Ayrılık nedir ki gönle, dostlar vefalı ise!

Giderken bıraktıklarına son bir kere bakıp, mahzun bakışların ahını almadan yaşadıklarını, paylaştıklarını, sevinçleri, hüzünleri, mesut saatleri, hepsini ama hepsini doldurabilir mi insan yüreğine, sığdırabilir mi giderken gönül yorgunluklarını heybesine?

AYRILIKLAR gece karasına benzer. Öylesine koyu, biraz soğuk, biraz iç ürperten, biraz hüzünlü… Ayrılık işte, adı üstünde, insanın parça parça oluşunun resmidir. Sevgiliden, yavrudan, anadan, yardan ayrılmak ve en hüzünlüsü, en yürek burkanı vatandan ayrılmak…

Rabbin insanoğlunu yaratışından beri belki de en kuvvetli yaşanan olgudur ayrılık… Cennetten indirilen Hz. Adem’in, tufanda oğlunu çetin dalgaların arasında yitiren Hz. Nuh’un, canı ciğeri Yusuf’u için yanan Hz. Yakub’un, Züleyha’nın, dağları oyan Ferhat’ın gönül sancısının, Şems için kavrulan Mevlana’nın ve binlerce evladını gurbete gönderen Anadolu kadınının bilendiği ayrılık… 

Ana yüreği bir başka yanar ayrılıklarda. İçine akıtır gözyaşlarını yavrusu ondan ayrılırken. Sadece gülümseyen gözleri kalsın ister aklında. Hani bir de anacığının yaşlı gözlerini dert edip üzülmesin ister ya, o sebeple içinden ağlarken gözleri hep gülümser…

Vedalarda, ağlayışlarda, derin hıçkırıklarda, sallanan mendillerde gizlidir dönüş dilekleri. Hâsılı, gidenin ardından bakıp kalanlar yaralıdır derinden. Ayrılık motif motif yüreklerine, ruhlarına, hele gönüllerine işler de gözlerinde ırmak olur, ılık ılık süzülür yanaklarından. Geride kalan hep inleyendir. Giden, hep sevgilidir, candır çünkü…

İlk ayrılık düşüyor kaderimize besbelli…

Mevlana Mesnevî’sine “Bişnev/Dinle” diye başlıyor ya hani, insanoğlunun kaderine önce ayrılık düşüyor besbelli... Şöyle diyor ilk beyitlerinde Mevlana: “Dinle! Bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor? Diyor ki, ‘Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımla erkek de ağlayıp inlemiştir kadın da. Ayrılıktan şahrem şahrem olmuş bir gönül isterim ki iştiyak derdini anlatayım ona. Aslından uzak kalan kişi gene buluşma zamanını arar. Ben her toplulukta ağladım, inledim. İyi hallerde de eş oldum, kötü hallerde de. Herkes kendi zannınca dost oldu bana. İçimdeki sırlarımı ise kimse aramadı. Benim sırrım feryadımdan uzak değil. Fakat gözde, kulakta o ışık yok. Beden candan, can da bedenden gizli değil. Fakat kimseye canı görmeye izin yok. Ateştir neyin bu sesi, yel değil. Kimde bu ateş yoksa yok olsun o kişi...” (Mesnevi, 5. cilt, s. 3676-3697 )

Gitmek kolay olmamalı aslında. Bir durup, bin düşünüp, kılı kırk yarmalı. Giderken bıraktıklarına son bir kere bakıp, mahzun bakışların ahını almadan yaşadıklarını, paylaştıklarını, sevinçleri, hüzünleri, mesut saatleri, hepsini ama hepsini doldurabilir mi insan yüreğine, sığdırabilir mi giderken gönül yorgunluklarını heybesine?

Ne vakit biri gitse...

Ayrılıklar belki de yalnızlığın habercisi olduğu için yüreğimizi üşütür de kendimize doğru dürülüp benliğimizde kaybolmak isteriz adeta. Zira yalnızlık efkârdır, matemdir, hüzündür, tortop olup kendi suskunluğunda kalakalmaktır… Bizden ne vakit birileri gitse, ayak seslerini kalbimizde duyarız. Aklımız, ayrılık uçurumunun ucuna yaklaşır. Sözcükler boğazımızda düğümlenir ve suskunlaşırız…

Bizden ne vakit birileri gitse bir gece çöker içimize, gökyüzündeki son yıldız bizim için kayar ve sevdiğimiz gözden kaybolur. İşte bu yüzden gitmeden, kendini ve yüreğini gözden geçirip, kalanın yerine kendini koyarak gitmeli insan. Mevlana Hazretlerinin serzenişine kulak vermeli: “Kusuruma bakmayın benim dostlar, bağışlayın beni. Ben davullara, bayraklara aldırmayan bir padişahın yoluna düşmüşüm, deli divane olmuşum. Çok uzaklardan yürüyen bir adam gibiyim ben, çok uzaklardan geçen bir hayal gibi... Ama yok da sayılmam hani, var olan bir şeyim ben. Haydi ben bensiz geleyim, sen sensiz gel! Ne varsa, şu ırmağın içinde var. Soyunalım iki can, dalalım şu ırmağa hadi! Bu kupkuru yerde yakınmadan gayri ne gördük? Bu kupkuru yerde ne gördük zulümden gayri? Bu ırmakta ne ölmek var bize, bu ırmakta ne gam var, ne keder var, ne dert... Bu ırmak, alabildiğine yaşamaktan; bu ırmak iyilikten, cömertlikten ibaret. Durma, çabuk gel! ‘Gelmem’ deme. Ne evet demek yaraşır sana, ne hayır dostum… Senin şanına sadece gelmek yaraşır.”

