
AYASOFYA’da mutlu sona gelindi. Elhamdülillah!
Çok mücadele
verildi. Ama kimse yılmadı, bıkmadı, usanmadı. Herkes samîmi olarak elinden
geleni yaptı. Allah tümünden râzı olsun. 53 yaşında biri olarak, artık genç
değilim ve ben de gençliğimde Ayasofya özlemi ile mitinglere, meydanlara koşan
biriydim. Ayasofya şiirlerini ezbere okurduk. Ayasofya şiirleri yazardık. Serdengeçti
merhumun şiiri ve ardından mahkemede yaptığı savunması elden ele dolaşırdı.
“Ey İslâm’ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya!/ Şerefelerinde
fethin, Fatih’in şerefi,/ Işıl ışıl yanan muhteşem mabet!/ Neden böyle bomboş,
neden böyle bir hoşsun?/ …/ Ayasofya! Ayasofya!/ Seni bu hâle koyan kim?/ Seni
çırılçıplak soyan kim?”
Bu mısralar rûhumuzu
kasıp kavuruyordu. Hele idamla yargılandığı o savunma!
“Muhterem hâkimlerim!
Böyle bir yazıya nasıl olur da 161’inci maddenin
ağzıyla, ‘Millî menfaatleri kırıcı’, ‘Halkın mâneviyatını bozuyor’, ‘Düşman
karşısında memleketin mukavemetini azaltıcı’, ‘Yabancılarla işbirliği yapmak’
gibi bizi çileden çıkaran, can düşmanımız komünistlere isnat edilebilecek en
şeni, en deni suçlar bize isnat edilebilir?
İddia mâkâmının diğer bir iddiası da şudur: Biz
Türk-Yunan dostluk münasebetlerini bozmuşuz. Bir kısım vatandaşlar arasına
nifak sokmuşuz. Ağlar mısın, güler misin?
Bidayette söylediğim gibi, savcılık bu dâvâyı yanlış
yere getirmiş. Dosyayı Yunanistan’a gönderseydi daha iyi etmiş olurdu.
İstanbul’un, hattâ İzmir’in Yunan olduğunu söyleyen,
bunun üzerine şiirler, kasideler yazan Yunan muharrirlerini, şairlerini Yunan
hükûmeti teşvik ederken, Ayasofya’da tekbir sesi, ezan sesi işitmek isteyen bir
insanı bizimkiler vatana ihanet suçuyla ağır ceza mahkemelerine sevk ediyorlar.
Bu mukayese beni çıldırtıyor! Sanki karşımda, iddia mâkâmında Müslüman bir Türk’ü
değil, Athenagoras’ın mümessilini görüyorum. Ürperiyorum!
Din gayretiyle, iman gayretiyle kurtulan, şehitler ve
gaziler memleketi olan bu memlekette, kendi öz vatanımızda, kendi vicdanımızın,
kendi imanımızın, kendi tarihimizin sesini duyurmak, neden, niçin, hangi
ölçülere göre suç oluyor?”
İşte böyle
trajikomik sahnelere şâhit olmuşlardı büyüklerimiz!
Ayasofya mahzundu,
öksüzdü, mahpustu. Minarelerine ve kapılarına zincir vurulmuştu. Tıpkı 1492’lerde
İspanyol işgaliyle susturulan Kurtuba Camii gibi… İlhan Berk ise şöyle
resmediyordu durumu: “İşte kurşun
kubbeler şehri İstanbul’dasın/ Havada kaçan bulutların hışırtısı/ Karaköy
çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyor/ Yeni Cami Süleymaniye
arkalarını kirli bir göğe vermişler/ Hiç kımıldamıyorlar/ Ayasofya elleriyle
yüzünü kapamış bütün iştahıyla ağlıyor…”
Ayasofya
ağlıyordu. Cengiz Numanoğlu da Ayasofya ile konuşmuş, duygularına tercüman
oluyordu: “Ayasofya diyor ki, ‘Yolları
gözlüyorum,
Allah’a secde eden, kulları özlüyorum./ Kaç asırdır
yastayım, Fatih’in hasretinden,/ Gör ki, mihrâb ağlıyor hicrânın kasvetinden…”
Bayrak şairi Arif
Nihat Asya da kapatanlara da açmayanlara da sitem ediyordu: “Ulu mâbed, neye hicrana büründün böyle?/ Fatih’in
devrini bir nebzecik olsun söyle!/ Beş vakit loşluğunda saf saftık,/ Davetin
vardı dün ezanlarda,/ Seni ey mabedim, utansınlar/ Kapayanlar da, açmayanlar
da!”
