Bağımsızlık mottosu ve “bağ”sızlığın ceremesi

Kendi ruh haritasını çıkarmamış, bir gün uyanıverecek olan beklentilerini tespit etmemiş bireylerin bir ömürlük vaat ile nikâh akdine “Evet” demeleri, hayat şartları içinde kendilerine haksızlık etmeleridir. Bu durumda, bireyler büyük emek ve hayâllerle kurulmuş evliliklerini çekilmez hâle getiriyorlarsa ve bir gün bir adam yahut bir kadın uyanıp, herhangi bir sebeple izahsız kalışını sorgulayarak, “Yanı başımdaki de kim?” diye soruyorsa, bilelim ki yaratılış kodlarımızla bağ/sızlığın ceremesi çekiliyordur.

İHMÂLİNE düştüğümüz en önemli mevzuun, İlâhî Kudret ile yaratılışımız olan her şeyin esasiyeti ile “bağ kurulmaması” olduğunu düşünüyorum.

İnsanoğlunun kâinatla, tüm mahlûkatla ve bilhassa yaratılışında kendine bahşedilmiş kodlarla bağı koparılmaya devam ediliyor. Sadece bununla da kalınmayıp, her insan tekinin hayat duruşunu belirleyeceği, sağlamlaştıracağı, beslendiği aidiyet kaynakları ile de bağları koptuğunda kendisi için düşünmekten vazgeçip kendisi için düşünülmüş olana gayr-i ihtiyarî yahut zorunlu olarak tâbi olmak kaçınılmaz oluyor. 

Dinî, tarihî, coğrafî ve kültürel birikimler, genetik ve ırkî özelliklerle bağ koptuğunda ise insan özel olmaktan çıkarılıp genel içinde, herhangi bir eşya hükmünde konumlanmaya razı olmak zorunda bırakılıyor. Tıpkı bir sürü içinde kulak rengi, tüylerinin şekli gibi somut, görünebilen özellikler ile ayrılan koyunlar gibi hayat idame ettiriliyor.

Hâlbuki herhangi bir sürü içindeki her bir koyun bile İlâhî bir yazılım ile yaratılmıştır. Meselâ leoparların, kedilerin, zebraların deri desenleri tekrara düşmediği gibi, aynı cins olan bir başkasında da aynılaşmıyor.

Böylesi tekrardan azâde var edilmiş hayvanattan daha üstün olan insanoğlunun özel değil, genel kabullerle hayatı idame ettirmesi, toplumsal anamolileri ve ruhsal sendromları kaçınılmaz kılıyor.

İnsanın, istisna ve tekrardan muaf parmak izleri ancak suç delili, DNA ve RNA’sı denek modülü ve de diş yapısı maktul keşfi olarak kullanılmaktan öteye geçmeyen özellikleri yine somut, yine bilimin esareti altında eritilip pasifize edilerek hiçleştiriliyor.

Hikmetle, ibretle, kendi varlığı ile bağı koparılmış her insan teki, bağlardan yoksun biçimde hayatta salınırken, içinde bulunduğu toplum da “bağımsız” addediliyor!

İnsan, Vahy-i İlâhî ile sunulmuş reçetelerle, dünyanın kışkırtıcı unsurlarına bağımlı olmadan, aslî kaynakları ve öz kültürü ile kurduğu bağ nispetince mes’ud olacak kodlarla yaratılmış. Fakat modern çağın somut bilim anlayışı ile icat ve keşifler “insana hizmet”, “insanlığın inkişafı” olarak adlandırılırken, imkânların çokluğuna rağmen insanlık günbegün çürüyor.

İslâm âlimleri ve bilginleri keşif ve icatlarını insan ruhunu, hilkat kodlarını hesaplayarak yaparken, dine ve bilhassa son din İslâm’a düşman kesilmiş Batı/lın eline geçen imkânlarla bilim, “Tanrı’ya meydan okuma” aracı olarak kullanılıyor.

