Azar azar azaldık

Değiştik ve dönüştük. Dilimize, kültürümüze yabancı olduk. İnancımızla çatıştık, geçmişimize sataştık. Değerlerimizi, kültürümüzü, bilgi ve inanç birikimimizi bir kenara atıp her şeyi şablonlar geçirilmiş mantık ölçüsünde değerlendirmeye, yargılamaya ve sonuçlara ulaşmaya çalıştık. Unuttuk kimliklerimizi, millî ve manevî değerlerimizi. Yavaş yavaş ritmimizi yavaşlattık. Azar azar azaldık.

“YAVAŞ yavaş ölürler/ Seyahat etmeyenler/ Yavaş yavaş ölürler okumayanlar/ Müzik dinlemeyenler/ Vicdanlarında hoş görmeyi barındırmayanlar…” diye başlıyor Pablo Neruda “Yavaş Yavaş Ölürler” şiirine.

Genç avukat “İpek Ertürk”, intiharından önce arabasına bıraktığı notta şunları yazmıştı: “Yavaş yavaş delirdim, kimse bunu fark etmedi.”

Yaşanan tüm coğrafyalarda, özellikle de bizim coğrafyalarımızda bir şeyler oluyor. Tüm insanlık yavaş yavaş yavanlaşarak, yozlaşarak, inançsızlaştırılarak ve değersizleştirerek, evirilerek değiştiriliyor. Feryâd u figân bir şeyler oluyor ama sağırlaştırılmış kulaklarımız, filtreler konulmuş gözlerimizle neler olduğunu duyamıyor, göremiyoruz. Uyuşturulmuş beyinler, dayatılan sanal mutluluklarla yok oluşa doğru sürükleniyoruz. Birileri biliyor ama değiştirilen, evirilenler neler olduğunu bilmiyor.

“Evlât babaya değil/ Baba evlâda hizmet eder oldu/ Bize bir nazar oldu/ Cumamız, Pazar oldu/ Bize ne oldu ise/ Hep azar azar oldu” dizeleri ile ne de güzel özetlemiş Arif Nihat Asya. Komşu komşuya, kardeş kardeşe, insanlar diğer insanlara, toplumlar toplumlara, milletler milletlere, devletler devletlere düşman oldu. Nasıl olduğu bilinmeden, hepsi yavaş yavaş oldu.

Bencillik, megalomanlık, egoizm, narsisizm, kişisellik, bireysellik ve benzeri kavramlar özgünlük adına kişiliğimizi bozguna uğrattı. “Siz buna lâyıksınız” benzeri sloganlarla güya refahımız, mutlu olmamız, rahat etmemiz için en güzel ortamlar en süslü yollarla sunularak gözlerimiz boyandı. Kendini beğenme hastalığına yakalanan kişiler tıpkı Narkisos gibi kendine hayran olma, kendine tapınma, kendinden başkasını görmeyerek ve gerektiğinde diğerlerine zulmederek daima kendini ön plâna çıkarıp tedavisi mümkün olmayan narsisizm ve benzeri hastalıklara yakalandılar.

Mehmed Âkif Ersoy’un “Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?” şeklinde başlayan şiirinin ilk dizeleri durumu çok güzel açıklıyor: “Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?/ Mahşerde mi bîçârelerin yoksa felâhı?/ Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!/ 'Yandık!' diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun!”

Günümüzde yaşananlar uğursuzluk mudur bilmiyorum, ama bilinen bir gerçek ki, karmaşalar, belâlar ve sıkıntılar yavaş yavaş zerk edilerek kişiliğimiz esir alındı. Değişime direnç gösterme durumlarında en acımasız şekilde değiştirildi(k). Televizyonlarda tozpembe hayâllerle kurgulu ve Hollywood senaryolu pembe dizilerle dayatılan sanal mutluluklar sunuldu. Tıpkı haşlanmak için suya atılan kurbağalar gibi yavaş yavaş ısıtıldık, ısınan suyumuz rûhumuzu, bedenimizi gevşetti, tatlı bir rehâvete kapıldık, direncimiz tamamen yok oldu, suyun sıcaklığı arttıkça direnç mekanizmamız yitti ve farkında olmadan haşlanarak can verdik.