Üstad Necip Fazıl
da haykırıyordu “Ayasofya açılmalıdır! Türk’ün
kapanış bahtıyla beraber açılmalıdır./ Yalnız manayı anlasak yalnız onu yerine
getirebilsek… Ayasofya’nın kapıları sabır taşı gibi çatlar kendi kendisine
açılır. Kendi öz evimizde ruh ve mukaddesat odamız Ayasofya budur!” sözleriyle…
Ahmet Mahir Pekşen
de, “Susun! Susun, dinleyin: Ayasofya
ağlıyor!/ Kubbesinde çınlayan tekbirleri arıyor” diyordu şiirinde.
Yine Cengiz
Numanoğlu, “Şimdi sözün özünü, bütün
dünya dinlesin;/ Hak her zaman gâliptir, Allah’ın hükmü kesin./ Fâtihlerde
oldukça, bu yürek, bu cesâret;/ Andolsun ki, yakında bitecek bu esâret” diyordu.
Bitecekti bu esâret,
bitmeliydi! Yıldık mı? Hayır!
Serdengeçti
haykırıyordu: “Putperest Roma’ya yeni bir
mezar kazacaklar, sessiz ve öksüz minarelerinden yükselen ezan sesleri fezaları
yeniden inletecek! Şerefelerin yine Allah’ın ve O’nun Sevgili Peygamberi
Hazreti Muhammed’in aşkına, şerefine ışıl ışıl yanacak; bütün cihan Fatih
Sultan Mehmed Han dirildi sanacak! Bu olacak Ayasofya, bu muhakkak olacak! İkinci
bir fetih, yine bir ba’sü ba’delmevt... Bugünler belki yarın, belki yarından da
yakındır. Ayasofya, belki yarından da yakın…”
Bir yanda Necip
Fazıl da Anadolu’yu geziyor, “Ayasofya açılacak” diyordu:
“Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem. Fakat Ayasofya
açılacak. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya’nın
da açılıp açılmayacağından şüphe edebilir. Ayasofya açılacak. Hem de öyle açılacak
ki, kaybedilen bütün mânâlar zincire vurulmuş, kan revan içinde masumlar gibi
ağlaya ağlaya, üstünü başını yırta yırta onun açılan kapılarından dışarıya
vuracak.
Öyle açılacak ki, bu millete iyilik etmiş sanılan
kötülerle kötülük etmiş sanılan iyilerin gizli dosyaları da onun mahzenlerinde
ele geçirilecek.
Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin kapısını
mühürlediği Ayasofya, yine aynı şekilde mühürlemeye yeltenip hiçbir şey
yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaşacağı günü
dehşetle beklediği mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbine eş açılacak.
Ayasofya’yı artık önüne geçilemez bir sel, bu sel
açılacak. Bekleyin gençler. Biraz daha rahmet yağsın. Her yağmurun arkasında
bir sel vardır. Hepimiz şöyle diyelim: ‘O selin üzerinde bir saman çöpü olsam,
daha ne isterim?’
Gençler! Kayaları biçecek, ormanları tıraş edecek ve
betonarmeleri söküp götürecek olan bu sel yakındır."
Timurtaş Hoca da
vaazlarında “Açılacak” diyor, birileri gibi eğip bükmeden, asıl mevzulara “teferruat”
demeden haykırıyordu.
Yine Üstad Necip
Fazıl, son noktayı koyuyordu: “Fatih
Sultan Mehmed bu hikmeti sezdi ve Ayasofya’yı İstanbul gibi misilsiz bir
mahfazanın içinde güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti. Ayasofya
açılacak! Aziz bir kitap gibi açılacak!”
