Babam, ben ve gelincik çiçeği

Üniformalı hâli fotoğraflarından en sevdiklerimdi. O resimlerde ilk önce sol omuzuna bakardım. Bizden ayırmak için hedef aldıkları yeri, sol omuzu... Babamın bizi taşıdığı tarafı… Belki benim, belki kardeşimin başını yaslayacağı yer...

MİNİCİK avuçlarımı açınca birkaç damla kan süzüldü. Toprağın üzerine düştüğü anda izi kayboldu. Etrafımda irili ufaklı bir düzine el vardı ve onlardan da kan damlıyordu. Her damlanın akıbeti, elimden damlayanlarla aynıydı.

Sonra, uğultulu ağlama sesleri bir hortum gibi beni anaforuna aldı. Kulaklarım sesin etkisiyle çınlıyordu adeta. Aniden etrafım onlarca “ben”le çevrildi. Her yaşta bir “ben”, her “ben”in avucundan akan birkaç damla kan… Toprak, üzerine düşen damlaları anında yutuyordu. Etrafıma baktığımda sıra sıra gelincikler boy vermişti topraktan.

Üç yaşındaki küçük kız çocuğu birini işaret ediyor gözleriyle. Ne kadar da bana benziyor! Bakışlarımı o yöne çeviriyorum. Karşıda belli belirsiz bir siluet... Sanki sislerin içinde ya da dumanlar sarmış etrafını. Bir şey var beni o tarafa çeken. Bir koku geliyor burnuma; tütün mü desem, kolonya mı? Bu koku içimi sızlatıyor. Kesik parçalarla bazı görüntüler saniyelik geliyorlar gözüme, tam algılayamadan kayboluyorlar. O bilinmeze doğru yürümek istiyorum fakat adımlarım ilerlemiyor. Seslenmek istiyorum, soluğumu toparlayamıyorum. Sis ya da duman, her neyse, dağılırken, içindeki de ufak ufak belirginleşiyor artık.

En fazla otuz beş yaşında. Üzerinde üniforma. Sol omuzundan kan damlıyor. Her damla kan, topraktan gelincik olarak baş veriyor. O ise gelincik tarlasının ortasından bana bakıyor. Şaşırıyorum; çünkü aynı çiçeği büyütüyoruz kanlarımızla. Sonra ellerim aklıma geliyor; bakıyorum, avuçlarım tertemiz. Ama büyümüş ellerim; bir yetişkin olmuş, hatta biraz da yaş almış gibi. “Allah’ım, neden yürüyemiyorum?” diye hayıflanırken, karşıdaki, eliyle “Gelme” diye işaret ediyor bana. Bacaklarımı zorluyorum; sanki demirden birer külçe, kımıldamıyor ikisi de. Yine etrafıma onlarca “ben” toplanıyor ve her birinin yüzünden hüzün akıyor. Bana “Niye gitmiyorsun?” diye sitem eder gibi bakıyorlar. Ayak bileklerime dolanmış kollar görüyorum. Bunlar bana sitemle bakanların kolları, fark ediyorum.

“Son bir gayret, olacak gibi” derken, “Anne!” diyen bir ses ürkütünce içimi, olduğum yerde kalıyorum. Gitmekten vazgeçiyorum. Artık her yer aydınlık. Oldukça net görüyorum etrafımı.

İki dünya arasındayım şu an. Zihnimde çocukluğumun yarım yamalak, tamamlanmamış düşlerin kırıntılarını toplarken, yanımda ya da karşımda bunların bütünleşmiş hâlini görüyorum. Böylesi girift, bir o kadar da bağımsız zaman, mekân ve duyguyu ayıramıyorum birbirinden. İstiflenmiş, yıllara ayrılmış hasret ve hüzünlerim raflarından fırlamış hâlde bulunduğum yere koşuşturuyorlar sanki. Tüm yaşlarımdaki “ben”ler kendilerine ait duygularıyla eşlik ediyorlar.  

Karşıda bekleyen kişi babama ne kadar da benziyor... Tam da düşlediğim gibi! Lacivert takım elbisesi, altın rengi saati, Türk bayrağı motifli yüzüğü... Kalın bilekleri, geniş omuzları ve tütün kokan elleri... Bunlar, anlatılanlardan babamın en çok aklımda kalan kalın hatları. Gerisini fotoğraflardan, annemden ve yakınlarımdan dinledim. Kahkahasının coşkusunu, yumruğunun kaviliğini işittikçe içime ne çok duygu sızar ama hiçbirine isim koyamazdım. O zamanlar bir tek his biliyor, adına “Baba” diyordum. Korkuyorsam, yalnız hissediyorsam, üşüyorsam tek adı vardı, o da “babam”dı. Fısıltılı cümlelerden duyuyordum “Gökte uçan kuşlar bile ona ağladı” ifadelerini. Hatta dedemin omuzlarının çöktüğünü iç çekerek anlatırlardı. Benden çok mu üzülmüştü acaba kuşlar? Üzülmek için ağlamak mı gerekiyormuş? Kuşlardan utanmış, hatta beni görmemeleri için dua etmiştim günlerce. Çocukken ağlayamadıklarım, anlayamadıklarımdanmış meğer.