İşte kısaca özetlemeye çalıştığım bu minvâl üzere insanlık, bir “bağsızlık” sendromuna tutulmuş gidiyor.

Görünürde bağımsız olan pek çok ülke insanı, kendisi için düşünülmüş buyurgan formüller, kurallar, icatlar ve keşiflerle yol kat ettiğinin henüz farkında değil! Farkında olan ise, güç yetiremeyeceğine inanıyor.

Öyle değil!

Güç yetirilecek en yakın merci “kişinin kendisiyken”, güç yetirilemeyeceğine dair inanç, tembelliğin ve nemelazımcılığın adından başka bir şey değil!

Hayatın her alanına sirayet eden bu hikmetten, ibretten, aslî kaynaklardan uzak ahvâl insanlığın saadetini çalıyorken, her bir insan teki kendinden başlayarak orijinal kodlarla çözüm üretebilir.

Meselâ o alanlardan biri -ki “toplumun en küçük birimi”- olarak aile ve ailenin “ne”liğinden ya da boşanma nedenlerinden, çocuk yetiştirmekten söz etmezden evvel, kadın ve erkekten müteşekkil ilk başlangıca dönmek gerekliliği en büyük ihmâl.

Modern çağda değerlendirmelerin somut verilere dayandırılışından mülhem bir kabulle “karakter yapısı, huy şekillenişi, fıtrî kodlar, görgü ve beslenilen kaynaklar göz ardı edilerek ve zahire dayalı beğeniler esas alınarak yapılmış evliliklerin topluma yapıtaşı olması nasıl beklenebilir?

Kadın ve erkek kendi varlığındaki esasları anlamadan maddî ve somut kriterleri esas aldığında, ruhsal ve duygusal özelliklerinden vazgeçmenin bedelini nasıl hesaplamaz?

Bir seyahate çıkarken gidilecek yerlere dair bilgi alırız. Yol haritası edinir, plân yaparız. Peki, kadının ve erkeğin ruhunda keşfedilecek kıymetlere, birbirinde kaybolmamak için yol haritalarına ihtiyaç duymadan yapılan evliliklerin ömrünün uzun olmasını nasıl bekleriz?

Büyüklerimizin “Davul bile dengi dengine çalar” sözünü zahirî denge olarak yorumlatan kimlerdir? Huyu, karakteristik özellikleri, beslendiği kaynakların kastedilmediğini kim iddia edebilir?

İş anlaşması, vitrin süsü, “Desinler” dürtüsü ile yapılmış evliliklerin ömrünün uzun olmasını umut etmek, hikmet gözetmemenin ezberinden kaynaklanıyor olmasın sakın?

Pek çok aile geçimsizliklerinin sebebi, kadında ve erkekte görünenin ardında saklı hazinenin farkındasızlığı ve vitrinin esas alınmasıdır.

Kadın veya erkek, ilkin kendi iç dünyasındaki kıymeti fark etmeli, kendine değer vermeli, o değerin kıymetini bilecek bir muhatap ile hayatını birleştirmelidir ki saklı hazine gün yüzüne çıksın ve hayat sevgiyle, saygıyla güzelleşsin…

Kendi ruh haritasını çıkarmamış, bir gün uyanıverecek olan beklentilerini tespit etmemiş bireylerin bir ömürlük vaat ile nikâh akdine “Evet” demeleri, hayat şartları içinde kendilerine haksızlık etmeleridir.

Bu durumda, bireyler büyük emek ve hayâllerle kurulmuş evliliklerini çekilmez hâle getiriyorlarsa ve bir gün bir adam yahut bir kadın uyanıp, herhangi bir sebeple izahsız kalışını sorgulayarak, “Yanı başımdaki de kim?” diye soruyorsa, bilelim ki yaratılış kodlarımızla bağ/sızlığın ceremesi çekiliyordur.

***

Kültür Ajanda’mızın Haziran sayısını işte böylesi hassasiyetlerle hazırladık ve sizlerin dikkatine sunduk!

Huzurlu okumalar diliyoruz…

Hoşnut kalınız efendim!