Âcizane bendeniz
de, “Kırılır zincirlerin, elbet bir gün
kırılır/ Sürmez bu esaretin, süremez Ayasofya/ Kuyular mekân olmaz Yusuflara
dürülür/ Sürmez bu esaretin, süremez Ayasofya” demiştim.
Kadir Mısıroğlu
ise ölmeden haykırmıştı:
“Müslümanlar, her fethettikleri yerde bir mâbedi
fethin sembolü olmak üzere camiye dönüştürürler. İslâm hukuku, fethen girilen
bir yerde, fethi gerçekleştirenlere bazı haklar tanır. Bu haklardan birisi de
bir mâbedin câmiye dönüştürülmesidir.
Ayasofya, İstanbul Fethi’nin sembolüdür. Çünkü Fatih,
Ayasofya’yı fethin sembolü olmak üzere camiye dönüştürdü. Bununla beraber
fethen İslâm’a râm edilen her şehrin bir camisinde, hutbe, kılıca dayanarak
okunur. Bu âdet başlangıçta Ayasofya’da yapılıyordu. İkinci Bayezid bu şerefi
kendine almak için babasının âdetini bozdu ve bu geleneği Beyazıt Camisi’ne
taşıdı. Bugün bile Beyazıt Camisi’nde hatip, hutbeye kılıçla çıkar. Cuma günü
gidip görebilirsiniz. Bunun mânâsı şudur: ‘Güç benim elimde olduğu için, burada
hakk-ı kelâmım var. Gerçekleri sınırsızca söyleyebiliyorum.’
Ayasofya fethin sembolü olmakla birlikte Fatih Hazretleri,
Ayasofya Vakfiyesini bedduâ ile bitiriyor, ‘Kim bu Vakfiyeyi bozarsa, Allah’ın
ve meleklerin lâneti onun üzerine olsun’ diyor. Onu bozanın üzerinde de bu
bedduâ devam ediyor.
Şunu da ifade etmeliyim ki, Lozan’da, Ayasofya
konusuyla ilgili alınmış bir karar yok. Lozan 1923’te, Ayasofya’nın müzeye
dönüştürülmesi ise 1930’da olmuş bir iş.
Ayasofya’nın açılması yakın bir gelecekte olacak.
Çünkü mevsim, İslâm’a doğru gidiş mevsimidir. Bu gidişin bir safhası da
Ayasofya olacak. Ayasofya ile ilgili daha bir sürü gelişme olacak ve mevsim,
İslâm’ın galebesine doğru gidilme mevsimi olacak. Tahmin ederim, çok gecikmeden
o da Tayyip Bey’e nasip olur. Esas ana kubbenin altında da bir namaz kılınır.”
İşte karşı
mahallenin bebelerinin ağzında “Deli Kadir” diye dalga geçilen ama aslında “Veli
Kadir” olan Kadir Mısıroğlu…
“Açılacak” diyorduk, inanıyorduk. Elbette açılacaktı, açıldı. Elhamdülillah! Bizler de bu mutlu sonun gerçekleşeceğine iman etmiştik. Rabbim, “Lozan” denilen şartlı tahliye belgesinin yüzüncü yılında zincirleri kırdırdı ve Ayasofya hür oldu.
Bugünlere nasıl gelindi?
Birçok iddia var.
En meşhur iddiaya göre, Ayasofya Kararnâmesi sahtedir ve iş, oldubittiye
getirilmiştir. Bu iddiayı dile getirenlerden biri de Türk Tarih Kurumu’nun eski
Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’dur. Hallaçoğlu Milliyet’ten Mert İnan’a
şunları anlatmıştı:
“Söz konusu kararnâme hiçbir zaman Resmî Gazete’de
yayımlanmadı. Tarih ve sayı numaraları da yok. Açık bir hukuksuzluk var.
Atatürk’e ait olduğu söylenen ıslak imza sahte. Mustafa Kemal Paşa ‘Atatürk’
unvanını almadan önce, kararnâmeye Atatürk imzası atılmış. Ancak soyadı kanunundan
sonraki imzaları ile kararnâmedeki imzası birbirine hiç benzemiyor.
