya için verilen mücadelede önemli bir bilgiyi de Hakkı Öznur’un Yeniçağ gazetesine verdiği şu beyanattan öğreniyoruz:

“Ayasofya’nın ibadete açılması ve Topkapı Sarayı Kutsal Emanetler Dairesi’nde sürekli Kur’ân okunmasıyla ilgili kanun teklifi, DYP Isparta Milletvekili Ertekin Durutürk tarafından 18’nci dönemde verilmiş, ancak görüşülememiş; 19’uncu dönemde bu teklifi yeniden vermiştir. Bu arada yine 19’uncu dönemde, Refah Partisi Kocaeli Milletvekili ve Grup Başkanvekili Şevket Kazan ve 21 arkadaşı da tekrar aynı teklifi vermişlerdir. Refah Partisi 14 Şubat 1992 tarihinde yine Ayasofya ile ilgili bir kanun teklifi önergesi vermişti. RP adına konuşan İstanbul milletvekili Ali Oğuz, önergeyle ilgili bir konuşma yapmıştı.

DYP 19. Dönem Isparta eski milletvekili Ertekin Durutürk, daha önce verdiği kanun teklifinin komisyonda görüşülmediğinden mustarip olmuştur. Bu konunun komisyonda görüşülmeden TBMM gündemine alınması için bir önerge hazırlamıştır. Bu önergenin görüşmeleri sırasında SHP grubu ise bu oylamanın açık oylama ile yapılması için başka bir önerge sunmuştur. RP grubu adına Abdülatif Şener ve arkadaşları da Ayasofya Camiî’nin ibadete açılmasıyla ilgili kanun teklifinin İçtüzük’ün 38’nci maddesi uyarınca doğrudan gündeme alınmasına ilişkin önergenin açık oylama ile yapılması için başka bir önerge vermiştir.

Oylama şekli ile ilgili verilen bu iki önerge, Meclis Başkanlığı tarafından aynı mahiyette olduğu için birleştirilmiştir ve oylama, açık oylama şeklinde 13 Nisan 1994 günü TBMM Genel Kurulu’nda yapılmıştır. Oylamaya 238 milletvekili katılmış ve önerge 87 red ve 1 geçersiz oya karşılık 150 kabul oyu ile TBMM Genel Kurulu gündemine alınmak üzere sıra sayısı almıştır. Ancak mesele burada kalmıştır ve bu önerge sonucu 649 sıra sayısı alarak TBMM’nin tozlu arşivlerinde kalarak, kadük kalarak o günden bugüne kadar hiçbir şekilde TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmemiştir.”

Öznur’un verdiği beyanatın devamında da ilginç bilgiler var:

“9 Mayıs 1995 günü BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında Ayasofya’nın müze olarak kullanılmasının tarihî köklerimize saygısızlık niteliği taşıdığını savunarak, ‘Bu saygısızlığa son verilmeli ve Ayasofya Camiî mutlaka ibadete açılmalıdır’ demiştir.

Muhsin Yazıcıoğlu, Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla ilgili kanun teklifinin gündemde beklediğini anımsatarak, Meclis Danışma Kurulu’nun, teklifin öncelikle ele alınması için toplanmasını istemiştir. Muhsin Yazıcıoğlu, Meclis’in bu konuda tereddüt taşıması hâlinde konunun referanduma götürülmesi ve her halükârda milletin isteğinin yerine getirilmesi gerektiğini söylemiştir.

Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasının çok yönlü faydaları olduğunu kaydeden Yazıcıoğlu, şöyle demiştir: ‘Bunlardan ilki, toplum vicdanında Fatih’in emanetine sahip çıkmaktan dolayı meydana gelecek rahatlamayla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihiyle bağdaşmasına bir katkı sağlanacaktır. Bir diğer önemli fayda da, dünya kamuoyuna verilecek haysiyet ve fazilet mesajıdır. Ayasofya’yı ibadete açacak Türkiye, bugün dünyada ezilip büzülen, tarihî misyonuna sahip çıkamayan, ezik bir dış politika anlayışını terk ettiğini, yerine tarihî değerlerinden kompleks yerine şeref duyan, yeryüzünde kendi değerleriyle ayakta durmayı fazilet bilen, başı dik bir dış politika anlayışını benimsediğini hissettirecektir.’

Muhsin Yazıcıoğlu, 3 Eylül 1995 günü düzenlediği bir basın toplantısında yine Ayasofya konusuna değinerek, ‘Yunanistan, müftümüzü tutuklayıp cezaevine atıyor, camileri kilise hâline getiriyor. Biz ise Fatih’in emaneti Ayasofya’yı ibadete açamıyoruz’ demiştir.”

