Ayrılık ayazı beyaz ölüm

İnce bir tül gibi geceyi örterken hüzün ve dantel dantel, tane tane içime işlenirken acı, zaman sabaha doğru akıyor. Ölü ve soğuk bir bakış gibi donup kalıyor sanki gece. Oysa kimse bilmiyor; ölüm, bir cellat gibi insanın peşinde ve insan, ölümün esiri…

MEVSİMİN ilk karı gibi hüzün yağıyor üzerime bir anda ve lapa lapa atıştırmaya başlıyor. Gönlüm üşüyor ve toprağına hüzün düşüyor mevsimin ilk karı gibi. Tek tek ve lapa lapa düşerken hüzün, kalbim tekliyor sanki. Ânî bir karar ile gökyüzü içini boşaltıyor sanki yeryüzüne; duyguları beyaz olmalı ki yağışı da beyaz iniyor üzerime yavaş yavaş. Başı dumanlı bir dağ gibi aklı döne döne caddeye düşen hüzün karlarının taneleri, şimdi kalbimin kırık camlarına yapışıyorlar ve yavaş yavaş eriyip düşüyorlar acının toprağına, acının yurduna.

Sanki yıllardır bir şiirde bekleyip duruyordu acılar, bugün hayata tutunmak için kalbimin camlarına tutunuyorlar tek tek. Acıklı bir türkü, bir hüzün yağıyor; yağıyor üstüme kar gibi lapa lapa.

Her bir damlasının kalbime itiraz ettiğini ve beyaz bir ölümün ardında çığlıklar bırakarak gelip gittiğini ilk defa fark ediyordum; her bir damlasının kalbimi süslediğini, ölümün “dünya” denilen bu zindanı ne kadar güzelleştirdiğini anladığım bir zamanda, pencere kenarında durup alnımı temiz cama dayayıp dışarıdan gelen rüzgârla terimi soğuturken, dünyayı telâşla temâşâ ediyorum. Ölüm ne büyük nimettir, ne büyük hakikattir ve nasıl hakikatli bir nimetttir! Nasıl kaçırılmaz bir fırsattır ölüm! Repertuarımdan bir şiir sesleniyor bana: “İncecik bir tül gibi bir kar örtüyor üstümü/ Yağıyor üstüme hüzün incecik bir kar gibi…”

Sakin bir rüzgârla birlikte durmadan yağan hüzün, bir kar gibi örtüyor üstümü. Bazen şiddetini arttırıp mütemadiyen kalbimi kanatıyor. Gökyüzünden üzerime inerek ve bir ok gibi batarak âdeta kalbimi deliyor. Hüzün bir kar gibi, sağanak yağış hâliyle bir tipiye dönüşüyor ve bir kış mevsimine bürünüyor âdeta. Derken, yüreğimi parça parça ediyor. Şerha şerha yarıyor yeniden yaralarımı. Balkonda dünya gibi büyük acıların içinde tek başına beklerken, hiçbir mazerete tutunamayan, hiçbir sevinçle birleşemeyen acılarımla yalnızlık içinde pencerenin önünde dünyadan sıyrılıyor gibiydim. Kendimi kar gibi lapa lapa yağan hüznün kucağına atıyordum. Kimse anlamıyor, bilmiyor beni. Kalabalığın içindeyken okyanus dolusu acıların ortasında hissediyorum kendimi. Acılı bir yalnızlığı yaşıyorum. Kolundan tutup dışarı attığım acıların, anıların hepsi şimdi sürgünde...

Kalbime hafifçe dokunuyor bir hüzün damlası. İrkilip uyanıyorum yas uykusundan, yolumu arıyorum. Bir dolunay gibi yolumu aydınlatıyor hüzün karı. Ne bir rüya, ne bir düştü bu. Hakikatli bir ölümdü, beyaz bir ölümdü. Acılar üstüme yağdıkça, yol uzandıkça uzanıyor önümde. Yine peşine düşüyorum gözyaşı damlalarının. Kar gibi hüzün yağıyor; titriyorum, üşüyorum. Başıma beyaz kuşlar gibi üşüşen karı düşünüyorum. Böyle kara kara düşündüğüm bir zamanda yine kendimi bir şiir deryasında yıkanan kuşlar gibi görüyorum: “Beyaz  bir ölüm indi odaya/ Beyaz bir lerze tuttu bedenimi/ Neşesini kaybetti kâinat ve âdem/ Kar gibi hüzün yağdı âleme/ Her geleni alıp gidiyor bu devran…”

Balkondan uzanıp sokağa bakıyorum bir şey arıyormuş gibi. Bir dost arıyorum belki. Belki de bir dostluk yolu… Hiçbir tanesi birbirine değmeden yağan kar gibi uçmak istyorum atmosferde, atmak istiyorum kendimi boşluğa. İçimi dolduran boşluğa, kalbimi boşaltan boşluğa… Bir şiirin sesini duyuyorum yine o anda: “Hüzün yağıyor üstüme durmadan/ Durmadan gecenin içinden/ Beyaz bir ölümden doğan hüzün/ Durmadan yağıyor, yağmurlu bir düşten/ Sessizliğin uğultusundan çıkıp gelen hüzün/ Mavi bir ayrılık ayazı estiriyor içmizde beyaz bir ölüm…”

Kar gibi üstüme hüzün yağarken, kalbimi dolduramadığını görüyorum. Kar erir ve suya dönerdi, hüzün bitse de yara açıyor insanın içinde. Hüzün bittikçe, içimde yeni yaralar açılıyor. Öyle bir hüzün yağıyor ki içime, kalbimi dağlayıp çoğaltıyor. Sokaklara yağan, kaldırımları kuşatan hüzün, beni de esir alıyor; elinden kurtulsam da her seferinde başka bir hüzne sığınıyorum. Kuşların yağan yağmurdan kaçıp ıslak dallara sarılması gibi...

İnce bir tül gibi geceyi örterken hüzün ve dantel dantel, tane tane içime işlenirken acı, zaman sabaha doğru akıyor. Ölü ve soğuk bir bakış gibi donup kalıyor sanki gece. Oysa kimse bilmiyor; ölüm, bir cellat gibi insanın peşinde ve insan, ölümün esiri… Yas, ancak bir ölümden sonra buz tutmuş hayat gibidir. Yeni bir şiir sesleniyor içimden bana: “Ne hüzündür bu, ne sevinç/ Ne akşamdır bu, ne sabah/ Ne hayattır bu, ne ölüm/ Göç edip gidiyor bir fani/ Bir turna gibi göç ediyor başka dünyaya/ Yağıyor üstüme kar gibi buram buram hüzün/ Buram yanıyor, buram, ah yüreğim yanıyor…”

Lapa lapa üstüme yağan hüzne bakıyor ve semadan yıldızların indiğini görüyorum.

Ey ölüm! Ey ayrılık ayazı estiren beyaz ölüm! Ey dünyanın en hakikatli gerçeği! Ne zaman bitireceksin hayatı? Daha ne kadar hüzün dolduracaksın içime? Daha ne kadar acı ile dolduracaksın hayatımı? Biliyorum, dünya kalabalığında yalnız kalsam, yine hüzün doyurur kalbimi.

“Hüzün yağıyor hüzün/ Kalbim asırlık acılarla ağrıyor/ Durmadan kar gibi hüzün yağıyor/ Karşısında direniyor sevinç ve neşe/ Mecâlsiz kalıyor fakat/ Hüzün yağıyor hüzün, durmadan/ Durmadan hüzün yağıyor hem kışın, hem güzün…”