MEVSİMİN
ilk karı gibi hüzün yağıyor üzerime bir anda ve lapa lapa atıştırmaya başlıyor.
Gönlüm üşüyor ve toprağına hüzün düşüyor mevsimin ilk karı gibi. Tek tek ve
lapa lapa düşerken hüzün, kalbim tekliyor sanki. Ânî bir karar ile gökyüzü
içini boşaltıyor sanki yeryüzüne; duyguları beyaz olmalı ki yağışı da beyaz
iniyor üzerime yavaş yavaş. Başı dumanlı bir dağ gibi aklı döne döne caddeye
düşen hüzün karlarının taneleri, şimdi kalbimin kırık camlarına yapışıyorlar ve
yavaş yavaş eriyip düşüyorlar acının toprağına, acının yurduna.
Sanki yıllardır bir şiirde bekleyip
duruyordu acılar, bugün hayata tutunmak için kalbimin camlarına tutunuyorlar
tek tek. Acıklı bir türkü, bir hüzün yağıyor; yağıyor üstüme kar gibi lapa lapa.
Her bir damlasının kalbime itiraz
ettiğini ve beyaz bir ölümün ardında çığlıklar bırakarak gelip gittiğini ilk
defa fark ediyordum; her bir damlasının kalbimi süslediğini, ölümün “dünya” denilen
bu zindanı ne kadar güzelleştirdiğini anladığım bir zamanda, pencere kenarında
durup alnımı temiz cama dayayıp dışarıdan gelen rüzgârla terimi soğuturken,
dünyayı telâşla temâşâ ediyorum. Ölüm ne büyük nimettir, ne büyük hakikattir ve
nasıl hakikatli bir nimetttir! Nasıl kaçırılmaz bir fırsattır ölüm! Repertuarımdan
bir şiir sesleniyor bana: “İncecik bir
tül gibi bir kar örtüyor üstümü/ Yağıyor üstüme hüzün incecik bir kar gibi…”
Sakin bir rüzgârla birlikte durmadan yağan
hüzün, bir kar gibi örtüyor üstümü. Bazen şiddetini arttırıp mütemadiyen
kalbimi kanatıyor. Gökyüzünden üzerime inerek ve bir ok gibi batarak âdeta
kalbimi deliyor. Hüzün bir kar gibi, sağanak yağış hâliyle bir tipiye dönüşüyor
ve bir kış mevsimine bürünüyor âdeta. Derken, yüreğimi parça parça ediyor. Şerha
şerha yarıyor yeniden yaralarımı. Balkonda dünya gibi büyük acıların içinde tek
başına beklerken, hiçbir mazerete tutunamayan, hiçbir sevinçle birleşemeyen acılarımla
yalnızlık içinde pencerenin önünde dünyadan sıyrılıyor gibiydim. Kendimi kar
gibi lapa lapa yağan hüznün kucağına atıyordum. Kimse anlamıyor, bilmiyor beni.
Kalabalığın içindeyken okyanus dolusu acıların ortasında hissediyorum kendimi.
Acılı bir yalnızlığı yaşıyorum. Kolundan tutup dışarı attığım acıların,
anıların hepsi şimdi sürgünde...
Kalbime hafifçe dokunuyor bir hüzün
damlası. İrkilip uyanıyorum yas uykusundan, yolumu arıyorum. Bir dolunay gibi yolumu
aydınlatıyor hüzün karı. Ne bir rüya, ne bir düştü bu. Hakikatli bir ölümdü,
beyaz bir ölümdü. Acılar üstüme yağdıkça, yol uzandıkça uzanıyor önümde. Yine peşine
düşüyorum gözyaşı damlalarının. Kar gibi hüzün yağıyor; titriyorum, üşüyorum.
Başıma beyaz kuşlar gibi üşüşen karı düşünüyorum. Böyle kara kara düşündüğüm
bir zamanda yine kendimi bir şiir deryasında yıkanan kuşlar gibi görüyorum: “Beyaz bir ölüm indi odaya/ Beyaz bir lerze tuttu
bedenimi/ Neşesini kaybetti kâinat ve âdem/ Kar gibi hüzün yağdı âleme/ Her
geleni alıp gidiyor bu devran…”
Balkondan uzanıp sokağa bakıyorum bir
şey arıyormuş gibi. Bir dost arıyorum belki. Belki de bir dostluk yolu… Hiçbir
tanesi birbirine değmeden yağan kar gibi uçmak istyorum atmosferde, atmak
istiyorum kendimi boşluğa. İçimi dolduran boşluğa, kalbimi boşaltan boşluğa… Bir
şiirin sesini duyuyorum yine o anda: “Hüzün
yağıyor üstüme durmadan/ Durmadan gecenin içinden/ Beyaz bir ölümden doğan
hüzün/ Durmadan yağıyor, yağmurlu bir düşten/ Sessizliğin uğultusundan çıkıp
gelen hüzün/ Mavi bir ayrılık ayazı estiriyor içmizde beyaz bir ölüm…”
Kar gibi üstüme hüzün yağarken, kalbimi
dolduramadığını görüyorum. Kar erir ve suya dönerdi, hüzün bitse de yara açıyor
insanın içinde. Hüzün bittikçe, içimde yeni yaralar açılıyor. Öyle bir hüzün
yağıyor ki içime, kalbimi dağlayıp çoğaltıyor. Sokaklara yağan, kaldırımları
kuşatan hüzün, beni de esir alıyor; elinden kurtulsam da her seferinde başka
bir hüzne sığınıyorum. Kuşların yağan yağmurdan kaçıp ıslak dallara sarılması
gibi...
İnce bir tül gibi geceyi örterken
hüzün ve dantel dantel, tane tane içime işlenirken acı, zaman sabaha doğru
akıyor. Ölü ve soğuk bir bakış gibi donup kalıyor sanki gece. Oysa kimse
bilmiyor; ölüm, bir cellat gibi insanın peşinde ve insan, ölümün esiri… Yas, ancak
bir ölümden sonra buz tutmuş hayat gibidir. Yeni bir şiir sesleniyor içimden
bana: “Ne hüzündür bu, ne sevinç/ Ne akşamdır
bu, ne sabah/ Ne hayattır bu, ne ölüm/ Göç edip gidiyor bir fani/ Bir turna
gibi göç ediyor başka dünyaya/ Yağıyor üstüme kar gibi buram buram hüzün/ Buram
yanıyor, buram, ah yüreğim yanıyor…”
Lapa lapa üstüme yağan hüzne bakıyor
ve semadan yıldızların indiğini görüyorum.
Ey ölüm! Ey ayrılık ayazı estiren
beyaz ölüm! Ey dünyanın en hakikatli gerçeği! Ne zaman bitireceksin hayatı? Daha
ne kadar hüzün dolduracaksın içime? Daha ne kadar acı ile dolduracaksın
hayatımı? Biliyorum, dünya kalabalığında yalnız kalsam, yine hüzün doyurur
kalbimi.
“Hüzün yağıyor hüzün/ Kalbim asırlık
acılarla ağrıyor/ Durmadan kar gibi hüzün yağıyor/ Karşısında direniyor sevinç
ve neşe/ Mecâlsiz kalıyor fakat/ Hüzün yağıyor hüzün, durmadan/ Durmadan hüzün
yağıyor hem kışın, hem güzün…”