1934’te avludaki mozaiklerin ortaya çıkarılması için 9
kişilik heyet kuruldu. O dönem Ayasofya’nın etrafı dükkânlarla dolu ve çevresi
harap hâldeydi. 1931’de çevre düzenlemelerine başlandı. 1934’de sıva tozları
nedeniyle halılar sökülünce kısa bir süreliğine ibadete kapatıldığı duyuruldu.
Atatürk’ün ölümüne kadar açılması geciktirildi. Sonrasında ise sahte imza
dayanak yapılarak müzeye dönüştürüldü. Ayasofya’nın müze yapılmasına ilişkin
kararnâmede ABD Büyükelçisi Joseph Grew ve Amerika Bizans Enstitüsü’nden Thomas
Whittemore’un entrikaları olduğuna dair bulgular var.”
Yine bu kararnâmedeki
gariplikler bununla da bitmez. İki sayfalık kararnâmenin metninde de bir
gariplik mevcût olduğunu, sayfaların üzerindeki antetlerin de farklı olduğu,
ilk sayfadaki “T. C. Başvekâlet Kararlar Müdürlüğü” antetli resmî kâğıda
daktilo ile yazılmış ve 2/1589 numarası konmuştur ama antet ikinci sayfada
değişmiş hâliyle “T. C. Başvekâlet Muamelât Müdürlüğü” olduğunu yine Halaçoğlu
belirtmiştir.
İşin içindeki bir
tuhaflık da, 1931’de Amerika Bizans Enstitüsü’nün kurucusu Amerikalı arkeolog
Thomas Whittemore’nin Ayasofya’daki mozaiklerin tekrar ortaya çıkarılması için
Türkiye’deki yönetimden izin istemesidir. Cumhuriyet’in ilânından sonra,
Ayasofya’da birtakım tamirata; ibadethane kısmı, dış avlu ve bina etrafı müze
hâline getirilmek için faaliyetlere girişildi. Sonuçta 1934 yılında bu iş
gerçekleştirildi. Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci de şu ilâve bilgileri verir:
“1934’te İnönü’nün Maarif Vekili Abidin Özmen, camiyi vakıflardan alıp kendi bakanlığına naklettirdi. Müze fikri de o arada çıktı. Gazi bu iş için biri Alman, 9 kişilik bir komisyon kurdu. Prof. Eckhard Unger dışındakiler, ibadete kapatılmasını tavsiye etti. Eckhard, ibadethane olarak kullanılırsa caminin daha iyi bakılacağını düşünüyordu.
“Açılacak” diyorduk, inanıyorduk. Elbette açılacaktı, açıldı. Elhamdülillah! Bizler de bu mutlu sonun gerçekleşeceğine iman etmiştik. Rabbim, “Lozan” denilen şartlı tahliye belgesinin yüzüncü yılında zincirleri kırdırdı ve Ayasofya hür oldu.
Whittemore’nin hâmisi
zengin Amerikalı işadamı Charles Crane, Cumhuriyet’in kuruluşunda Ankara’ya
destek olmuştu. Onun adamının arzusunu geri çevirmek olmazdı. 24 Kasım 1934’de
Bakanlar Kurulu kararıyla, parasızlık ve -her ne demekse- ‘bütün Şark âlemini
sevindireceği’ gerekçesiyle Ayasofya’nın ibadet dışındaki kısımları müzeye
dönüştürüldü. 1 Şubat 1935’te de müze olarak halka açıldı. Cami kapatılınca,
halıları kesilerek sağa sola dağıtıldı. Şamdanları eritilmek üzere dökümhaneye
götürüldü. Levhalar ise çok büyük olduğu için çıkarılamayıp depoya kaldırıldı.
Bunlar Adnan Menderes devrinde tekrar asıldı.
Caminin yanında,
İstanbul’da Osmanlıların ilk üniversitesi olan Ayasofya Medresesi de yıkıldı.
Whittemore, Kariye Camiî’ni de müze yaptırmaya muvaffak oldu.
İbrahim Hakkı
Konyalı anlatıyor: ‘1934’te Tan gazetesinde iken Arkeoloji Müzesi mimarı Kemal
Altan geldi. Ağlayarak, ‘Hoca, bugün Ankara’dan gelen emir üzerine Küçük
Ayasofya’nın iki minaresini temeline kadar indirdik. Bu gece de Ayasofya’nın
dört minaresini indireceğiz’ dedi. Bunun üzerine kendisine, ‘Minareler kubbenin
desteğidir; yıkılırsa, Ayasofya da yıkılır’ mealinde bir rapor yazdırttım.
