
OTOBÜSTE, metroda, hastanede, sokakta başörtülü birini görünce dırdır konuşur oldular iyice.
Saadet ve Gelecek Partili ittifak yandaşlarının başörtüsüyle kendileri için oy istediklerini unuttular hemen.
Onlar da bu durumu görmezden geliyorlar tabiî. Acaba zerre basiret var mı bunlarda? Bir de ülke yönetmeye talipler…
Diyorum ki, otobüste ya da başka herhangi bir yerde çattıkları başörtülü kişi Saadet veya Gelecek Partili, hatta doğrudan CHP’li bir kadın çıksa ya… O zaman biri kaydetse de biz de seyretsek cümbüşü!
Yok, gelmiyor öyle eğlenceli görüntüler.
İşin içinden çıkamayınca, bazısı (meselâ), tartıştığı kişiyi kadın niteliğine saygısızlık yapmakla suçluyor.
Böyle bir şey bizim de başımıza gelmişti.
Bir yapı malzemesi marketine duvar kâğıdı siparişi vermiştik. Yanlış ürün getirilmişti. İadesini istediğimizi belirttik, mümkün olmadığını söylediler. Ancak biz haklıydık, çünkü bize eksik ve yanlış bilgi verilmişti.
Konuyla doğrudan müdürlerinin ilgilenmesi gerektiğini söylediler. Müdüre hanım geldi. Hiçbir nezaket emaresi göstermeden kendi mevzuatlarını savundu.
Eşim bize haksızlık yapıldığını söyleyince müdüre hanım sesini yükselterek, “Kime şikâyet ederseniz edin, iade olmayacak” dedi.
Bunun üzerine ben sesimi yükselttim. Korktu.
Üzerine, “Bir kadınla konuşuyorsunuz, sesinize dikkat edin” dedi.
Bense şöyle dedim: “Sizin az önce sesinizi yükselttiğiniz de kadındı, sesinize dikkat edin!”
Benim bu çıkışım üzerine şaşakaldı ve bize satışı yapan ama o gün orada olmayan satış elemanını aradı. Eleman, yanlış ve eksik bilgi verdiğini kabul etti. Bunun karşısında bize yaptığı nezaketsizliğin bir de tam haksızlığa dönüştüğünü fark edince, “Özür dilerim, bir yanlış anlaşılma oldu galiba” dedi.
Ben bunun üzerine en naif cümlelerimi dahi bağıra bağıra sarf etmeye başladığım bir protesto başlattım. Bütün market inliyordu fakat konuya şahit olan birkaç müşteri alkışla destek verdi bağırarak yaptığım konuşmalara.
*
Başka iki olay da yaklaşık iki ay önce Bodrum’da başımıza geldi. Kaldığımız otelden çıkıp esnafın da kazanması için yemeğimizi dışarıda yemeye karar vermiştik. Turizm beldesi olduğu için alkolsüz bir lokanta aradık. Sözde bulduk.
Alkolsüz olduğu için girdiğimiz lokantanın sahibi, bizden sipariş alan garsona bizden sipariş aldığı için çıkıştı ve lokantasından çıkmamız gerektiğini söylemesini istedi. Garson bizden özür diledi ve ayrıca lütfen oturmamızı istedi. Enteresan bir durumdu. Çocuklarımızın o tatil ortamında gerilip üzülmemesi için sakin kalmaya zorladık kendimizi.
*
Ertesi gün eşim hastalandı. Bodrum’daki bir özel hastaneye gittik. Hastanenin sahipleri çok ünlü. Hatta aile, Müslüman kimliğiyle de ayrıca tanınıyor.
Muayene için doktor odasına girdik. Eşim ağrı ve ateşten çok hâlsiz olduğu için onun durumunu ben anlatmaya başladım. Doktor, “O anlatacak” dedi. İlk kez böyle bir tavırla karşılaşıyordum. Eşim kendisini zorlayarak, hissettiği ağrı ve diğer belirtileri sıraladı. Hastaneye gittiğimiz sırada bana karnının ağrıdığını söylediği için ben de ekledim: “Karnı da ağrıyor…”
Doktor elini kaldırarak beni yine susturdu ve “Ağrıyor mu karnın?” diye sordu eşime. Eşim, “Şu an ağrımıyor” dedi. Adamın benimle zoru vardı resmen. İlk kez karşılaşmıştık hâlbuki. Tavuğuna da kışt demişliğim yok.
