B/aşka bir zamanın insanları

Öyle ya, hangimiz özlemeyiz ki eskileri? Hiç bilmediğimiz eskileri hem de… Hiç görmediğimiz insanlara bir yakınlık, bir sıcaklık duyarız şuramızda zaman zaman. Başkaymış eskiler, her şeyleriyle bambaşka…

“HAYATI güzelleştiren ve devamını sağlayan temel duygu sevgidir. Sevgi, insanı yoktan var eden hayat suyudur; onu emzirip besleyen, toprağa ekip büyüten öz tohumudur.

Var olmanın, diri olmanın, Yaratan’a ulaşmanın ilk şartı sevmektir. Ve bir erdemdir, fazilettir, bir aynadır. Bu aynadan da yüzümüzü değil, kendimizi, dolayısıyla Çaresizler Çaresinin büyüklüğünü görürüz.

Susamışların, ağzı dili kuruyanların, yolunu kaybedenlerin, hasretlik çekenlerin kana kana içtiği âb-ı hayattır.

Sevgiden yoksun bir yürek ‘sinede yüktür’. Değil taştan, demirden bir kürektir.”[i]

Bazen yalnız kalır insan. Bazen duyar yalnızlığı, bazen yalnızlığı dinler. “Bir başına iken” demiyorum, en çok kalabalık mekânlarda yapayalnız kalır insan. Bir başına hisseder kendini. Bazen bilerek çekilir yalnızlığına. Bir keman tınısına sığar yalnızlığı bazen. Bazen dolar, dolar da yalnızlıkla, sığmaz olur ne mekâna, ne cihana. Bazen kaçar insan. Kapatır kendini insanlara. Ne o onları anlar, ne insanlar onu. Herkes onu içine kapanık sanırken, dediği gibi şairin, o içine değil, dışına kapanıktır esasında.

Kaçar bazen insan. Ait hissetmez kendini bulunduğu mekâna. Sanki yanlış bir zamanda doğmuş, yanlış bir hayata düşmüştür. Hiç görmediği ama sanki hep bildiği, hep tanıdığı bir zamanı özler durur. O zamanın insanlarından sayar kendini. Elinden bir şey gelmeyince, yüreğinden geleni yapar o da; yüreğine çekilip kapatır kapıları dışarıya. Sonrakileri bilemediği için, hiç görmediği eskileri özler hep. Bilmem kaç yüzyıl önce yazılmış bir şiiri okuyup büyütür özlemini. Zaman zaman sorar kendine: “Sahi, var mıydı bu insanlar gerçekten? Yoksa yalan mıydı hep bu hikâyeler, bu kıssalar ve şiirler? Eğer gerçekten var idiyse bu insanlar, bu b/aşka zamanın insanları, demek ki ben yanlış zamanda doğmuşum…”


Aşk vardır, padişah eder gedâyı; aşk vardır, kul eder padişahı. Bileni bilmez eder aşk, bilmeyeni bilgin. Aşk vardır, tarumar eder şehirleri; aşk vardır, çöller vahaya döner. Hangi Âdemoğlu vardır ki tatmamış olsun bu zehri? Ne kralı, ne sultanı, ne köylüsü, ne medenîsi, ne büyüğü, ne küçüğü, ne kadını, ne erkeği… Vakıa o ki, her yüreğe uğramış olsa gerek bu zehr. Yoksa boşuna demezlerdi “Sinede yüktür aşksız yürek” diye…

Öyle ya, hangimiz özlemeyiz ki eskileri? Hiç bilmediğimiz eskileri hem de… Hiç görmediğimiz insanlara bir yakınlık, bir sıcaklık duyarız şuramızda zaman zaman. Başkaymış eskiler, her şeyleriyle bambaşka… Yaşamlarıyla, günlük hayatlarıyla, dünyaları, rüyaları, hülyaları, sevgileri ve aşklarıyla bambaşka… Şimdinin insanının elinden düşmeyen telefonları, evlerimizde bizi dünyaya bağlayıp yanı başımızdan bîhaber kılan bilgisayarları, televizyonlar mahvetti belki de her şeyi. Düşünsenize, yeni neslin birçoğu hiç mektup yazmamış kimseye ve hiç kimseden mektup almamış hâliyle.

Muammer Yılmaz’ın “Tarihî Aşklar ve Aşk Mektupları”nı okuyunca, aynı şey olmasa da çok çok eskiden dayıya, teyzeye, halaya, amcaya yazmış olduğum mektuplar geldi aklıma. Değil mi, mektubun yeri bir başkadır? Hele hele bu bir de insanın sevdiceğine ise… Yüreğini katar insan yazarken; zarfa yüreğinden bir parça koyar da yollar yazdığını can parçasına. Ve dahi binbir heyecanla gözler gelecek cevabın yolunu…