Bunun neşri üzerine yıkımdan vazgeçildi.”
Murat Bardakçı’ya
göre ise Atatürk, Ayasofya’nın ibadete kapatılıp müze hâline getirilmesini 24 Kasım
1934 tarihli meşhur kararnâmeden seneler önce düşünmektedir ve bu düşüncesini
Grace Ellison adında bir İngiliz Hanım gazeteciye tâ 1923’te açıkça ifade
etmiştir. Yazının devamı şöyle:
“Ayasofya bahsi, Ellison’un ‘Ankara’da Bir İngiliz
Kadın’ isimli kitabında geçer… 30 Ağustos 1922’deki büyük zaferden kısa bir
müddet sonra Vatikan’da Papa Pius ile görüşür ve daha fazla kan dökülmesi
ihtimâlinin Papa’yı endişelendirdiğini görür. Ellison bu görüşmenin hemen
ardından Türkiye’ye gelip Ankara’ya gider, Mustafa Kemal Paşa ile bir araya
gelir ve zaferi yeni kazanmış olan Paşa’ya, ‘Hıristiyan dünyasına karşı nasıl
iyi bir jest yapabileceğini, meselâ daha önce Hıristiyan mâbedi olan Ayasofya’yı
Hıristiyanlığın kutsal lideri olan Papa’ya iade edip edemeyeceğini’ sorar ve
Paşa’dan şu cevabı alır:
‘Ayasofya gerçi bizim İslâmî geleneğimizin bir
parçasıdır. Hıristiyanlar şayet tek bir kütle olsalardı bu mümkün olabilirdi
ama Kilise o kadar çok bölünmüştür ki artık mümkün değildir. Böyle bir şey Rusların,
Yunanlıların ve Anglikanların Ayasofya için bizim toprağımızda birbirleri ile
savaşa tutuşmalarına sebebiyet verir; netîcede sizin barış için düşündüğünüz
jest sonsuz bir arbedeye, bir mücadeleye sebebiyet verir. Bununla beraber Hıristiyanlığı
dünyanın gözünde onore edebilmek için gücümüzün yettiği çabayı göstermeye
çalışacağız. Ayasofya’yı cami olarak muhafaza etmemiz Katolik Kilisesi’ni
hakikaten incittiği takdirde orayı müze hâline getirebilir veya ebediyyen
kapatabiliriz. Hıristiyan dünyasını kasten incittiğimizi hiç kimse
söyleyememelidir.”
Sonuçta öyle ya da
böyle, 24 Kasım 1934 tarih ve 1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnâmesi ile
Ayasofya camilikten çıkarıldı ve müze yapılarak Müzeler Genel Müdürlüğüne
bağlandı. Bu sırada Ayasofya Külliyesi içindeki medrese yıktırıldı, camiye ait
birçok eşya kaldırıldı. Bu tarihten sonra Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması
için girişimler oldu ama iş artık lÂiklik ile eşdeğer bir konuma getirildi. “Ayasofya”
diyen herkes irtica ile yaftalandı. Menderes’e bile bu konuda müracaat edildi.
Prof. Dr. Erhan
Afyoncu’nun anlattığına göre, Ayasofya’nın yeniden açılması için tarihte
verilen ilk resmî dilekçenin hikâyesi şöyledir:
“Demokrat Parti’nin
iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra, 16 Haziran 1953’te Meclis’te ezanın
Arapça okunma yasağı kaldırılmıştı. Bütün yurtta büyük memnuniyet uyandıran bu
uygulamadan cesaret bulan Kartal-Yunus İstasyonu makasçısı Halit Demiryumruk,
30 Eylül 1950’de Başbakan’a şu dilekçeyi göndermişti:
‘Pek muhterem Sayın
Başbakan Adnan Menderes, Ezan-ı Muhammediye’ye karşı göstermiş olduğunuz İslâmî
hissiyatınıza güvenerek sizlerden, Ayasofya’nın cami olarak açılıp bizlere
ihsanını Müslüman Türk kardeşlerim nâmına rica ve istirham eder, sonsuz sevgi
ve saygılarımın kabulünü dilerim.
