-OĞLUM, balkonun kapısını kapatır mısın?
Seslenen, mutfak tezgâhında akşam yemeği için uğraşan annemdi. Ocaktaki
tencerede harıl harıl pişmeye koyulmuş yemeklerin kokusu dışarı çıksın diye az
önce açtırdığı kapıyı, üşümüş olsa gerek ki, şimdi de kapattırıyordu bana. Az
önce de doğradığı soğanları tencereye boşaltan anneme ben seslenmiştim gülerek,
“Sevgini katmayı unutma!” diye. Annem güldüğümü görmemişti ama anlamıştı dalga
geçtiğimi. “Kuşak kabızı ergen ukalalığı üzerinde yine!” diye azarlama tonunda
karşılık vermişti arkasına dönmeden. Cümlenin ilk kısmını anlamamıştım ama sözü
daha fazla uzatmaya niyetim yoktu; çünkü oyuna konsantre olmam gerekiyordu.
Kasım ayının sonlarıydı; güz yağmurları başlamış, güneş yavaş yavaş
etkisini yitirmeye yüz tutmuştu. Gündüzleri serin olan havalar akşamları iyiden
iyiye üşütür hâle gelmişti artık. Salona açılan balkon kapısı ile mutfak
penceresi arasında oluşan hava akımı annemi rahatsız etmiş olmalıydı. İlk
seslendiğinde duymamış gibi yaparak zaman kazanmaya çalıştım. Çünkü ellerim çok
meşguldü ve online olarak oynadığım oyundan gözümü bir saniye bile ayırmamam
gerekiyordu. Annemin ikinci seslenişinde yerimden kalktım mecburen. Eğer üçüncü
kere söylemek zorunda kalsaydı biliyorum arkasından onu verem ettiğimizden
tutun da (bütün bizim nesli kastederek) bizim işe yaramaz camız yavrusu
olduğumuza varıncaya kadar bir dizi hakarete maruz kalabilirdim.
Kapıya ulaştığımda biraz dizimin, biraz da dirseğimin yardımıyla kapıyı
kapatmaya muvaffak olmuştum. Üstelik gözümü bir saniye bile elimdeki -bedenimin
ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş- tabletimden ayırmadan… Annemin nazik emri
için vücudumun organlarına değişik işlevler kazandırarak kombine bir çalışma
yapmış ve sonuçta büyük bir iş başarmıştım. Ailem benimle ne kadar gurur duysa
azdı. Zira oyuna ara vermeden, üstelik de hiç puan kaybetmeden annemin isteğini
yerine getirmiştim. Bu görmezden gelinecek, azımsanacak bir çaba değildi.
Evde bulunduğumuz süre zarfında zaten yaptığımız en büyük aile içi hizmet,
(ailece aynı ortamdaysak -bu çok nadir olur-) kapı veya pencere açıp kapatmak,
kumandayı babamıza uzatmak ve gönülsüz de olsa ekmek almaya gitmekti. İki kardeştik
ve ben küçük olandım. Dolayısıyla da saydığım bu angarya işler genelde bana
kalırdı. Ben de abim gibi üniversiteye başladığımda (ki bundan çok emin değilim)
bu işleri kim yapacak, çok merak ediyorum.
Annemin bizi aç bırakmamak için çalışırken üşütüp hasta olmasını engellemeye
yönelik harcadığım yoğun çaba sırasında aklıma geldi; sanırım geçen sene tam da
bugünlerdi, yine böyle bir akşam vakti ama bir tatil günü olmalıydı ki
televizyon kumandasının patronu babam evdeydi… Babalar evde olunca, haber
saatinde mutlaka ekranda birilerini, gün boyu siyasetten cinayete ne kadar olay
olmuş, heyecanla anlatmaya çalışırken bulurduk. Tâ ki hava durumuna kadar… “Bulurduk”
dediğime bakmayın, lâfın gelişi… Lâfın gidişi ise şöyle: Benim pek… Pek değil,
hiç işim olmazdı haberlerle. İlgi alanım dışındaydı kimin ölüp kimin kaldığı. Ya
da siyaseten kim kimdi, kim gelmiş gitmiş, çok uzaktım. Bana sorsanız “Şu an
ülkenin başında kim var?” diye, aklıma sanırım Atatürk’ten başka isim gelmez.