Etrafımı saran onlarca duyguyu yerli yerine oturtmakla meşgulken büyüdüm. Büyüdükçe öğrendim babama ağlamayı ve kuşları seyretmeyi.

En çok tütün kolonyasını severmiş. Gömlek yakalarının kolalı, pantolonlarının jilet gibi ütülensin istermiş. Annem anlatıyor ara ara bunları. Nasıl gözü kara olduğundan bahsedildiğinde boynuma şampiyonluk madalyası takılmış gibi gururlanırdım. Biri sevdiği şarkıdan bahseder, bir başkası neye çok öfkelendiğinden. O da annesini erken kaybetmiş fakat tanımış yine de onu. Benim ten rengimi benzetirlerdi, kardeşiminse gözlerini. Bense olay yerinden delil toplar gibi itinayla küçücük zihnime ona dair cümleleri alır, resimler çizer, mekânlar oluşturup ikimize ait düşler kurardım.

Üniformalı hâli fotoğraflarından en sevdiklerimdi. O resimlerde ilk önce sol omuzuna bakardım. Bizden ayırmak için hedef aldıkları yeri, sol omuzu... Babamın bizi taşıdığı tarafı… Belki benim, belki kardeşimin başını yaslayacağı yer...

İnsanın geçmişe dair hayâl kurması nasıl bir şey, bilir misiniz? Olmayan bir gerçeği var etmeğe çalışması? Hayâllerin kokusu olur mu hiç? Canı yanar mı düşlerin? Benim hayâllerim bir gece tütün, bir gece kolonya kokardı. Onu düşleyeceğim günler ellerime sevdiği kolonyayı döker, avuçlarımı burnuma yaklaştırarak uyurdum. O ise uykumda bana eşlik eder, sabaha yakın bırakıp giderdi de ben, kalbim acıyarak uyanırdım.

Büyüdükçe hayâllerim azaldı. Boşluklarım ise her zamanki yerlerinde duruyorlar. O tarafımı dolduramayacağımı bilerek yol alıyorum hayatta. Ne ertelenmiş, ne kıymeti bilinmemiş zamanlarım oldu hiç. Pişmanlık duyacağım bir hissim de yok. Çünkü ellerimde harcayamadığım, öylece kalmış artık zamanların kullanılmamış posası var sadece. Boş bir köşe, eşyasız bir oda gibi... Çıkmaz bir sokak ama asla tenha değil. Öfkemi ise çocukluk günlerimde bıraktım. Babamın başındaki bayrağın dalgasına bu dünyaya ait hiçbir hissi konduramadım.

Bugün ne uykum diğer günlerdeki gibi, ne de düşlerim. Bugün hayâllerimin kontrolü de bende değil. Yılların özlemine sıkıştırdığım ne varsa saçıldı etrafa. Babam o, biliyorum. Karşımda seyrederken bugünkü “ben” değil ama dünde bıraktığım “ben”ler zorluyor ona gitmem için. Anlıyorum ki, çocukluğumun hisleri ittirirken babama, şimdi ise köklerimden uzayan dallar sıkı sıkıya tutuyor beni. Belime bağlanmış uzun bir halatla çekiyorlar bedenimi parmak uçlarından kaymamam için. “Anne! Anne!” diyen sesler koparıyor ara ara beni bu esrarengiz âlemden. Farkındayım; kalbim, ruhum, tüm varlığım “Anne!” diye seslenen tarafta. Bunu babam da biliyor ve arkasını dönerek ağır adımlarla benden uzaklaşıyor. Şimdi sağ tarafıma çocukluğum geçti, sol yanıma ise çocuklarım. “İhanet mi ediyorum yıllarıma, vefasız mı davranıyorum taşıdıklarıma?” diye hesaba çekiyorum kendimi. Yanağımdan birkaç damla yaş süzülüyor babamın gidişini seyrederken. Bir el dokunuyor yüzüme. Bana muhtaç bir sıcaklıkla alıyor gözyaşımı.

Gözlerimi hafif araladığımda, makinelerin mekanik, ruhsuz ve ritmik seslerinin içinde oğlumun bir eli yüzümde, diğer eli ise sol elimi sıkı sıkı kavramış hâlde oturuyordu başımda. Dönüşümde fark ettim gittiğim yere tüm yüklerimi indirdiğimi. Beni bekleyenlerin neler hissettiği ise en iyi bildiğim şeydi.

Çocukken şu sorular “cevap” diye tırmalardı zihnimi: “Sağ kolumuz niçin daha kuvvetli? Sağ elimiz diğerine göre niye çok fazla aktif? Yaptığımız işlerin yükünü neden hep sağ tarafımız taşıyor?” Sonra kendime göre buldum cevabını: Çünkü sol yanımızda görünmez yüklerimiz var. Emanet gibi... Ne paha biçebiliyor içindekilere, ne de yerine aynısından koyabiliyoruz. İyi taşımak, muhafaza etmek, incitmemek lâzımdı o yanımızı. Belki babamı bizden koparan, emanetlerini taşıdığı tarafına, sol yanına o kurşunu sıktıklarındandı.