30.09.1950. Halit Demiryumruk, Kartal-Yunus İstasyonu
makasçısı.’
Bu dilekçe
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde şu âna kadar bulunmuş bu konudaki tek resmî
müracaattır. Ancak Cumhuriyet Arşivi’ne yeni tasnifler ilâve edildikçe başka
dilekçelerin çıkma ihtimâli de vardır.”
Bu dilekçeden
başka, Avukat Bekir Berk’in de benzer bir girişimi olduğunu öğreniyoruz. Prof.
Dr. Ekrem Buğra Ekinci bu olayı da şöyle anlatıyor: “Demokrat Parti hükûmeti,
iktidara gedikten sonra Ayasofya’yı ibadete açmayı düşündü. Milliyetçiler
Cemiyeti bunu müdafaa edenlerin başında geliyordu. Avukat Bekir Berk, hükûmete
açık mektubunda, Ayasofya’nın bu hâline yalnızca Yunanlıların sevineceğini
söylediği için lâikliğe aykırı davranmaktan dolayı hakkında dâvâ açıldı;
mecmuası da kapatıldı.”
1965 yılına gelindiğinde Suat Hayri Ürgüplü’nün Başbakanlığı sırasında Mehmed Şevket Eygi, Bugün gazetesinde Ayasofya’nın ibadete açılması istikametinde neşriyat yaptı. Necip Fazıl da bu mealde, Millî Türk Talebe Birliği’nde bir konferans verdi. Bunlar amme efkârında bir uyanışa yol açtı. Gençler Ayasofya önünde nümayiş yaptı.
Süleyman Demirel,
hiç olmazsa cami içinde küçük bir bölümünü açmak istedi. Sultan Mecid’in
yaptırdığı Hünkâr Mahfili, 8 Ağustos 1980’de Süleyman Demirel tarafından
ibadete açıldı ve Ayasofya’dan tekrar ezanlar okunmaya başlandı. Ama 12 Eylül
Darbesi’nden sonra eskiye dönüldü.
Özal döneminde ise,
1992’de Yıldırım Akbulut Başbakan iken, Özal’ın bizzat girişimleri ile Hünkâr
Mahfili tekrar ibadete açıldı ve dört minareden ezan okundu. Akbulut, son
girdiği ANAP Kongresi’nde Ayasofya’nın tamamını ibadete açmayı vaat etti ama
seçimi kaybetti. Hattâ DYP-SHP hükûmeti zamanında Kültür Bakanı olan Fikri
Sağlar, üç minaredeki ezan sesini kaldırdı, sadece tek minarede ezan okunmaya devam
etti.
Ayasofya hakkında,
başta Prof. Dr. Necmeddin Erbakan olmak üzere Alparslan Türkeş ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun
da ortak hareket ederek mücadele verdiklerini görüyoruz. Millî Görüş
hareketinin lideri merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Ayasofya Camiî hakkında,
“Ayasofya, hakkın bâtıla galebesinin sembolüdür” demiş, sayısız konferans
vermişti.
Ayasofya için
verilen mücadelede önemli bir bilgiyi de Hakkı Öznur’un Yeniçağ gazetesine
verdiği şu beyanattan öğreniyoruz:
“Ayasofya’nın
ibadete açılması ve Topkapı Sarayı Kutsal Emanetler Dairesi’nde sürekli Kur’ân
okunmasıyla ilgili kanun teklifi, DYP Isparta Milletvekili Ertekin Durutürk
tarafından 18’nci dönemde verilmiş, ancak görüşülememiş; 19’uncu dönemde bu
teklifi yeniden vermiştir. Bu arada yine 19’uncu dönemde, Refah Partisi Kocaeli
Milletvekili ve Grup Başkanvekili Şevket Kazan ve 21 arkadaşı da tekrar aynı
teklifi vermişlerdir. Refah Partisi 14 Şubat 1992 tarihinde yine Ayasofya ile
ilgili bir kanun teklifi önergesi vermişti. RP adına konuşan İstanbul
milletvekili Ali Oğuz, önergeyle ilgili bir konuşma yapmıştı.