Cevabın doğru olmadığını biliyorum elbette ama başka siyâsî bir isim
hatırlamıyorum. Ekonomiyle alâkam ise hamburger ve internet paketimin fiyatı
ile sınırlıydı…
O akşam yemek masasında aile fertleri olarak kimimiz istihzayla (ki o ben
oluyorum), kimimiz komik bulduğu için birkaç haftadır bizde kalan babaanneme
gülmekten kendimizi alamamıştık. Zavallı kadın neye uğradığını şaşırmış, belki
de gelip geleceğine pişman olmuştu. Önceki yaz dedem öldükten sonra yalnız
kalan babaannemi hiç olmazsa kışı yanımızda ve rahat geçirsin diye babam bize
getirmişti. Babamın söylediğine göre, evimizin darlığını bahane ederek gelmek
istemeyen babaannemi razı etmek biraz zor olmuş. Bizi rahatsız edeceğini
düşünüyormuş hep -ki bence haklıymış-. Ama taşındığımız yeni evin eskisine göre
daha geniş olduğunu, kendisine ait bir oda ayarlayabileceğini söyleyince
gönülsüz de olsa ikna olmuş.
Bu, ninemin bize ilk gelişi değildi ama ilk uzun süreli kalışı olacaktı. Dedemin
sağlığında birkaç yılda bir birlikte gelir, iki üç günlük misafirlikten sonra
dönerlerdi. Şimdi ise misafirliğin ötesine geçen bir durum söz konusuydu. Dört
kişilik ailemiz, geçici de olsa beş kişi olacaktı. Yeni düzenimiz de bu beş
kişiye göre kurulacaktı doğal olarak. Sizin anlayacağınız, düzenimiz
bozulacaktı. Babaannemin gelmesinden -doğrusu- en çok huzursuzluk duyan bendim.
Rahatım kaçmıştı çünkü. Ona benim odamı vermişlerdi; üstelik bana sormadan. Ve
ninemin dönüşü ayları bulacaktı. Bu benim, odamdaki sonsuz özgürlüğümün
kısıtlanması, hatta kısıtlamanın ötesinde elimden alınması anlamına geliyordu.
Ki bu, bildiğiniz sosyal hayatıma, yaşam alanıma müdahale demekti. Bu kış
abimle aynı odayı paylaşacaktım mecburen, seneyi düşünmek bile istemiyordum.
Ninemin gelişi şerefine evde yapılan değişiklikler benim odamın elimden
alınması ile sınırlı kalmadı. Babam, anneme yeni bir seccade almasını emir
buyurdu. Çünkü taşınırken eskilerini atmışlardı. Aynı zamanda babam, benden de
internetten telefonuna kıbleyi tespit eden bir program indirmemi istemişti.
Annem, babaanneme aldığı yeni seccade sayesinde, ben de tespit ettiğim kıble
nedeniyle ciddi sevap kazanmış olabilirim. Babaannemin gelmesi ile birlikte
sanırım evimizde çok da alışkın olmadığımız manevî bir hava esecekti…
***
Geldiği günden beri bizi rahatsız etmemek için azamî gayret sarf eden
babaannem, yemek saati harici çoğu zamanını odasında yani benim odamda
geçirirdi. “Kendini bir nevi ortamdan izole etmişti” desem yeridir. Yalnızlığı
iliklerine kadar duyumsadığını iç çekişlerinden, elindeki örgüyle pencere
önünde dalıp gidişlerinden, bir soru sorduğunuzda sesinin çatallaşıp gözlerinin
nemlenmesinden anlayabilirdiniz. Yanlış anlaşılmaktan korktuğu için belki de, suskunluğu
tercih ediyor, annemin egemenlik alanı olan mutfak bölgesinden özellikle uzak
duruyordu.
