YEŞİL, bahara ait bir
renktir. Sarının tonları sonbahara, beyaz da kışa aittir. Her rengin mevsimsel
güzellikleri bir sevdâ ve hüzünle anılır. İnsanlar da böyledir. Nicelik olarak
çok renklilik gösterseler de nitelik olarak çok renkli değillerdir.
Bazılarına
göre insanlar ya çok bağnazdır veya kendileri gibi çok aydın. Bağnazdırlar,
çünkü onlar her şeye karşı oldukça kapalıdırlar ve muhitlerine güneşten bir
demet huzme dahi sızmamıştır. Kendileri çok açıktır, bacaları dahi yoktur.
Kapıları hanları andırmaktadır. Tüm faydalı işler onların avuçları içindedir.
Bunlar kendilerini “aydın” olarak nitelendirirler.
Aydın,
“insanlar” için ayrımcılığa kapalı bir kavramdır. Ülkemizde aydınlık vasfı
birilerine mâl edildiği için sonradan kazanılacak bir değer değildir. Temel’in
entelektüel olma fıkrasına rahmet okutur türden… Ne hikmetse ülkemizde, “millî”
ile “aydın” kavramları rûhen bir türlü barıştırılmamış, ayrık otlar gibi olmalarına
çaba gösterilmiştir. Bu münasebetle aydın, daha çok sol ve liberal kesimin
kucağına tevdi edilmiştir. Olan, arada kalan “aydın” kavramına olmuştur.
Ülkemizde
bu kavramı kökten sahiplenen insanlar Doğulu, Kuzeyli, Güneyli olmalarına rağmen
ne hikmetse Batılı olma uğruna yaşamaktadırlar. Öyle ki, doğdukları ve
doydukları yerin kazanımları aydın kispeti altında Batı için cömertçe harcanmaktadır.
Bunların
yönelimleri denizlerin uçlarına doğrudur. Çocukluklarındaki fevriliklerinden
kalma “Sen bilirsin” sitemini yanlış anlayıp diğer yaşamlarında her şeyi
bilmekten kendilerini sorumlu tutmuşlardır. Algılarının çok gelişmişliğini
tartışma konusu dahi etmezler. Tıpkı bilgilerinin de çok büyük olduğuna inandıkları
gibi… Keşke tüm bilgilerin gerçek bilginin yanında suya batırılmış bir iğnenin
ucundaki suyun hükmü kadar olduğunu bilseler… Bu bilgi onları bağnaz insan
kategorisine sokacağı için, bilginin kaynağından özellikle kaçınırlar. Bilginin,
duyarlılığın fonksiyonu olduğunu ise sadece onlar bilir. İyi bir eğitim
aldıklarını düşündükleri için kişilik sorunundan, ölümden sonra dahi çok uzaktırlar.
Aydınlarımız
kendilerinin şiirden spora, resimden ekonomiye, siyasetten dine kadar her şeyi
anlayan süper beyinliler olduklarını düşünmektedirler. Hâlbuki akademik olarak
insanın bir boyutlu uzmanlığı ve hobileri mümkündür. Kendilerini farklı bulurlar;
ilk çıkan kitabı onlar okur, ilk filme onlar gider, tiyatro koridorlarını onlar
şenlendirir, felsefe ise zaten onların işidir... Nerdeyse aşka dahi boyut kazandıracaklar(!)...
Aslında okudukları kitap yazarlarının düşünsel kaynaklarını da çok bilmezler. Onlar
için bu sadece bir fantezi ve övünme kaynağı olup, çağdaşlarına çok itibar
etmezler.
Aslında
aydın olmak için o mahalleden olmak yeterli olduğundan, çok da okumaya gerek yoktur.
Kendilerini aydınlık yarınların sahibi olarak gören aydınlar, önyargılarına da sıkı
sıkıya bağlıdırlar. Bunların kökleşmiş kavramlarla sorunları var. Meselâ
“hikmet”, “millîlik” ve “milliyetçilik” içeren söylemlerden hoşnut olmuyor ve bu
kavramları farklı kullanırlar. Kendilerinin türettikleri kavramları topluma yaymaya
çalışırlar. Meselâ ölmüş biri için “Allah rahmet etsin” yerine “Işıklar içinde
yatsın” demenin zavallılığı içinde olmaktan rahatsız olmazlar.
Bizdeki
aydınların sabit nakaratları vardır: Ülke perişandır, ekonomi çökecektir… Onlara
göre dünya da perişandır. Sadece Batı toplumları üst düzey refahı
yakalamışlardır. Korona günlüğünde dahi böyle düşünmeye devam eden çok
aydınımız var bizim. Bazı ülkeler hâriç, tüm dünyayı yaşanamaz ilân edip
insanların zihinlerine mutsuzluk aşılarlar. İçlerinde var olan Batı saplantısı,
tedavi edilebilecek bir hastalık türü değildir. Bir şeyin bir şeye baktığı gibi
Batı’ya bakmaktan doyamıyorlar asla. Çıktıkları kabukları küflü buluyorlar. Millî
olmaktan korkup, yerlilik olgusunu benimseyemiyorlar.
