Babam ve soluk isimlerimiz

Hastaneye yatırılmış sonra babam. Yanında bir süre kalan amcamın köye dönmesinden birkaç gün sonra bu dünyaya veda etmiş yalnız ve vicdanına kendi eliyle yüklediği koca koca ahlarıyla. Yanında bir yakın, haber gönderecek bir adres ya da isim olmayınca, devlet kaldırmış cenazesini…

BABAM atını harmana çektiğinde, ablalarım ve ben, evin büyük, zırzalı tahta kapısının aralığından yüreğimize oturan öfke, hüzün ve de korkuyla hiç unutamayacağım o sahneyi seyrediyorduk…

Anam evin bir köşesine iliştirilmiş ufacık odaya çekilmiş, o gün hiç konuşmamıştı. Babam önce kendi indi siyah donlu yaşlı atından, sonra elini uzattı ve diğer eliyle de gövdesine destek vererek onun attan inmesine yardım etti. Eve doğru ilerlemeye başladıklarında biz aceleyle uzaklaştık; anamın yanına gidip kapıyı yarı aralık bıraktık. Merak duygusu öfkemizin ara ara önüne geçiyor fakat çok uzun sürmeden o taze ve şiddetli duygular tekrar devreye giriyordu.

1940’lı yıllardı. Sekiz dokuz yaşlarındaydım. Onu babamla eve girerken gördüğümde, yüreğimin çarpmasını ta sırtımda hissetmiştim. İçeri girdiğinde mahcup ya da çekingen olmayan hâli bugünkü gibi aklımda. Uzun zamandır alttan alttan konuşulan, son günlerde de babamın dolaylı yollarla bize anlaştırdığı plânının gerçekleşmesiyle kırgınlığımızdan fazla suçluluğumuzu yaşıyorduk o gün. Bu kadının evimize gelmesi, anamın üç kız dünyaya getirmesinin neticesiydi.

Babamın bir oğlunun olmaması, bizi ve anamı suçlu bulmaya yetiyor ve bedelini ödememiz gerektiğini anlatıyordu bize. Anam o günden sonra çok az gülümsedi. Hatta daha az konuşmaya başladı. Babam büyük hayâlinin yani bir oğlunun olacağı günün ümidiyle anamı çok fark etmiyordu. Zaten yeni gelen kadın yakın ilgi ve alâkaya ihtiyacı olduğunu her hâliyle yeterince hissettiriyordu evde. Babamın bu ihtiyaca yoğunlaşmasına anam içerledikçe daha da susuyor, kederi ve gururu onu yavaş yavaş hayattan koparıp iyice kabuğuna gömüyordu.

***

Babam köyde sevilen ve hürmet edilen biriydi. Çalışıp ambarımıza buğdayımızı, unumuzu dolduracak kadar toprağı da vardı. Hasat mevsiminde ara ara, sonrasında ise sıklıkla kasabaya, vilâyete atıyla yolcu götürüyor, dönerken bize kadife, divitin, basma kumaşlar, limon, çay, şeker gibi çoğu kişinin evinde nadir bulunan şehir malları getiriyordu. Severdi de bizi ama hep bir oğul özlemi çektiğini anlardık konuşmalarından. Dört amcamın boy boy oğullarının ekine, harmana, dağa hayvan otlatmaya koşturuyor olması neyse de onların bacalarının daima tüteceği, soyunun yürüyüp devam edeceği fikri babamı çok içerletiyordu. Biz üç kızı, belki de ona ait değildik. Bir gün hepimiz bu evden gidecek, babamın hem hanesinden, hem de kütüğünden ayrılacaktık.

İşte bu düşünceli zamanlarda amcalarım, “Sana erkek evlat lâzım ağabey, diğer türlü malın mülkün elin oğullarına kalacak” sözleriyle onun yarasını kaşıyor, babamın sessiz düşüncelerine cesaretleriyle ses veriyorlardı.

***

Anamın sağlığının her geçen gün biraz daha bozulduğunu fark ediyorduk. Fakat hiçbir şikâyetini dile getirmiyor olması ablalarımı ve beni içten içe kahrediyordu. Epey zaman sonra gamından, kederinden beslenen eklem ağrıları nedeniyle ufak ufak sızlanmaya başladı.