Evde babaannemizi değil bir yabancıyı ağırlıyor gibiydik. Oluşan bu
yabancılık hissi onun hassasiyetinden mi, bizim ona yansıttığımız enerjiden mi
kaynaklanıyordu, bilmiyorum. Yalnız benim ondan hoşlanmadığımı anlamış
olmalıydı. Odamı onun yüzünden kaybettiğimi bildiğinden derin suçluluk
hissediyordu. Bu yüzden o kadar çok özür dilemişti ki… Hatta bir defasında bu
özürlerden iyiden iyiye sıkılmış ve “Gelmeseydin o zaman, onu baştan
düşünecektin” deyivermiştim. Söylediklerimin şikâyete dönüşüp babamın kulağına
gitmeyeceğini bildiğim için de rahattım…
***
Babaannem tam olarak kaç hafta dayandı bu işkenceye, bilmiyorum. Gitmek
istediğini ve bu konuda çok kararlı olduğunu babama söylemeden birkaç gün önceydi
az önce bahsettiğim akşam. Ana haberler bitmiş, hava durumu başlamıştı.
“Balkanlardan gelen soğuk ve yağışlı hava dalgasının bu
akşamdan itibaren yurdu etkisi altına alacağı bildirildi. Meteoroloji Genel
Müdürlüğünden yapılan açıklamaya göre daha çok Marmara bölgesinde etkili olacak
soğuk ve yağışlı havanın hafta sonuna kadar devam etmesi bekleniyor. Özellikle
İstanbul, Edirne ve Çanakkale’de hava sıcaklıklarının sıfırın altına düşeceği…”
Hava durumunu sunan tok sesli adam, aşağı yukarı bu
cümlelerle vermişti o akşamdan itibaren üşüyeceğimiz haberini. Sunucunun
vedasından sonra, ninemin oturduğu yerden yavaşça kalkıp hafif aralık duran
balkon kapısına doğru yöneldiğini görmüştüm. Kalkarken zorlanmış, sandalyenin
kenarından güç alarak doğrulabilmişti ancak. Sırtında yılların yükünü taşıdığı
besbelliydi. Omuzları çökmüş, vücudu öne eğilmişti. Parmakları düzelmediğinden,
elleri hep yarım yumruk hâlindeydi. O yarı kapalı elleriyle kapıyı sıkı sıkı
örtüp birkaç defa da kontrol ettikten sonra dönmüştü yerine. Kapıyı neden sıkı
sıkı kapattığını sordu babam, annesine. “Duymadın mı oğlum?” dedi, “Televizyon
söyledi ya şimdi, balkonlardan yağışlı soğuk hava gelecekmiş”…
Cevabı duymamızla birlikte makaraları koyvermiştik
ailece. Sandalyesine oturduğunda yüzlerimize bakıp durumu anlamaya çalışıyordu
ninem. Tek tek hepimizin yüzünde gezdirdi gözlerini. Birimizden bir cevap
bekliyordu. Neden gülüyor olabilirdik, bu kadar çok komik olan neydi?
Toy, agresif, umursamaz, bencil, saygısız ve sair bir
ergen olarak anlattığım bu hikâyenin sonunda, size, “Ne kalıyor giden insandan
geriye?” sorusuyla başlayıp tumturaklı cümleler kurmak ve varlık yokluk analizi
yapmak istiyorum ama bunun için benim büyümemi beklemeniz gerekecek. O kadar
zamanınız yok mu? Öyleyse küçük bir ipucu vereyeyim: Çokça hüzün, daha çokça
pişmanlık…
Çünkü cennetin annelerin ayakları altında olduğunu ilk
babaannemden öğrenmiştim beş yaşlarında iken. Sonra çaktırmadan annemin
ayaklarının altına bakmaya çalışmıştım mutluluğu bir resim zannederek…
Öğretecek çok şeyi vardı belki de…