Bağımsız fikir nerede?

İşte doğru yol, başka yerde arama! Tarafsız olma, devamlı tebliğ et! Pes etme, düzelt, fakat incitme! Özgürlük, istediğini seçebilmek değil, nefsinin istediğini seçmemektir. Mutlak özgür vardır ki, minik bir daire çiziverir, onun dışına çıkamayan mahlûk olan “El-İnsan”ı özgürlük arayışının pençesinde oraya sıkıştırır.

ŞU dünyaya gelip de fikirsiz gitmek olmaz. Her insan bir sefer olsun kapılır bir sevdaya, tutunur bir dâvâya. İnsan o zaman yaşadığını hissetmeye başlar. Her ideoloji insana yeni bir kapı aralar. Fakat kapıları insan mı açar, kapıda bekleyen ev sahibi çoktan heyecanla kapıyı açmış mıdır, bilemem.

Lâkin her ideolojinin insana ait olamayacağını bilirim. Kafa dediğin bir doğruya pergel dayayacak, sonra varsın, açıldığı kadar açılsın. Ama pergeli sabitlemeden sahiplenilen hiçbir fikrin dâvâya dönüşemeyeceğine inanıyorum. Yani önemli olan, pergeli nereye, nasıl dayadığın!

Öncelikle “ideoloji” kuramını açıklayarak başlayalım. İdeoloji, toplumsal-siyasal bir ülkü oluşturan ve kitlelerce benimsenen belli düşünceler kompozisyonudur. İdeoloji denince pek çoğumuzun aklına ekinde “-izm” olan kelimeler gelecektir önce; daha sonra hürriyet, eşitlik, fikrî özgürlük diye devam eden binbir çeşit kavram… Kimse bir komünistin özgür irade ile yahut aksiyle komünist olup olmadığını sorgulamaz. Çünkü komünist, karşı gelir ve karşı gelmek, sürüden ayrılmayı tercih etmek demektir. Toplumun bu genellemesinin nereye dayandığını bilemiyorum; belki sadece ideolojiyi oluşturanın fikirlerinin âsi oluşu veyahut başka bir sebepten… Ama bu noktada büyük bir hatâ göze çarpar: Topluluktan bir ideolojiye körü körüne bel bağlayarak uzaklaşmaya çalışan bireyler, aslında ziyâdesiyle köleleşmiş, tam da istenildiği gibi alternatife yönelerek rejimin tamamen zıddında yer bulup bir serzeniş yaratmaya çalışırken kuklalaşmışlardır. Onlar topluluklar arasında bağırırken kendilerini ispatladıklarını sanan, ancak yaptığı yanlış bir tercihle kalabalığın içinde bir gürültü olmaktan öteye gidemeyen zavallılara dönüşürler. Çünkü geneli aslında neyi savunduğundan bîhaberdir, çoğu da zaten belli bir psikolojik süreci aştıktan sonra tutuculuğu bırakacaktır.

Kanaatim odur ki, “-izm” ekli kelimeler birbirlerini çürütmek adına kurulurlar. Başta amaç yeni düzen getirmek olunca, her ayrıntıyı yenilemek/değiştirmek -en büyük hatâ-, sanki bu işin ön koşuludur. Şu âna kadar hiçbir ideolojinin tutunamıyor oluşu, belki de diğerinin eksiğini kapatmak yerine onu yıkıp yenisini inşâ etmek adına tasarlanmış olmalarındandır. Fakat “Madem insanlar düşünmüş, çabalamış, bir düzen resmetmiş, bize de ona tâbi olmak düşer” mi diyeceğiz? Bir ideolojinin tamamıyla mükemmel olması, insan yapımı her oluşum gibi imkânsızdır. Ama ideolojiler körü körüne bağlanmayı talep ederler; bu ise tehlikeli, gözü kör topluluklar meydana getirir.