Bir müddet sonra kasabaya gidip gelenlerin getirdiği haberlerden öğrendik babamın yeni karısının üç oğul anası olduğunu. Bu kadının seçilmesindeki sebep daha ne olabilirdi ki? Kocası genç yaşta vefat edince çocuklarıyla kalakalmış ortada. Öküzü yok, sabanı yok. Olsa da sürecek tarlası yokmuş. Bizim hakkında bir şey duymak istemediğimiz, bir o kadar da merak ettiğimiz bu kadının çocukları beş, yedi ve on yaşlarındaymış. En küçüğü, anası onları bırakırken atın ön ayaklarına sarılarak ağlamış “Ana beni de götür!” feryatlarıyla.  

Babam, umutlarını bağladığı oğlu uğruna o üç çocuğu analarının yokluğuyla, bizi ise varlığıyla kahretmiş, boyunlarımızı bükük bırakmıştı. İşte bu üç yetim, ninelerinin titreyen ellerine, ağrıyan dizlerinin takatine emanet edilmişti. Kimine karın tokluğu, kimine adına ve malına varis araması uğruna…

Zaman ilerliyor fakat babam umutlarının yeşereceği güne bir türlü uyanamıyordu. Bu arada ablam on altısını doldurmadan evlenmişken, bense çocukluktan genç kızlığa hızla yol alıyordum.

Bahar gelmiş, karın kalktığı yollarda at yürür, insan geçer olmuş, babam yine yolcu taşımaya başlamıştı. Kimi kıştan kalma hastalığı için doktora, kimi yedi sekiz aylık çocuğunu nüfusa geçirmeye ya da ölenleri nüfustan düşürmeye... Babam, artık anamın bu kahırdan tükenişini anlamış olmalı ki bir akşam, “Sabaha hazırlan, kasabaya, doktora indireyim seni” dedi. Hiç seslenmedi anam, itiraz da etmedi. Sabah sarı kadife üzerine vişneçürüğü çiçekli elbisesini giyinmişti. Bu elbisesini düğünlerde giyerdi sadece. Beyaz tülbendini örtüp ağrılarının iniltisiyle yavaş yavaş yürüdü kapıya. Atın üzerinde uzaklaştıkça onu bir daha hiç göremeyeceğim korkusu elimin kolumun takatini kesmiş hâldeyken yüreğime oturan acı iç çekerek ağlatıyordu beni.

Anam kasabadan bir kese tütün, bir de tütün tabakasıyla döndü köye. Belindeki kuşağının kenarında taşırdı tabakasını. Kalem gibi sardığı cigarasını içerken dumanına kondurduğu bir türküyle efkârını havaya boşaltırdı. Hiç bırakmadı tütünü. Kimi zaman köyün delikanlıları gelir, “Sar bi’ kalem gibi cigara da tüttürelim Ferahi bacı” derlerdi.

Ortanca ablam da evlenmiş ama babamın beklediği oğlu hâlâ doğmamıştı. Ben ise on beşime girmiştim. Bir gün kapıya üç atlı geldi. Çoluk çocuk, genç yaşlı, bu gelen yabancıları merak dolu gözlerle damlarda, kapı önlerinde inceliyordu. Bizim için dünya, kendi köyümüz ve civar köyler demekti. Bilmezdik başka âlem. Kasabaya, vilâyete gidenlere sorardık merakla gördüklerini. Babam kapıya çıktı ve gelen atlılara selâm verdi. İçlerinden birini tanıyordu belli ki. “Hasan Çavuş, sen misin? Hoş sefa geldin” deyip, atları ahıra çektirip eve buyur etti. Attan inen uzun boylu, çakır gözlü, sert bakışlı adam Hasan Çavuş’tu.

Ben anamın yattığı odadaydım. Babamın karısı buyur etti içeri. Meğer aynı köyden tanıdıklarıymış gelenler. Çocuklarını sordu içlerinden birine. “İyi” dedi sadece ve sustu. Yemek yendikten sonra Hasan Çavuş konuya girdi, oğlu için bana talip olduğunu söyledi babama. Hemen anama döndüm. Onu kime bırakırdım? Babam düşünüp haber salacağını söyledi. Üç gün sonra da akrabalardan birisiyle gitti haber: “Hayırlısı olsun...”