Tüm sorunların iki ana kaynağı olan korku ve güvensizliği hayatımızın her alanına yerleştirerek. İstesek de istemesek de değiştik/değiştirildik. Değişime direnç gösteremeden, her şeyimizle bambaşka bir yapının sadece kullanılan, geçici, etkisiz birer elemanı olduk. Mehmed Âkif’in şiirinin bir bölümünde söylediği gibi, “Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık/ Bir uykuya daldık ki, cehennemde uyandık”.

Değiştirilmeye karşı direnç göstermeyi bırakın, mücadele etmeyi akıl bile edemedik. Kendimizce değiştik ve geliştik. Çoğumuz geliştiğimizi zannederken, başka yapıların birer tuğlası olarak değiştirildik. Önce yavaş yavaş, sonra engellenemez bir ivme ile fıtratta var olan insanî (sevgi, saygı, umut, üzüntü, merhamet, vicdan, iman, inanç gibi) hislerimiz yok olmaya başladı. Olaylara, değişimlere ve sonuçlara tarihsel süzgeçle baktığımızda bu değişimlerin ayan beyan ortada olduğunu görüyoruz. Ama… Yalnızca ama…

“Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar/ Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar/ En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından/ Milyonla hayatın yüreğinden gidiyor kan/ İslâm'ı elinden tutacak, kaldıracak yok/ Nâ-hak yere feryâd ediyor: Âcize hak yok… (Mehmed Âkif Ersoy)

Üretmeden tüketmenin çılgınlığına, kazanmadan bitirmenin, biriktirmeden harcamanın rehâvetine çabucak kapıldık. Kredi kartlarının, geleceği ipotek altına alan taksitlerin, her alanda dayatılan kredilerin yok eden tuzağına düştük. Bir yerlerde birileri tarafından hükmümüz verildi. Mahkûm edildik. Ama yavaş yavaş teslim alındık. Bin bir türlü yol, yöntem ve stratejinin etkisiyle markaların meraklısı, biçilmiş kıyafetlerin aksesuarıydık artık. Otomobil modellerinin sarhoşu, teknolojinin ve cep telefonlarının kölesi olduk. Onlarsız yaşayamaz hâle geldik. Bu da yetmiyormuş gibi, yeni, çağdaş putlar oluşturduk.

Alınan maaşların tamamını, maddî imkânların kat kat fazlasını, daha kazanmadığımız paralarımızı dahi teknolojik aletlere ve çoğunu da kullanmadığımız eşyaya harcar olduk. Toplumsal mutlulukları çoğaltmak yerine pragmatist, ferdiyetçi, kişisel menfaatleri düşünmeye, tek taraflı biriktirmeye başlar olduk. Tek taraflı, bencilce takınılan tavırlar ve bu duygularla harekete geçen menfaatperest davranışlarla anlamımızı yitirmeye başladık.

Savrulduk, savruluyoruz

Bu tek taraflı ve düşüncesiz eylemlerden sonra kaçınılmaz sonuç, anlamın kaybolması, kaygılar, kokuşma, sefalet ve felâkettir. Bizler de taktığımız veya takılan at gözlükleri ve medya oyunları ile kontrolsüz şekilde felâket uçurumuna doğru sürükleniyoruz. Toplumun her katmanında olaylara duyarsızlaşma, ötekileştirme, dışlama, kendi gibi düşünmeyeni küçük ve değersiz görme hastalığı kronikleşmeye başladı. Yavaş yavaş değiştik ve dönüştük.

Aslında her şey gözümüzün önünde olup bitiyor. Hem de çığlık çığlığa… Bazı feryatları duymayız ama hissederiz. Bakarız ama gör(e)meyiz. Acıyor, içimiz parçalanıyor, ama acı eşiğimizi aştığı için acının şiddetini, bizde oluşturduğu yıkımları fark edemiyoruz. Yıkımların etkisi yaşamın her alanında engellenemez bir ivme ile devam ediyor. Binlerce yıllık birikim, kültür ve kültürel miras göz önünde yok oluyor. Dil yapısı, gelenekler, inançlar, değerler ve kültürel dokuyu oluşturan her türlü unsur eri(til)yip yok oluyor.