Her gidişte biraz vefasızlık vardır

Gelmeler, kavuşmalar… Hasretlerin bitişi güzeldir. Bir bakıma yüreklerin sevgiliyle kavuşup manen beslenmesidir gelmeler. Gitmeler ne kadar gönül yaralıyorsa, gelmeler o denli sevimli ve iyileştiricidir. Aslında mecburiyetleri bir kenara bırakırsak, gitmeler azıcık vefasızlık kokar. Hâlbuki vefalı olmalı insan. Vefanın öğretisi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Gönüllerin Sultanı’ndan ve O’nun nurlu ashabından alınmalı. Evet, bunun için de önce insan olmalı insan. Daha da öncesinde kul olmalı. Hak âşıkları gibi vefalı olmalı. Vefa, iyi yüreklilerin hususiyetidir, nisyan -unutmak- ise bencillerin…

Mithat Cemal Kuntay Beyefendi bir anısında dem vurur: “Balkan Harbi başlarken, Akif Bey yegâne geçim yolu olan resmî memuriyetinden istifa etti. Bir Cuma günü kirada oturduğu evine gittim. Evinde beş çocuğundan başka dört çocuk daha vardı. ‘Akif bunlar kim?’ dedim. ‘Çocuklarım’ dedi, sonra anlattı. Akif, Baytar Mektebi’ndeyken bir arkadaşıyla anlaşmış ‘Kim önce ölürse, ölenin çocuklarına sağ kalan bakacak’ diye. Arkadaşı Akif’ten önce vefat etmiş. Mehmet Akif de verdiği söze bağlı kalarak anlaşma hükmünü yerine getirmiş ve vefat eden arkadaşının çocuklarına bakmış. Hâlbuki o zamanlar Akif Bey’in beş parası yoktu, fakat beş çocuğu vardı.” (İşte vefalı olmanın en güzel örneği. H.Y.D.) 

“Vefa nedir, bilir misin?”

Belki de hayatımızda yer alanları doğru seçmemiz, fakat öncelikle vefalı olabilme noktasında bizim hassasiyet göstermemiz gerek. Dostları daima vefa ile hatırlamalı; arayan biz, bulan biz, tanıyan biz ve kucaklayan yine biz olmalıyız. Kula vefası olmayanın Hakk’a vefası olmazmış. Çünkü insanlar, sadece kendi hayatlarını, kendi istek ve arzularını yaşamak isterken çevrelerindeki insanları adeta unuturlar. Hâlbuki herkes az çok bilmelidir ki bir insan, asla tek başına bir varlık gösteremez. Kısa bir zaman sonra -ufak da olsa- ihtiyaçlarının giderilmesinde mutlaka ve mutlaka birilerine ihtiyaç duyar. Madem her zaman birilerine ihtiyaç duyuyoruz, neden bunun farkındalığıyla sevdiklerimize karşı olan güzel duygularımızı daha çok ifade ederek hayatı yaşanılır hale getirip sevinci, paylaşımı, çoğalmayı yüreklerimizde yeşertmiyoruz?

Ötelerin sonsuz mükâfatı

Fuzulî de bu konuda oldukça dertlidir ki kaleminden inleyerek dökülmüştür kelimeler: “Her kimden vefa istediysem ondan cefa gördüm; / Kimi gördüysem vefasız dünyada, onun vefasızlığını da gördüm.” 

Hz. Mevlana, yine birçoğumuzun duygularına Mesnevî’sinde şöyle tercüman olur: “Vefa nedir, bilir misin? Vefa, arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır. Vefa, dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet katmamandır. Vefa, ötelerin sonsuz mükâfatı karşısında cehennemi hafife almaman, ulvî güzellikleri dünyaya satmamandır.”

Ayrılıklarımız, tekrar kavuşabilme ümit ve lezzetinde olsun. Ecelle ayrılıyorsak dostlardan; ölüm günümüz, Yâr’e kavuşma sevinciyle düğünümüz olsun inşallah… Ve vefalı yüreklerimizin vefalı dostlarla hemhal olması en büyük duamız… Hoşça bakın zatınıza ki bir gün bir yerlerde karşılaşırsak, gönüllerimiz bahtiyar olsun vefalı bir dost görmenin hazzıyla…