Azez’de bir çadır kent

Ben eşyanın dilinden satır satır okurken içinde bulunduğum çadırı, elinde tepsi, on yaşlarında bir kız çocuğu giriyor içeriye. Çay getirmiş evin büyük kızı bize, ikram sünnettir diye. Oturduğum yer minderinde çayımı yudumlarken gözüm yastıkların köşe yaptığı yerde birkaç oyuncağa takılıyor…

ÇADIRIN avluya açılan üstü naylonla örtülü girişinde incecik bir fidan karşılıyor bizi. Gözleri çok güzel genç bir kadın… “Gözleri” diyorum, çünkü yüzü mahrem gelir diye peçeli.

Bu çadır kentte, çocuklar ve yaşlı kadınlar hariç tüm genç hanımlar peçe kullanıyor. O ceylan gözler gülümseyerek karşılıyor gelenleri. Yerdeki çamura, gökteki yağmura, havadaki soğuğa inat sıcacık bir bakış kuşatıyor mevsimin kışında. Ziyaretlerine gelenleri sürmeli kara gözlerinde derdikleri gülümsemelerle kucaklıyorlar. İçimiz aydınlanıyor. Bir eliyle çadırın kapısı hükmündeki naylon örtüyü tutuyor, diğer eliyle gelenleri içeri buyur ediyor.

Çadırın girişinde tahta bir bent; tertemiz dünyasına çamur girmesin diye… Dışarıdaki griye keskin aydınlıktan loş ışığa alıştırıyorum gözlerimi. Burnum mahzun evin tertemiz kokusunu alıyor. Çadırın ortasında parlak metalden minik bir soba; neşeli bir ateşle hem ısıtıyor, hem aydınlatıyor bu yarı karanlık yuvayı. Narin eller uzanıp tavandaki lâmbayı yakıyor. “Tavan” diyorum ama siz anlayın işte! Ve buyur ediyor oturmamız için eliyle yer göstererek.

Çadırın içi 20-25 metrekare civarı. Üç yanına yer minderleri dizili. Minderlerin ardında sırt yaslamak için ot yastıklardan sahte duvarlar yapılmış. Olur ya, bir gün buralara yolunuz düşerse, böyle bir çadıra buyur edilirseniz sakın ola kuvvetlice dayanmaya kalkışmayın. Çadırın dışına taşabilir ve içerinin temizliğine inat bulanıverirsiniz çamura.

Kalbimin beynimde atan sesini susturup oturuyorum serili minderin üstüne. Soba hemen yanı başımda. Güzel gözlü fidan da diz çöküyor yanıma. Sadece gözlerimizle selâmlaşıyor, suskunluğumuzla hâlleşiyoruz. Hâl hatır sormak, cevap almak için dile ihtiyaç olmadığını bir kez daha idrak ediyorum. Sessizce mütevekkil duruşundan, evinden, mahzun bakışlarından, ellerinden, çocuklarından iplere astığı günlük ihtiyaçlarından dinliyorum hâllerine dair kelâmsız cümleleri. Yetimlerin mis kokulu başlarını okşarken, onların gözlerine bakarken duyuyorum hikâyelerini. “Evet, bu çadır, yetim ve dul çadırı” diyorum içimden. Eş ve babanın yokluğu sinmiş hâllerine. Sadece kulakla dinlenmediğini ve sadece gözle görülmediğini anlıyorum bir kez daha. Ben, anbean gözlerimle duyduklarımın, kokladıklarımla gördüklerimin hikâyesini sindiriyorum içimde.

“Ah gafil nefsim! Varlıklar içinden gelip yoklardan hâl tercüme eden nefsim!” diye inliyor hâlim. Dar kafeslerden kurtarsam ruhumu, açsam ufuklar ötesine, salıversem içime sıkışan çaresizliği, deva olur mu kör gözlerime?

Burada, Orta Asya’dan göç eden atalarının izlerini taşıyor çekik gözlü minik yavrular. Her biri bir âleme bedel güzellikte ve cennet masumluğunda. Ben her gözde, her eşyada bir lisan ararken içeriye bir delikanlı giriyor 30’lu yaşlarda. Çocuklar bu delikanlıya benziyorlar. “Ah!” diyorum sevinçle, “Babaları var”. Ama heyhat, yanılmışım! Çadır evin sahibesi olan ceylan gözlünün ağabeyiymiş gelen. Önce adını söylüyor kırık Türkçesiyle Salih, sonra anlatıyor Rim’in anlatamadıklarını veya benim anlayamadıklarımı (bu arada “Rim”, “ceylan gözlü” demekmiş Arapçada).