DYP 19. Dönem
Isparta eski milletvekili Ertekin Durutürk, daha önce verdiği kanun teklifinin
komisyonda görüşülmediğinden mustarip olmuştur. Bu konunun komisyonda
görüşülmeden TBMM gündemine alınması için bir önerge hazırlamıştır. Bu önergenin
görüşmeleri sırasında SHP grubu ise bu oylamanın açık oylama ile yapılması için
başka bir önerge sunmuştur. RP grubu adına Abdülatif Şener ve arkadaşları da
Ayasofya Camiî’nin ibadete açılmasıyla ilgili kanun teklifinin İçtüzük’ün 38’nci
maddesi uyarınca doğrudan gündeme alınmasına ilişkin önergenin açık oylama ile
yapılması için başka bir önerge vermiştir.
Oylama şekli ile
ilgili verilen bu iki önerge, Meclis Başkanlığı tarafından aynı mahiyette
olduğu için birleştirilmiştir ve oylama, açık oylama şeklinde 13 Nisan 1994
günü TBMM Genel Kurulu’nda yapılmıştır. Oylamaya 238 milletvekili katılmış ve
önerge 87 red ve 1 geçersiz oya karşılık 150 kabul oyu ile TBMM Genel Kurulu
gündemine alınmak üzere sıra sayısı almıştır. Ancak mesele burada kalmıştır ve
bu önerge sonucu 649 sıra sayısı alarak TBMM’nin tozlu arşivlerinde kalarak, kadük
kalarak o günden bugüne kadar hiçbir şekilde TBMM Genel Kurulu’nda
görüşülmemiştir.”
Öznur’un verdiği
beyanatın devamında da ilginç bilgiler var:
“9 Mayıs 1995 günü
BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında Ayasofya’nın
müze olarak kullanılmasının tarihî köklerimize saygısızlık niteliği taşıdığını
savunarak, ‘Bu saygısızlığa son verilmeli ve Ayasofya Camiî mutlaka ibadete
açılmalıdır’ demiştir.
Muhsin Yazıcıoğlu,
Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla ilgili kanun teklifinin gündemde beklediğini
anımsatarak, Meclis Danışma Kurulu’nun, teklifin öncelikle ele alınması için
toplanmasını istemiştir. Muhsin Yazıcıoğlu, Meclis’in bu konuda tereddüt
taşıması hâlinde konunun referanduma götürülmesi ve her halükârda milletin
isteğinin yerine getirilmesi gerektiğini söylemiştir.
Ayasofya’nın
yeniden ibadete açılmasının çok yönlü faydaları olduğunu kaydeden Yazıcıoğlu,
şöyle demiştir: ‘Bunlardan ilki, toplum vicdanında Fatih’in emanetine
sahip çıkmaktan dolayı meydana gelecek rahatlamayla birlikte, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin tarihiyle bağdaşmasına bir katkı sağlanacaktır. Bir
diğer önemli fayda da, dünya kamuoyuna verilecek haysiyet ve fazilet mesajıdır.
Ayasofya’yı ibadete açacak Türkiye, bugün dünyada ezilip büzülen, tarihî
misyonuna sahip çıkamayan, ezik bir dış politika anlayışını terk ettiğini,
yerine tarihî değerlerinden kompleks yerine şeref duyan, yeryüzünde kendi
değerleriyle ayakta durmayı fazilet bilen, başı dik bir dış politika anlayışını
benimsediğini hissettirecektir.’
Muhsin Yazıcıoğlu,
3 Eylül 1995 günü düzenlediği bir basın toplantısında yine Ayasofya konusuna
değinerek, ‘Yunanistan, müftümüzü tutuklayıp cezaevine atıyor, camileri kilise
hâline getiriyor. Biz ise Fatih’in emaneti Ayasofya’yı ibadete açamıyoruz’
demiştir.”
Alparslan Türkeş de
bir konuşmasında, “Ayasofya bir mabettir, bir camidir. Onun mabet olarak
kullanılması en hayırlı yoldur. Ayasofya üzerinde tasarruf hakkı, aziz Türk milletine
aittir. Ayasofya Camiî, ibadete mutlaka açılmalıdır” demiştir.