Alparslan Türkeş de bir konuşmasında, “Ayasofya bir mabettir, bir camidir. Onun mabet olarak kullanılması en hayırlı yoldur. Ayasofya üzerinde tasarruf hakkı, aziz Türk milletine aittir. Ayasofya Camiî, ibadete mutlaka açılmalıdır” demiştir.

Ayasofya hakkındaki tarihî dönemeç

Günümüze gelindiğinde ise, Danıştay’a mevcût 1934 tarihli Bakanlar Kurulu Kararının iptali için müracaat edilir. Danıştay, 2 Temmuz 2020 tarihinde oy birliğiyle aşağıdaki tarihî kararı verir:

 “Türk hukuk sisteminde kadimden beri korunarak yaşatılan ‘vakfa ait taşınmaz ve hakların vakfiyesi doğrultusunda istifadesine bırakıldığı’, toplum tarafından kullanılmasına engel olunamayacağı, vakıf senedinde sürekli olarak tahsis edildiği cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığı sonucuna varıldığından, bu hususlar dikkate alınmaksızın Ayasofya’nın cami olarak kullanımının sonlandırılarak müzeye çevrilmesi yönünde tesis edilen dâvâ konusu Bakanlar Kurulu Kararında hukuka uygunluk görülmemiştir.”

Bu tarihî karara oy birliği ile imza atan hukukçularımız; Başkan Yılmaz Akçil ve üyeler Ali Ürker, Ömer Civri, Abdullah Aygün, Lütfiye Akbulut.

24 Temmuz Cuma günü 350 bin kişinin katıldığı bir Cuma namazıyla Ayasofya, özgürlüğüne kavuştu. Elhamdülillah!

Sembollerin gayr-i resmî bir dil olarak kullanıldığı dünyada Ayasofya’nın açılışındaki her ayrıntının sembolik bir anlamı vardı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin beraber hareket etmeleri, orada hazır bulunmaları en büyük mesajlardan biriydi. Cumhurbaşkanımız Erdoğan, namaz öncesi Fatiha ile Bakara’nın ilk 5 âyetini okudu. Fatiha Sûresi bu açılışla bizlere bugünleri gösteren Rabbimize karşı şükrümüzün bir ifadesiydi.

Namazı kıldıran Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, sol elinde tuttuğu bir kılıçla hutbe okudu. Ayasofya’nın açık olduğu 481 yıl boyunca kesintiye uğramadan hutbeler kılıçla okunmuştu. Bu kılıç, fethedilen bir şehirdeki en büyük mabedin kılıç hakkı olarak camiye çevrilmesinin bir ifadesidir. Fethin sembolü olan camilerde bu bir gelenektir. Ayrıca kılıcın sağ elde olması düşmana gözdağı, sol elde olması ise barışı simgelemektedir. Meselâ Samsun’un Ladik ilçesinde bulunan Kılıçlı Cami’de, 1075 yılından itibaren hutbe kılıçla birlikte okunmaktadır. İlçenin Selçuklu Sultanı Melik Ahmet Danişment Gazi’nin komutanları tarafından 1075’te fethedilmesinin ardından, buradaki kilise, camiye çevrilmiştir. O tarihten bugüne kadar tam 945 yıldır her Cuma kılıç geleneği uygulanmaktadır.

Ayasofya Camiî’nin minberinde ayrıca fethin sembolü olarak iki adet yeşil sancak asılıydı. Yeşil zemin üzerinde üç beyaz hilâl ise, üç kıtadaki Osmanlı egemenliğini, Avrupa, Asya ve Afrika’yı temsil etmektedir.

Kılınan ilk Cuma namazında ayrıca Fetih Sûresi’nden âyetler okundu. Bu da yine fethin gereği olarak yapının cami olduğunu göstermekteydi.

Sonuçta zincirler kırılır ve Ayasofya esâretten kurtulur. Necip Fazıl’ın şiirini artık şu şekilde okuyabiliriz: “Kırıldı da artık bütün dişliler/ Döner şanlı şanlı çarkımız bizim/ Gökten bir el, yaşlı gözleri sildi/ Şenlendi evimiz barkımız bizim…”

Ayasofya hürriyetine kavuştu. Darısı Kudüs, Mekke, Medîne ve Kurtuba gibi diğer mahzun ve boynu bükük mabetlere…