Eşime, “İlk kez mi bu hastaneye geliyorsunuz?” diye sordu. Eşim turist olduğumuzu, Bodrum’da falanca otelde kaldığımızı söyledi. Zaten az evvelki tavırlar üzerine eşim, ailemizin sözcüsü olarak otomatik biçimde atanmıştı. Doktor, turist olmamıza şaşırdı. Tesettürlü bir kadın, ailesiyle birlikte Bodrum’da, hem de falanca otelde ne arıyordu?
(Hakikaten, biz Bodrum’da ne arıyorduk hayatım?)
Bu “turist” açıklamasının ardından hastaya ilişkin bulgu tespitleri yapmak üzere çalışıp çalışmadığı, sigara içip içmediği gibi sorular sorarken, eşimin filanca bankanın üst kadrosunda yönetici olduğunu öğrenince doktorumuz şaşırdı.
Belli ki o son beyana kadar benim, yanımdaki kadını eve kapatan ve zorla başına “türban” geçiren bir yobaz olduğuma dair teşhis, hastalık teşhisinden önce yerleşmişti. Hâlbuki yobazlığı keşif için günde sadece bir saniye aynaya bakması yeterliydi ve onca yıl içine sığdırdığı milyarlarca saniyelik tecrübesiyle çok kısa sürede yobazlık hastalığını tespit edebilirdi.
Eşimin mesleğini öğrendikten sonra bana ilk insanî muameleyi şu cümleyle yaptı: “Siz de bankacısınız galiba?”
Evet, ateş derecesi, hastalık belirtileri hak getire, resmen sosyolojik bir sınava tâbiydik ve kuzu kuzu cevap veriyorduk şifa bulmak için geldiğimiz hastanede. Hem de tekrarlayayım, sahibi Müslümanlığıyla bilinen o hastanede! (Çalıştırılan kimsede sadece diploma aramak hastalığından kurtulmaya davet ediyorum bu Müslümanları.)
“Ben editörüm” dedim toparlanarak, “Bir derginin genel yayın yönetmeniyim”.
Aha gördün mü şimdi? Ya yukarılara çok yakın bir derginin editörüysem? Ya onu yazar, rezil edersem?
Her şey bir anda döndü. Bir anda doktor olduğunu hatırladı.
İki gün üst üste gördüklerimiz, seçim ekranlarındaki sahil şeridi haritasını hatırlattı ve bir karar aldık: Tatil tercihlerimizi bu şerit üzerinde yapmayacağız bundan sonra.
*
Buraya ayrıca bir not düşeyim: Son günlerde il olması düşünülen ilçeler konuşuluyor. Alanya bunlardan biri. Zaten Alanya yıllardır il olması beklenen ilçelerdendir. Alanya, o şerit içinde bir gedik gibidir yöneticilerinin her zaman Türk-İslâm değerlerine bağlı olan kimlikleriyle. Çünkü Alanyalı bizzat öyledir. Alanya’nın il olması, o haritayı değiştirecek ve hatta domino etkisi de oluşturacak bir hamle olacaktır.
*
Daha önce Gezi Olaylarına dair bir dosya hazırlamış, dergimizde ve sitemizde yayınlamıştık. Olayların birinci günü Ankara’da kız kardeşimin yaşadıklarını o dosyada kayda geçirmiştim.
Gezi Olaylarının ilk günü, İstanbul’da bir kızın polis tarafından öldürüldüğü sosyal medyada yayılmıştı. Fakat sorun ayrıca şuydu: Öldürülen kız haberi öyle farklı referanslar içeriyordu ki o gün 21 kız ölmüştü sosyal medyadaki verilere göre.
Değil 21 kız, Gezi Olaylarında hayatını kaybeden tek bir kız yok.
Ancak bu haberle galeyana gelen Ankara’da meydana toplanan bir grup azgın yobaz, kız kardeşim ve yanındaki arkadaşına taş atmaya başlamadan önce şöyle bağırmıştı: “Madem bizden bir kız öldü, onlardan ölmeli!”
Nasıl, dehşete kapıldınız mı?