Ayasofya hakkındaki tarihî dönemeç
Günümüze
gelindiğinde ise, Danıştay’a mevcût 1934 tarihli Bakanlar Kurulu Kararının
iptali için müracaat edilir. Danıştay, 2 Temmuz 2020 tarihinde oy birliğiyle
aşağıdaki tarihî kararı verir:
“Türk hukuk
sisteminde kadimden beri korunarak yaşatılan ‘vakfa ait taşınmaz ve hakların
vakfiyesi doğrultusunda istifadesine bırakıldığı’, toplum tarafından
kullanılmasına engel olunamayacağı, vakıf senedinde sürekli olarak tahsis
edildiği cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin
hukuken mümkün olmadığı sonucuna varıldığından, bu hususlar dikkate
alınmaksızın Ayasofya’nın cami olarak kullanımının sonlandırılarak müzeye çevrilmesi
yönünde tesis edilen dâvâ konusu Bakanlar Kurulu Kararında hukuka uygunluk
görülmemiştir.”
Bu tarihî karara
oy birliği ile imza atan hukukçularımız; Başkan Yılmaz Akçil ve üyeler Ali
Ürker, Ömer Civri, Abdullah Aygün, Lütfiye Akbulut.
24 Temmuz Cuma günü 350 bin kişinin katıldığı bir Cuma namazıyla Ayasofya, özgürlüğüne kavuştu. Elhamdülillah!
Sembollerin gayr-i
resmî bir dil olarak kullanıldığı dünyada Ayasofya’nın açılışındaki her
ayrıntının sembolik bir anlamı vardı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve
Devlet Bahçeli’nin beraber hareket etmeleri, orada hazır bulunmaları en büyük
mesajlardan biriydi. Cumhurbaşkanımız Erdoğan, namaz öncesi Fatiha ile Bakara’nın
ilk 5 âyetini okudu. Fatiha Sûresi bu açılışla bizlere bugünleri gösteren
Rabbimize karşı şükrümüzün bir ifadesiydi.
Namazı kıldıran Diyanet
İşleri Başkanı Ali Erbaş, sol elinde tuttuğu bir kılıçla hutbe okudu. Ayasofya’nın
açık olduğu 481 yıl boyunca kesintiye uğramadan hutbeler kılıçla okunmuştu. Bu
kılıç, fethedilen bir şehirdeki en büyük mabedin kılıç hakkı olarak camiye
çevrilmesinin bir ifadesidir. Fethin sembolü olan camilerde bu bir gelenektir.
Ayrıca kılıcın sağ elde olması düşmana gözdağı, sol elde olması ise barışı
simgelemektedir. Meselâ Samsun’un Ladik ilçesinde bulunan Kılıçlı Cami’de, 1075
yılından itibaren hutbe kılıçla birlikte okunmaktadır. İlçenin Selçuklu Sultanı
Melik Ahmet Danişment Gazi’nin komutanları tarafından 1075’te fethedilmesinin
ardından, buradaki kilise, camiye çevrilmiştir. O tarihten bugüne kadar tam 945
yıldır her Cuma kılıç geleneği uygulanmaktadır.
Ayasofya Camiî’nin
minberinde ayrıca fethin sembolü olarak iki adet yeşil sancak asılıydı. Yeşil
zemin üzerinde üç beyaz hilâl ise, üç kıtadaki Osmanlı egemenliğini, Avrupa,
Asya ve Afrika’yı temsil etmektedir.
Kılınan ilk Cuma namazında
ayrıca Fetih Sûresi’nden âyetler okundu. Bu da yine fethin gereği olarak yapının
cami olduğunu göstermekteydi.
Sonuçta zincirler
kırılır ve Ayasofya esâretten kurtulur. Necip Fazıl’ın şiirini artık şu şekilde
okuyabiliriz: “Kırıldı da artık bütün dişliler/ Döner şanlı şanlı çarkımız
bizim/ Gökten bir el, yaşlı gözleri sildi/ Şenlendi evimiz barkımız bizim…”
Ayasofya hürriyetine kavuştu. Darısı Kudüs, Mekke, Medîne ve Kurtuba gibi diğer mahzun ve boynu bükük mabetlere…