Şiirine devam ediyor P. Neruda: “Yavaş yavaş ölürler/ İzzet-i nefislerini yıkanlar/ Hiçbir zaman yardım istemeyenler/.../ Yavaş yavaş ölürler/ Alışkanlıklara esir olanlar/ her gün aynı yolları yürüyenler/ Ufuklarını genişletmeyen ve/ değiştirmeyenler/ Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyen/ veya bir yabancı ile konuşmayanlar…”

Yavaş yavaş ve azar azar dönüşüyor, hızla değişiyoruz. Popülist kültürün de etkisiyle geldiğimiz/getirildiğimiz yeri sorgulayamaz olduk. İçinde bulunduğumuz durumu göremez, değerlendiremez duruma geldik. Dünyada zulümler, katliamlar, soykırımlar olurken belli mecraların yönlendirmeleriyle boyandı gözlerimiz. Biz ve bize ait olan her ne varsa yok edilirken alkış tutmuş ve fark edememişiz.

“Cenini zorla alınan kadın/ sen orada kan koklarken/ alınan her çâresiz nefeste/ anlamını yitiriyor mekân/ dört bir yanımız sis/ acılar yapay kuş sesine tutulmuş/ at gözlükleri ile biz/ el aman/ bizler de/ içte/ kırım/ kırım/ kırılıyoruz…” (Âdem Karafilik, Buz ve Lodos)

Değiştik ve dönüştük. Dilimize, kültürümüze yabancı olduk. İnancımızla çatıştık, geçmişimize sataştık. Değerlerimizi, kültürümüzü, bilgi ve inanç birikimimizi bir kenara atıp her şeyi şablonlar geçirilmiş mantık ölçüsünde değerlendirmeye, yargılamaya ve sonuçlara ulaşmaya çalıştık. Unuttuk kimliklerimizi, millî ve manevî değerlerimizi. Yavaş yavaş ritmimizi yavaşlattık. Sonunda tükettik elimizde avucumuzda, rûhumuzda ve zihnimizde ne varsa. Sonra mı? Bilmediğimiz bir ritmin içinde dans ederken değil, tepinirken bulduk benliği kaybolmuş bedenimizi. Azar azar azaldık. Azar azar yok olduk…

Kendi ritmimiz vardı

Âdâb vardı. “Destur” denilir ve edebe uyulurdu. Kol kırılır, yen içinde kalırdı. “Kem söz sahibine aittir” der, susulurdu. Her insanın ve ailenin mahremiyeti vardı. Kişilerin sınırları ve değeri vardı. Ailelerin sırları ve mahrem olan, uluorta söylenmez şekilde çözümler üretilirdi. Cenaze olunca evlerde yedi gün yemek pişmez, radyo ve televizyon açılmaz, hattâ komşunun evinden bile kahkaha duyulmazdı. “Komşuda pişen yemeğin kokusundan kul hakkı olur” denirdi. Başkasının yenisine sevinilir, işlerine imeceyle destek olunurdu. Kanaviçe işlenir, iğne oyaları yapılırdı. Pantolonlarımız yamalı idi ama her zaman temizdi. Ve bu durumdan utanılmazdı. Yoksullar veya alamayanlar alay konusu olmazdı. Yemekte konuşulmaz, başkasının tabağına göz dikilmezdi. Ekmek bölüşülür, yemek pişirilirken kokusu komşuya gider de “Kul hakkı geçer” diye dikkat edilirdi. Selâmsız iletişime geçilmez, destursuz meclise girilmezdi.

Ailede verilmesi gereken sevgi, saygı, iyilik, sorumluluk, adalet, yardımseverlik, doğruluk, dürüstlük, güven, hoşgörü gibi her insanda olması gereken insanî/toplumsal hasletler okullarda “değerler eğitimi” adı altında “miş mış” gibi masallarla anlatılmazdı.