Bu cümleyi her hatırladığımda kanım çekiliyor. Kardeşim ve arkadaşı bir polis memuru tarafından o hengâmeden kurtarılmış, eve geldiğinde, içeri girer girmez bayılarak yere yığılmıştı. Ayıldığında korku dolu anları ağlayarak işte bu cümlelerle anlatmıştı.
“Onlardan da ölmeli”… Kim onlar? Başörtülüler… Ya “Erdoğan gitsin” derken bu durumlar hiç bu ülkede yaşanmamış ve yaşanmıyor gibi davranan hafıza yoksunları? Neyse…
*
En son, Kadın Voleybol Millî Takımımızın yaptığı maçlarda elde ettiği başarıları adeta bizim kafamıza atacakları birer taş hâline getirdiler.
Onlara göre kadınların elde ettiği başarılara biz sevinemeyiz. Neden? Çünkü biz kadın sevmiyoruz. Onlara göre biz kadın sevemeyiz. Destekleyemeyiz.
E biz bayağı sevmiyoruz.
Peki, biz neyi seviyoruz?
Güreş bizim, halter bizim, futbol bizim. Iyy! Ama kadın voleybolu öyle mi? O bir otoriteye başkaldırı. Hele takımın içine yerleştirilmiş bir tanesi var, tam bir Spartaküs!
Ya performans? Başarılı blok, sıfır. Başarılı smaç, üç denemeden bir. Servisten aldığı sayı, sıfır. “Ama İstiklâl Marşı’nı öyle gözyaşlarıyla okudu ki”…
Normalde o performansla kadroya giremez ama siyasetle kamuoyu oluşturuyor ki “Erdoğan aldırtmadı” desinler.
Bizdeki azınlık, yobaz azınlık.
Vaktiyle muhafazakâr olmak hakkında yazmış, Müslümanlara muhafazakârlığın yakışmadığından bahsetmiştim. Çünkü muhafazakâr olan, işte bu azınlık! Yobaz azınlık.
Beni en güldüren malzemeleri de, “İslâm’da böyle bir şey yok” demeleri.
Sahi, İslâm’da ne var kuzum?
İkinci malzeme ise şu: Adamın biriyle bir iş yaparlar da adam yalan söyler, “Bir de Müslümanım diyor” derler. “Yalan söylerken Hıristiyanım” mı diyecek bu adam? Yalan söylemenin dini mi var? Hem nereden biliyorsun? Müslümandan yalan söylememesini beklemek gibi bir niyeti yok. Derdi, yalan söyleyebilmenin kendisine has olması.
Ya da bir kimseyi başka kadınlara bakarken görüyor. Tepki aynı: “Bir de Müslümanım diyor…” Aynısını sen de yapıyorsun. Derdi, başka kadınlara bakanın sadece kendisi olmasını istemesi.
Filancayı gece kulübünde veya alkollü içki tüketirken görmüş: “Sağda solda Müslümanım diyor bir de…” E sen içerken hangi dinden vize alıyorsun? Derdi, tek içmek lisansına sahip olanın kendisi olması.
Başörtülü birini görüyor, “İslâm’da böyle bir şey yok” diyor. E İslâm’da senin yaptığın gibi bir höykürme var mı?
Bu yobazlar besbelli tek torpillinin kendileri olmasını istiyorlar.
Gerçi torpil yaptırmayı bu dünyada, hele kendi iktidarları döneminde, iktidarda oldukları kurum ve belediyelerde fazlasıyla deneyimleyince, Allah’tan da bir torpil bekleyesi geliyor insanın.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kabine toplantısı sonrası şu ifadeleri kullanıyor:
“Herkes, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsun olmasın, tüm bireylerin var olma, yaşama, kendini ifade etme hakkına ve oy tercihlerine saygı göstermek mecburiyetindedir. Sırf yabancı diye, sırf başka bir dil konuşuyor diye, sırf başı örtülü, çarşaflı, takkeli, sakallı diye insanlara laf atmak, hakaret etmek, hele hele el uzatmak asla kabul edebileceğimiz bir davranış değildir. İşine geldiği zaman başörtülüyü yanına al, yakasına kalk bir de partinin rozetini tak, ama öbür tarafta Marmaray’da veya otobüslerde bu hanımefendilere hakaret et. Kendi özgürlük alanını diğerlerinin haklarının eşiğinde sınırlamayı bilmeyen faşist zihniyet hem milletimiz nezdinde, hem yargı önünde hesap vermeye mahkûmdur. Ülkemizde zaman zaman hortlayan bu tür azgın azınlık vakalarının gerisindeki zihniyetle, siyâsî istismarla ve sosyal sapkınlıkla mücadelemiz ilânihaye sürecektir.