“Tarihî Aşklar ve Aşk Mektupları”nda kimin bahsi geçmiyor ki? Eski Mısır’dan tutun da Romalı yöneticilere, Fatih Sultan Mehmed Han’a, Yavuz Sultan Selim’le çadırının işlerine bakan cariyeye, Mimar Sinan’a, Kanunî Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’a, Deli Petro ile Katerina’ya, Karl Marks’a, Beethoven’e, Sultan Abdülmecit ve Madelaine’ye, Enver Paşa ve Naciye Sultan’a, Nazım Hikmet’le Piraye’ye kadar kimler yok ki? Hepsi birer dehâ; kimi dünyanın hâkimi zamanında, kimi dünyanın hayran olduğu biri, fakat umurlarında değil! Gözleri başka hiçbir şeyi, hiç kimseyi görmüyor gönüllerini kaptırdıklarından gayrı…

Her birinin sevdiğine yazdığı mektup ayrı bir güzel. Kullanılan dil kiminde çok edebî, kiminde biraz daha sıradan; lakin her birinin en güzel yanı, mektubu yazdıkları kişilere duydukları sevginin büyüklüğü, özlem ve saygıları… Aralarında elbette birçoğu şairdi; lakin şair olmayanın yazdığında da ayrı bir tat, ayrı bir güzellik var nedense. Belki de dediğimiz gibi, mektubu yazdıkları kâğıdın arasına yüreklerinden bir parça sıkıştırmıştır hepsi de…

Mesela Fatih Sultan Mehmed ile Comagenler sülalesinden -Edirne’de ikamet eden- Sultan Bensaid arasında geçtiği söylenen bir mektuplaşmanın daha başındaki inceliğe bakar mısınız?

“2 Şubat 1453/ Edirne’deki Sultan Bensaid’e…

Sevgili Sultan,

Size ‘Allah’a ısmarladık’ diyemeyişime müteessir olmayınız. Hanedanımız eski düşman Karamanoğlu (İbrahim Bey); Pontus Krallığı’nı, Bursa’yı, Misis’i ve İyonya’yı cinayetleri ve dehşetiyle doldurdu.

İlahi Sultan, sizin için duyduğum hararetin ateşi, bana zaferi temin edecek olan hamleleri canlandıracaktır!”[ii]

Seven için sevdiğinin her ânı, yaptığı her şey güzeldir. Ne kadar uzak da olsa, her ânından, her yaptığından haberdar olmak istemez mi insan sevdiğinin? Günlük alelâde şeyler bile olsa güzel gelmez mi sevgilinin yaptıkları, söyledikleri? Ve kıskanmaz mı seven insan sevdiğini kendi kendine verdiği vesveselerle? İşte cevaben Sultan Bensaid’den Fatih Sultan Mehmed’e bir mektup!

“Yenilmez Sultan,

Bana vermiş olduğunuz havadisi bildirmek üzere sarayın bütün kadınlarını topladım. Nihayet eski düşmanlarınız yerlere serilmiş ve siz Konstantiniye şehrini ele geçirmişsiniz. Yemekten sonra çok güzel dans ettik; şuruplar ve her türlü ferahlık verici içecekler dağıtılmıştı.

Hareketim hususunda gösterdiğiniz gecikmelerin sebebiyet verdiği elemi sizden saklayamayacağım. Sizi görmeksizin nefes alamıyorum. Ordularınızın, meserretlerinin (sevinçlerinin), servetlerin ve bana tahsis etmiş olduğunuz mücevherlerin bence ne kıymeti olabilir eğer hayatımın saadetini kaybedersem?”[iii]

Kitapta beni şahsen rahmetli Enver Paşa’nın Naciye Sultan’ına yazdığı bir mektup etkiledi en çok. Şu girizgâhın şahaneliğine bakar mısınız?

“Elmasım, efendim, sultanım, iki gözüm! Gönderdiğiniz güzel ve cidden kıymetli evrak çantasına, mendiller ve havlulara nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Doğrusu, böylece bu dağ hayatında adeta sizinle sarayda yaşıyormuş gibi oldum…”[iv]

Ve kitaptaki son mektupsa hapisteki şair Nazım’dan Piraye’sine:

“Sevgili! Bütün bir uykusuz geçen geceden sonra sana bu mektubu sabah sabah yazıyorum. Oğlumla beraber çıkarıp gönderdiğiniz resim uyutmadı beni. Niçin uyutmadı? Neden uyutmadı? Bu ‘niçin’e, ‘neden’e cevap vermek için baştanbaşa bir şiir kitabı yazmak lazım. O kitap günün birinde yazılacaktır. Şimdi muhakkak olan bir şey varsa, bütün bir gece uyumadığımdır…”[v]

Muammer Yılmaz

1945 yılında, Yozgat’a bağlı Sarıkent’te dünyaya geldi. Ortaokul ve liseyi TCDD hesabına İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde okudu. 1969 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun oldu. 24 yıl tarih ve sosyal bilgiler öğretmenliği yaptı. 1995’te emekli oldu. Türkiye’mizin sayılı gazete ve dergilerinde tarihî, dinî, kültürel ve politik konularda yüzlerce makale ve incelemesi yayımlandı.



[i] Tarihî Aşklar ve Aşk Mektupları

[ii] Tarihî Aşklar ve Aşk Mektupları

[iii] Tarihî Aşklar ve Aşk Mektupları

[iv] Tarihî Aşklar ve Aşk Mektupları

[v] Tarihî Aşklar ve Aşk Mektupları