İHMÂLİNE düştüğümüz en
önemli mevzuun, İlâhî Kudret ile yaratılışımız olan her şeyin esasiyeti ile “bağ
kurulmaması” olduğunu düşünüyorum.
İnsanoğlunun
kâinatla, tüm mahlûkatla ve bilhassa yaratılışında kendine bahşedilmiş kodlarla
bağı koparılmaya devam ediliyor. Sadece bununla da kalınmayıp, her insan
tekinin hayat duruşunu belirleyeceği, sağlamlaştıracağı, beslendiği aidiyet
kaynakları ile de bağları koptuğunda kendisi için düşünmekten vazgeçip kendisi
için düşünülmüş olana gayr-i ihtiyarî yahut zorunlu olarak tâbi olmak
kaçınılmaz oluyor.
Dinî,
tarihî, coğrafî ve kültürel birikimler, genetik ve ırkî özelliklerle bağ
koptuğunda ise insan özel olmaktan çıkarılıp genel içinde, herhangi bir eşya
hükmünde konumlanmaya razı olmak zorunda bırakılıyor. Tıpkı bir sürü içinde
kulak rengi, tüylerinin şekli gibi somut, görünebilen özellikler ile ayrılan
koyunlar gibi hayat idame ettiriliyor.
Hâlbuki
herhangi bir sürü içindeki her bir koyun bile İlâhî bir yazılım ile yaratılmıştır.
Meselâ leoparların, kedilerin, zebraların deri desenleri tekrara düşmediği gibi,
aynı cins olan bir başkasında da aynılaşmıyor.
Böylesi
tekrardan azâde var edilmiş hayvanattan daha üstün olan insanoğlunun özel değil,
genel kabullerle hayatı idame ettirmesi, toplumsal anamolileri ve ruhsal
sendromları kaçınılmaz kılıyor.
İnsanın,
istisna ve tekrardan muaf parmak izleri ancak suç delili, DNA ve RNA’sı denek
modülü ve de diş yapısı maktul keşfi olarak kullanılmaktan öteye geçmeyen
özellikleri yine somut, yine bilimin esareti altında eritilip pasifize edilerek
hiçleştiriliyor.
Hikmetle,
ibretle, kendi varlığı ile bağı koparılmış her insan teki, bağlardan yoksun
biçimde hayatta salınırken, içinde bulunduğu toplum da “bağımsız” addediliyor!
İnsan,
Vahy-i İlâhî ile sunulmuş reçetelerle, dünyanın kışkırtıcı unsurlarına bağımlı
olmadan, aslî kaynakları ve öz kültürü ile kurduğu bağ nispetince mes’ud olacak
kodlarla yaratılmış. Fakat modern çağın somut bilim anlayışı ile icat ve
keşifler “insana hizmet”, “insanlığın inkişafı” olarak adlandırılırken, imkânların
çokluğuna rağmen insanlık günbegün çürüyor.
İslâm
âlimleri ve bilginleri keşif ve icatlarını insan ruhunu, hilkat kodlarını
hesaplayarak yaparken, dine ve bilhassa son din İslâm’a düşman kesilmiş
Batı/lın eline geçen imkânlarla bilim, “Tanrı’ya meydan okuma” aracı olarak
kullanılıyor.
İşte
kısaca özetlemeye çalıştığım bu minvâl üzere insanlık, bir “bağsızlık”
sendromuna tutulmuş gidiyor.
Görünürde
bağımsız olan pek çok ülke insanı, kendisi için düşünülmüş buyurgan formüller,
kurallar, icatlar ve keşiflerle yol kat ettiğinin henüz farkında değil!
Farkında olan ise, güç yetiremeyeceğine inanıyor.
Öyle
değil!
Güç
yetirilecek en yakın merci “kişinin kendisiyken”, güç yetirilemeyeceğine dair
inanç, tembelliğin ve nemelazımcılığın adından başka bir şey değil!
Hayatın
her alanına sirayet eden bu hikmetten, ibretten, aslî kaynaklardan uzak ahvâl insanlığın
saadetini çalıyorken, her bir insan teki kendinden başlayarak orijinal kodlarla
çözüm üretebilir.
Meselâ
o alanlardan biri -ki “toplumun en küçük birimi”- olarak aile ve ailenin “ne”liğinden
ya da boşanma nedenlerinden, çocuk yetiştirmekten söz etmezden evvel, kadın ve
erkekten müteşekkil ilk başlangıca dönmek gerekliliği en büyük ihmâl.
Modern
çağda değerlendirmelerin somut verilere dayandırılışından mülhem bir kabulle
“karakter yapısı, huy şekillenişi, fıtrî kodlar, görgü ve beslenilen kaynaklar
göz ardı edilerek ve zahire dayalı beğeniler esas alınarak yapılmış
evliliklerin topluma yapıtaşı olması nasıl beklenebilir?
Kadın
ve erkek kendi varlığındaki esasları anlamadan maddî ve somut kriterleri esas
aldığında, ruhsal ve duygusal özelliklerinden vazgeçmenin bedelini nasıl
hesaplamaz?
Bir
seyahate çıkarken gidilecek yerlere dair bilgi alırız. Yol haritası edinir, plân
yaparız. Peki, kadının ve erkeğin ruhunda keşfedilecek kıymetlere, birbirinde
kaybolmamak için yol haritalarına ihtiyaç duymadan yapılan evliliklerin ömrünün
uzun olmasını nasıl bekleriz?
Büyüklerimizin
“Davul bile dengi dengine çalar” sözünü zahirî denge olarak yorumlatan
kimlerdir? Huyu, karakteristik özellikleri, beslendiği kaynakların
kastedilmediğini kim iddia edebilir?
İş
anlaşması, vitrin süsü, “Desinler” dürtüsü ile yapılmış evliliklerin ömrünün
uzun olmasını umut etmek, hikmet gözetmemenin ezberinden kaynaklanıyor olmasın
sakın?
Pek
çok aile geçimsizliklerinin sebebi, kadında ve erkekte görünenin ardında saklı
hazinenin farkındasızlığı ve vitrinin esas alınmasıdır.
Kadın
veya erkek, ilkin kendi iç dünyasındaki kıymeti fark etmeli, kendine değer
vermeli, o değerin kıymetini bilecek bir muhatap ile hayatını birleştirmelidir
ki saklı hazine gün yüzüne çıksın ve hayat sevgiyle, saygıyla güzelleşsin…
Kendi
ruh haritasını çıkarmamış, bir gün uyanıverecek olan beklentilerini tespit etmemiş
bireylerin bir ömürlük vaat ile nikâh akdine “Evet” demeleri, hayat şartları
içinde kendilerine haksızlık etmeleridir.
Bu
durumda, bireyler büyük emek ve hayâllerle kurulmuş evliliklerini çekilmez hâle
getiriyorlarsa ve bir gün bir adam yahut bir kadın uyanıp, herhangi bir sebeple
izahsız kalışını sorgulayarak, “Yanı başımdaki de kim?” diye soruyorsa, bilelim
ki yaratılış kodlarımızla bağ/sızlığın ceremesi çekiliyordur.
***
Kültür
Ajanda’mızın Haziran sayısını işte böylesi hassasiyetlerle hazırladık ve
sizlerin dikkatine sunduk!
Huzurlu
okumalar diliyoruz…
Hoşnut
kalınız efendim!