Açık konuşuyorum, kim olduğunuzu biliyoruz, niçin böyle yaptığınızı biliyoruz, neyi amaçladığınızı da biliyoruz. Bunun için neleri kullandığınızı biliyoruz. Biz hâlâ aynı şeyi söylüyoruz, aynı yerde duruyoruz, başaramayacaksınız. Bu millet sizin mandacı zihniyetinize de, sapkın heveslerinize de, sinsi yöntemlerinize de eyvallah etmedi, etmeyecek. İşte bunu 14 Mayıs’ta gördük, 28 Mayıs’ta gördük, ama milletin size attığı bu şamardan hâlâ ders almadınız, akıllanmadınız ve hâlâ akıllanmıyorsunuz…”
İfade bu kadar açıkken ve herkes kolaylıkla bu beyanı görebilecekken, sadece “Kendi özgürlük alanını diğerlerinin haklarının eşiğinde sınırlamayı bilmeyen faşist zihniyet hem milletimiz nezdinde, hem yargı önünde hesap vermeye mahkûmdur” cümlesini alıp, “Cumhurbaşkanı’ndan filanca kişiye çıkışanlara sert cevap”, “Cumhurbaşkanı’ndan filanca kişiye destek” diye haber yapıyorlar. (İftira içinde boğulun! Gerçi bunların Prof. Aziz Sancar’ın elini kaldıran Cumhurbaşkanı karesini nasıl tersi şekilde servis ettiklerine şahidiz.)
Kim faşist, biz miyiz?
Tartışmayı bunlar çıkarıyor, sonunda da tepkisiz kalmamızı bekliyorlar. Tepki gösterince, toplumu germek ve kutuplaştırmakla suçluyorlar.
Oldu, kaymak da koyalım mı?
Yok öyle yağma!
Bu ülkede iktidarı kimin belirlediğini öğrenecek, iktidarda kimin olduğunu fark edecek, iktidara getiren güce saygı duyacaksınız!
Yok size torpil morpil. Bakkal torpiliyle idare edin. O da elinizde patlar ya, bana ne!
***
Bu dünyadan bir Yüksel Dural geçti
Kültür Ajanda’mız yayına henüz başlamıştı. İkinci sayısı için çalıştığımız günlerde Yavuz Selim ağabey aradı, Mehmet Şeker ağabeyimin bir ricası olduğunu söyledi.
Ankara’da çok değerli bir piyano sanatçısı olan fakat maalesef tanımadığım “Yüksel Dural” ile bir kültür-sanat röportajı yapmamı rica etmişti Mehmet ağabeyim.
Telefon numarası sabit bir hatta aitti. Aradım, randevulaştık.
Türkiye’nin bir türlü kıymetini bilemediği fakat ABD ve İtalya’nın adeta peşinde koştuğu bir sanatkârla buluşmak, evine misafir olmak o zaman nasip oldu.
Kendisinden bir kuple eser dinlemek de bu fakire ayrı bir hediye olmuştur.
Yaptığı besteler ve aldığı ödüller dünyaca itibar görüyorken, o, Türkiye’nin yetkili kurumlarından bize ait ve bize dair ürettiği sanat projeleri için manevî destek istiyordu. AA’daki son röportajı da yine bu yöndeydi.
Büyük kızımın piyano eğitimi alması hususunda kendisiyle sözleşmiştik. Doğrusu sadece piyano değil, kendisinden hanımefendilik öğrenmesini arzu etmiştim.
Geçtiğimiz gün rahmet-i Rahmân’a kavuştuğunu öğrendim. Çok ama çok üzüldüm. Türkiye büyük bir değerini uğurladı.
Kıymetli yazarlarımızdan Ahsen İlhan’ın anneannesi, İtalyanların “Gök gürültüsünü yere indiren Türk” diye tarif ettiği Yüksel Dural’a rahmet, yakınlarına ve öğrencilerine başsağlığı diliyorum.
Mekânı Cennet olsun…