27 yaşında Rim ve eşini şehit vermiş bâtılın topraklarında. En küçüğü beş yaşında, 4 yetim annesi… Eşinin şehadetinden sonra Halep civarından gelmişler. Bu yer çamur, gök demir, alabildiğine büyük, ağaçsız, her yeri bezden çadırlarla dolu, kışın soğukla, yazın sıcak ve susuzlukla savaştıkları köksüz, sahipsiz, garip, isimsiz ve geçmişsiz bölgeye. “Çadır kent” buranın tanımlanan yaftası. Afrika'nın birçok yerinde artık yerleşik düzen gibi kanıksanan çadırlar burada da kurmuş damsız, duvarsız payitahtını. Savaşın çığlıkları, bomba sesleri ulaşmıyor buralara. Burada sessiz bir boyun eğiş var. Derin bir keder eşlik ediyor bu boyun eğişe. Yanına tevekkülü almış, ince bir vakar filizlenmek için mecra arıyor buralarda.

Ağabey Salih, eşi ve çocukları eşlik ediyor Rim’e. Birlikte göçüyorlar buraya. Ve karşılıklı iki çadırda tam 6 yıldır hayata tutunmaya çalışıyorlar iman ve umutla. Bilmem resmedebiliyor muyum gördüklerimi kalemimin diliyle?

Çadır yuva olsun diye öyle uğraşılmış ki içim sızlıyor inceden, kendi zilletimden utanıyorum. Eğer şikâyetim olursa bir daha, dilimi bağlayacağım zincirlerle!

Yerde, kalın karton ve tahta gibi malzemelerin üzeri halı ve kilimlerle sıkı sıkı kaplanmış. Çadırın duvar hükmündeki iç çeperleri yine her biri birbirinden farklı kilimlerle sağlamlaştırılmış. İçeride bir renk cümbüşü var ama öyle ustalıkla dizilmiş ki renkler, karışık gelmiyor gözüme. Bütün bu tedbirler içeri soğuk girmesin diye. Yazın da sıcak elbette. Bir perde ile ayrılmış yatak odası bölümü, yerde serili bir büyük yatak var. Üzerinde dürülüp katlanmış yorgan ve yastıklar…

Ben eşyanın dilinden satır satır okurken içinde bulunduğum çadırı, elinde tepsi, on yaşlarında bir kız çocuğu giriyor içeriye. Çay getirmiş evin büyük kızı bize, ikram sünnettir diye. Oturduğum yer minderinde çayımı yudumlarken gözüm yastıkların köşe yaptığı yerde birkaç oyuncağa takılıyor. Bir gözü düşmüş peluş bir ayıcık, tahtadan bir araba, bezden saçları yolunmuş bir bebek, yetim yavruların hikâyesini anlatıyor.

Sobanın üzerinde bir güğüm su kaynıyor fısıltılar çıkararak. Çadır iskeletine gerilmiş ipler arasında giysiler asılmış. Duvarlarında bezden raf dikilip içlerine çocukların ufak giysileri konulmuş. Bir ayna, karanlığa inat tam kapının karşısında, perde her açılıp kapandığında göz kırpıyor aydınlığa. Hiç kap kacak göremiyorum etrafta. “Bu küçücük yaşam alanının neresinde yemek yapılıyor?” diye merak ediyorum. Hiç emare yok etrafta.

Suskun hasbihâlimizi sonlandırıp gözlerimizle müsaade istiyoruz. Tam dışarı çıkarken çadırın naylon kapısının yanında bir karton kutuya ilişiyor gözlerim. Ev patikleri örüp dizmiş Rim. İçim burkuluyor acıdan, burnumun direği sızlıyor. Ve dışarı çıkıyoruz. Salih birkaç adım ötede kendi çadırının perdesini aralıyor. Diğer çadırdan daha küçük burası. Orta yerde, sobaya yakın bir beşik var tahtadan. Pembe boya ile nakışlanmış. Yine ahu bakışlı bir gelin, beşiğinin başında bebesini sallıyor. Peçesini indirip yüzüne, bizi karşılamaya kalkıyor. İki çadırın arasında bezden bir çatı yapılmış. Önüne tahtadan bir set… Minicik, kapalı bir alan. Meyve kasalarından tezgâh, yoğurt kovaları ve plastik bidonlara konulmuş erzaklar… İki küçük tüp de kasaların iki yanında. Birkaç tencere, tava iç içe çadırın yan duvarına dizilmiş; diğer yan duvarda tahta sandıklardan raf ve birkaç kap kacak daha… Yuva mutfaksız olur mu hiç? İçeride arayıp bulamadığım mutfağı buluyorum burada. 

İşte size resmi kalbime nakşolmuş bir seyahat hikâyesi! Burası Suriye. Burası Azez’de bir çadır kent!

Gittim, gördüm ve çaresizliğin diliyle sizlere resmetmeyi denedim. Yolunuz düşerse yabancılık geçmeyin istedim.