Düğünüme yakın, anam artık bir döşeğin üzerini yurt tutmuştu. Benimse kederlerim o döşeğin kapladığı alanın etrafına birikmişti. Babamın vicdanı anamı gördükçe ona huzur vermiyordu, belliydi. Severek aldığı o yayla çiçeği Ferahi’yi gamla derde karmıştı genç yaşında. Bir gün anama, “Selvi’nin gelin gideceği köy çok güzel. Kasabaya yakın, sevahil, bereketli. Maşallah… Orada bir bahçe var, satılık, onu alayım dedim. Köydeki yerler Fatma ile Ayşe’ye, bahçe de Selvi’ye kalır” dedi. Seslenmedi anam, elindeki tespihi çekerken sadece başını salladı.

Bu dağların, yaylaların büyüttüğü ben, çocuk yaşta beslendiğim kederleri buraların sert esen rüzgârlarına, elimizi yüzümüzü kesen ayazına bağlayıp savurmak isteğiyle giyindim kırmızı kadifeden dikilmiş gelinliği. En büyük çeyiz diye, babamın kızı olmanın çocuk yaştan beri yaşattığı suçluluğu koydum sandığıma, bindim atın üzerine.

Yavaş yavaş yaşlanan babamın hastalıkları arttıkça, vilâyete, doktora gidip gelirken benim de ziyaretime geliyordu. Bense yeni hayatıma alışmışken eşimin açılan sınavlara girip memurluk kazanmasıyla beraber yeni değişimlere hazırlanmanın endişe ve telaşını yaşıyordum. Memleketimden ayrılma vakti gelip çatmıştı. Vedalaşmak için köyüme anamla babamı ziyarete gittim sonbaharda. Anamın hasretiyle yanan ben, o kasvetli, derdimizi hapsettiğimiz küçük odaya doğruldum önce. Yatağını toplanmış görünce aklıma gelen düşüncenin yüreğime saldığı acıyla babama döndüm birden. Anamın durumu kötüleşince, bakımı için ortanca ablamın yanına yerleştirdiklerini söyledi bana.

Anam! Biz miydik senin kederlerinin rüzgârında bir yaprak gibi savruluşlarının sebebi, yoksa bizim varlığımızı eksiklik, yetersizlik gören zihinlerin sahipleri mi?

Beyhude bir bekleyişle kaç yüreğe ne kederler yaşattığını yıllar sonra fark eden babamın, “Allah bana üç kız evlat lütfetti; içlerinden biri dahi bana ne hürmette kusur etti, ne de bir sitemde bulundu. Ben ne kadar yanılmışım” dediğini işittik dertleştiği yârenlerinden.

Ben gurbette, anam doğup büyüdüğü köyünden uzakta, babamınsa bir ayağı hastanelerdeydi artık. Ayda yılda bir gelen mektuplardan öğreniyordum hayatlarında olanları. İyice yalnızlaşan ve hastalığa yenik düşen babamın hâli, benim için alınan (!) bahçenin akıbetini belirlemekte en önemli koz olmuş babamın karısına. Tapuya karşılık olarak bakımıyla ilgileneceği şartını ortaya koyup amacına ulaştığının ertesi günü babamı yüzüstü bırakıp “çocuklarının” yanına geri dönmüş on sekiz yılın ardından. Hastaneye yatırılmış sonra babam. Yanında bir süre kalan amcamın köye dönmesinden birkaç gün sonra bu dünyaya veda etmiş yalnız ve vicdanına kendi eliyle yüklediği koca koca ahlarıyla. Yanında bir yakın, haber gönderecek bir adres ya da isim olmayınca, devlet kaldırmış cenazesini. Kayınpederimden gelen son mektupta bir ömrün hikâyesi bu üç beş cümlenin içinde anlatılıyordu.

Babam... Cennet’in kapısının ona aralanacağı hadisinin müjdesine muhatap olmuş üç kız çocuğu babası... Vefatında kimsesizler mezarlığına defnedilmişti.