Bu toplulukların oluşmasının ana sebepleri var. Örneğin, insanın aidiyet isteği, varlığını kanıtlama talebi, isyan arzusu, gençliğin verdiği delikanlılık… Bunları açmaya zaman yok, devam edelim...

Şimdi biz her şeyi bırakıp, kulaktan dolma bilgilerle kalabalığa karışan, yolunu şaşırmış, hattâ yoldan döndürülmüş bu insanlara “özgür iradeli” diyebilecek miyiz? Kimsenin dilinin gitmeyeceğine inanıyorum. Bunu ispat ettiğimize göre, sonrasına geçelim...

Bu tür akımlar insanın fikrini ele geçirdikten sonra onu aidiyeti altına alır, sorgulama yetisini bulanıklaştırıp hayata tek taraflı bakmasına ve tefekkürden uzaklaşıp bağnazlaşmasına sebep olur. Aslında hâlihazırdaki, asıl sebeplerine rücû etmesi gereken mükemmel algımız çürür ve katılaşır. İnsan zaman geçtikçe olgunlaşır ve yıllar önceki tutkusunu yitirince geriye dönüp baktığında ona harcanmış bir ömür kalır. Tabiî gerçeklerin ayırdına varabilirse... Zira Allah korusun, bağnaz da ölebilir.

Bir korku senaryosunu sonlandırdıktan sonra konuya biraz da güncel açıdan bakalım: Kim çürük bir beyin ister? Kimse! O zaman artık hiçbir şeye bağlanmayalım. Aidiyetimiz olmasın, her görüşe açık olalım, hayatı umursamayalım ve “carpe diem” ile bugünü yaşayalım, ütopyadan bize ne?! Buyurun size, yeni neslin geçmişten çıkarımı!

Öyle bir ders almışlar ki, algılar tamamen zıddına dönmüş... Eh, tabiî sağ-sol çatışmasının günümüzde yaşanmıyor oluşunu gençliğin hoşgörüsüne bağlayan insanlar da var. Açık bir gencin bir tesettürlüye normal bir insan gibi “önyargısız” yaklaşıyor oluşunu hoşgörüyle özdeşleştirmek nasıl bir hikmetse? Günümüzde öyle bir yaşam tarzı geliştirildi ki, “Sana ne benim şuyumdan, buyumdan!” gibi ifadeler, “Renkler ve zevkler tartışılmaz” gibi cümleler gençlik lügatimizin baş tâcı oldu. Bir de bundan dinî çıkarım yapanlar var: “Herkesin dini kendine!” Müslüman kardeşim, bu o mânâda mı yahu?

Fikir tartışmaya tamamen uzak olan yeni nesil, aslında kendini hiçbir yere ait hissedemediğinden, insanların fikirleri arasında kaybolma fobisi yaşıyor. Daha önce hiçbir fikirle yüzleşmediği için de kapılıp gitmekten korkuyor. Kendini zorlamak, her türlü eğlenceyle meşgul olabilecek zihnini bu tür kargaşalara maruz bırakmak, ona acı verici bir zahmet olarak görünüyor. Baştan sıyrılıyor bu sefer: “Ben ateistim”, “Ben deistim”… Başıboşluğun en somut göstergesi, buyurun!

Ne demek bunlar? “Beni bağlamıyor kardeşim, ben tarafsızım, Tanrı tanımıyorum” deyip ya baştan reddediyor ya da ona gücü yetmiyor da yerine, “Tanrı yarattı beni, buraya bıraktı, artık ne ben Tanrı’ya karışırım, ne de O’nun benden bir beklentisi olur” diyerek Tanrı’dan dahi sıyrılmaya, O’nunla da “alacak vereceksiz” olmaya çalışıyor. Bakın, yine aynı mesele! Şimdi biz bu gençlere “hoşgörü sahibi barışçıllar” mı diyeceğiz? Tarafsız bir insanın, kimsenin görüşüyle işi olmaz zaten. Ki bu insanlar, yeniden ve yeniden gerçeklerle yüzleşmemiş, neye ait olduğunun bilincinde olamayan, kapıldıkları inat sebebiyle bir yere sıkışıp kalmış ve rüzgârın yönlendirmesinden kaçan bir kuru yaprak gibi zapzayıf ve başıboşturlar. Hayatın anlamını dahi sorgularken isyana kalkışır, çabuk pes ederler. Yahut baştan pes etmek üzere yola çıkarlar. İşte durum böyle!