Aydın
hep Batı’ya yöneldiği için, Doğu hep arkada kalmaktadır. Bundan dolayı yeterince
güneş alamayan bıngıldakları da çok gelişemiyor.
Aydın
iki kısımdır: Batı’ya yönelenler ve diğerleri… Bir aydına göre bir Batılı, bir
dünya demektir; Doğu’nun tamamı bir Batılı etmez asla. Onların benimsediği
fikirler ve şahsiyetler her şeyin üstündedir. İlâhlaştırma hakları da saklıdır.
Dünyanın tüm ülkelerinde onlardan çok çok az bulunmaktadır; Batı hâriç… Yani
bir Batılı, içinde Batılı olmayan dünyanın süper beynidir.
Dünyanın
içinde bir aydın Batılı varsa, bu Batılı, içinde Batılı olan bir dünyaya nasıl
bedel olacaktır? Dünyada Batılı olmayan her yer Batı’dan istifade eden, orayı
kemiren kene veya sülük gibidir bu akla göre. Zira aydının dünyasında onlar
gibi olmayan herkes kemiricidir. Bu aydınlara göre sadece Batı çalışıp
didinmekte, her türlü üretimi her alanda onlar yapmakta, yeni yönetim modelleri
tasarlayıp sunmakta; masum ve insanca… Geriye kalan ne varsa, tümü zaten geride
kalmıştır.
Batı’yı
kıskanan ve onlara kötü niyet besleyen bir zümre vardır ki, onlar herhangi bir öz
değere sahip değillerdir. Bundan dolayı aydınlarımızın yurtiçindeki acı ve ıstırapları
hiç mi hiç bitmez. Aydınlarımız ne hikmetse hep köşelerde yaşarlar. Oralar
onların sırça köşküdür ve oralarda ölürler. Başka bir aydına devri mümkün
olabilmektedir. Köşeler sadece gazetelerde bulunduğu için, yerleri hep sabittir.
En azından ne var ne yok okumadan dahi bilinecek kadar da halka açıktırlar. Ama
unutulur gazetenin kâğıttan olduğu ve kâğıdın da odundan…
Aydınların
köşelerden sonraki zamanları kültür-sanat faaliyetleri içinde geçer. Zira
oralar da onların sorumluluğundadır. Geleneğimizin bir parçası olduğunun
farkında olmadan çocukluğumuzda -dinî bayramlarda- boyunlarımızdan dolayıp
belimize kuşak gibi taktığımız fularları (poşu) da himayelerine geçirdiler. Fuları
olmayan aydınlar ise köşelerin kendilerine bırakılmasının himmetini o kapılarda
arıyorlar.
Aydınlar,
replik ezberlemede ustadırlar. Çok süslü cümleleri ve içi safra dolu riyaları
vardır başları döndürüp delirtircesine. Sakızları vardır “barış, demokrasi,
özgürlük, adalet, insan hakları” gibi. Şehirlerarası yürümekten de imtina
etmezler hani. Bu kavramlar onların göklere açılan pencereleridir. O sözcükleri
kullanmasalar astım olurlar. Konusu bu sözcükler olmayan sohbet, çağın oldukça
gerisinde sayılır. Sıklıkla bildiriler yayınlar, görsellik oluştururlar. Ya da
televizyon başında onlara tarafgirliklerini mutlu mesut haykırırlar. Bunları
yapamazlarsa, vücûtlarında tedavisi imkânsız kara lekeler oluşur. Ancak bu
lekeler bazılarının âhir ömründe değişim ve dönüşüm oluşturabilmektedir. Nasıl
oluyorsa oluyor, bir anda hatırlıyorlar önceden utanç vesîlesi olan yerlilik ve
millîlik kavramlarını. Oldukları yerde seslerini kimsenin duymadığı zamanlara
ulaşmış oluyorlar.
Aydınların
çoklukla yaptıkları en iyi iki şeyin ilki, “mevcût olgu ve değerleri görmezden
gelerek kendilerini realiteye kapatmak”. İkincisiyse, olmayan bir şeyi varmış
gibi göstermek ve ona iman etmek… Bunu o kadar çok yapıyorlar ki, az da olsa
kendilerinden özür diledikleri olabiliyor. Örneğin darbe karşıtlıklarıyla
dillere destandırlar. Onların aydınlığından dolayı işitsel özelliklerimizi
kaybetmiş olduğumuzdan, algılama sorunu yaşıyoruz. Onlar darbenin geliş yönüyle
ilgilidirler. Bunu köşelerinden her an ilân ederler.
Bir de çok alıngandırlar. Kıymetleri bilinmediğinden dolayı ıstırap içindedirler. Bu durum birçoğunda bunalım nedenidir. Bunun için üst katları tercih etmeyip bodrumlarda saklanırlar. Okuma yazma onların işi. Ama iletişimleri bu şekilde olmaz asla. Zira onların duyu sistemleri özel bir yetenekle kapsam dışı bırakılmıştır. Her şeyleri gibi bu da noksandır hayatlarında. Bizim aydınlar, bizim olmayan her şeyin içinde olan az ışık, çok karanlıktırlar.