P. Neruda şiirine devam ediyor: “Yavaş yavaş ölürler/ İhtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan kaçınanlar/ tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı/ görmek istemekten kaçınanlar/ yavaş yavaş ölürler…”

Sevdânın değeri vardı. Sevene saygıyla karşılık verilirdi. Aşkla cinsellik karıştırılmaz, “Seviyorum” denilince akan sular durulurdu. Söz ağızdan çıtıysa bir kere, ne yapıp edilip gereği yapılırdı. Mesellerimiz vardı yaşanmış ya da yaşanması muhtemel, anlatılırdı içinde kulaklarımıza küpe olacak mesajlar verilerek. Şarkı ve türkülerin ruhûmuzu besleyen ritmi vardı.

“Yavaş yavaş ölürler/ Aşkta veya işte bedbaht olup istikamet değiştirmeyenler/ Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar/ Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin/ dışına çıkmamış olanlar/ Yavaş yavaş ölürler…” (Pablo Neruda)

Yavaş yavaş ölüyoruz içimize yerleştirilen kin, nefret, intikam duygularıyla. İhtirasın, bencilliğin, hasedin, kibrin anaforunda savruluyoruz. Bencilce, maddeye endeksli kıskanç duyguların etkisinde “Günümü gün etmeliyim” düşüncesiyle... “Dünya bir gündür, o da bu gündür. Bir daha mı geleceğim dünyaya? Toprak olup gideceğiz nasıl olsa!” söylemleriyle... Savruluyoruz bir yerlere bilinçsiz bir sarhoşlukla. Kimliğimizi ve kişiliğimizi oluşturan değerleri de saçıp savurarak…

Saygı ve sevgiyi kaybettik. Sevmeyi ve sevilmeyi… Binaları kurduk, içinde insanı kaybettik. Hükûmet kurarken hikmeti kaybettik. Mâkâmı kazandık, mevkii kaybettik. Maddeyi kazanırken mânâyı kaybettik. Keyfiyetle uğraşırken kemiyeti kaybettik. Detayla boğuşurken asliyeti kaybettik. Şekille uğraşırken şükrü kaybettik. Camileri yaptık, cemaati kaybettik. Yollar yaptık, hedefi kaybettik. Amaçlarla boğuşurken, birilerinin amacının aracı olduk. Örtüyü kazandık, edebi kaybettik. Kazandıkça kazandık, kanaati kaybettik. Binalara sıkıştık, hayâllerimizi kaybettik.

Büyük hayâllerimiz vardı, yerini sanal mutluluklar aldı. “Hukuk” denildikçe “guguk” anladık. Adaleti, vefâyı, sevdâyı kaybettik. Marketleri kurduk, tartıyı kaybettik. “Kişisel gelişelim” derken kişiliği kaybettik. Eşyalar uğruna insanı kaybettik. Rotayı, hizâyı, rızâyı kaybettik. “Batılılaşalım” derken, ahlâkî değerleri kaybettik. 

Kaybettiğimizi anlayacak idraki de kaybettik. Savruluyoruz nereye savrulduğumuzun farkında bile olmadan. Savruluyoruz…

Savrulurken uyanmak

Savrulurken uyanmak mümkün müdür?

Halil Cibran’ın “Ermiş” adlı kitabında yer alan “Çalışmak Üzerine” isimli yazısından bir bölümü paylaşmak istiyorum:

“Sizlere hayatın kapkara olduğu da söylenmiştir. Ve sizler de gerçekte zayıf kimselerce söylenmiş olan bu sözleri kendi zayıflığınız içinde dilinize dolayıp yinelemektesiniz. Ben size diyorum ki, ‘Hayat, ancak hızlı gelişiminden yavaşlatılmaya kalkışıldığında kapkara olur’. Ve bu hızlı gelişim bilgiden yoksunsa kör olur. Ve her bilgi, içinde eylem yoksa boşunadır. Ve her eylem, içinde sevgi yoksa boştur.

Sevgiyle dolu olarak çalışmak nedir, bir de bu var! Dokuduğunuz kumaşı, sanki yalnız en sevdiğiniz kimse giyecekmişçesine yüreğinizden çektiğiniz iplikle dokuyabilmek, kurduğunuz yapıya, sanki içinde yalnız en sevdiğiniz oturacakmışçasına özenle ve sevgiyle kurabilmek...”

Kendi ritmimizi oluşturmak… Sevgiyle, insanî ve inançlı değerlerle…