Genel hatlarıyla iki örnek tipi incelediğimizde, asıl sorunun “aidiyetsizlik”te olduğunu görmekteyiz. İnsan, önünde bir örnek bulunmadığı sürece İbrâhim Peygamber (as) gibi tefekkür etmeden doğruya ulaşamayacaktır. Doğası gereği ise fikirsiz olmayı hazmedemeyen insan, anlık keskin virajlarla uçlarda kalmayı tercih eder. Tarafsızlık da bir uçtur aslında.

Şimdi bir örnek vereyim: İslâm hoşgörüyle bağdaştırılır. Fethedilen topraklarda diğer dinlere hiçbir zulüm yapılmamış, kendi dinlerini yaşamalarına izin verilmiştir. Haklı bir tespit, ancak bir de Medîne’de kapı kapı dolaşan Musab Bin Umeyr’i göz önüne getirmek gerek. Resulullah’a (sav), “İlây-ı Kelîmetullah’ın çalmadığı tek kapı kalmadı Ya Resûlallah!” deyişini tefekkür etmek lâzım. O azimli, tutkulu sahabe, kaç eve bir gün ışığı ve bayram olmuştur!

İslâm zorlamaz; öyle güzel çağırır ki zorlamaya lüzum olmaz. Ancak mesele burada değil. “Sizin dininiz size, benim dinim bana” âyetinin kâfirlere söylendiğini unutan yeni nesil, İslâm’ı yeni bir forma sokarak Müslüman olduğuna kanaat getiriyor, kimse de buna bir söz söylemiyor. İslâm’da hatâ kabul edilebilir değildir; şayet karşıdaki Müslümansa, onun hatâsını önce elinle, sonra dilinle düzeltir, düzelmiyorsa kalbinle buğz eder, göz yummazsın!

“Emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münker”, imanın temel esasıdır. Bir imanın geçerli olup olmaması bu şarta bağlıdır. Kaynaklarda böyledir. Biz imanın esasını atlayıp, bir de üstüne İslâm’ın hoşgörüsüyle övünecek miyiz? Buyurun, size bir tarafsızlık ve ciddî mânâda da ideolojiye ait olamayışı temsil eden bir tablo!

“İslâm bir ideoloji mi?” demeyin. İslâm bir ideolojidir; bir düşünce, duygu, hayat tarzı, mutlak var olan her şeydir İslâm. Ne yazık ki onu da tanımadan sahiplenen ne çok insan var. Oysa hakikî iradeye ne derece yaklaşmışlardı…

İşte doğru yol, başka yerde arama! Tarafsız olma, devamlı tebliğ et! Pes etme, düzelt, fakat incitme! Özgürlük, istediğini seçebilmek değil, nefsinin istediğini seçmemektir. Mutlak özgür vardır ki, minik bir daire çiziverir, onun dışına çıkamayan mahlûk olan “El-İnsan”ı özgürlük arayışının pençesinde oraya sıkıştırır. Eğer insancık o dairenin içinden hayata bakmaya devam ederse, kendi egemenliğinin yalanına inanarak ömrünü tüketir, fakat dışarıda da bir titreşim hissederse şayet, hele bir daireye dışarıdan baksın, hakikat yolculuğuna ilk adımını atar. Yolun sonu Küllî İradeye varır. Buyurun haydi!

Bu yolu ben inşâ etmedim. Kusursuz bir idea, mükemmel bir düzen! Neden buraya dönmek yerine hedeften uzaklaşıyorsunuz? Mutlak saâdet yalnızca bir anlık uyanışta! Kendine gel, Rabbine gel!