Ayrılamaz ikili

Hiçbir şey yoksa dahi yürekte bir melek barındırıp ona tebessüm etmeli. İki ayrı insan, iki ayrı düzlemde sevginin farkındalığını hissedebilmeli her solukta. Kendimizi mutlu hissetmek istiyorsak, mantığın değişken fonksiyonlarından kısmen bağımsız hâle gelebilmeliyiz. Bu, aklın yüreğe olan saygısıdır.

“MANTIK” kavramının nasıl bir toplum yapısı oluşturduğu, insanın akletme melekesinden gönül faktörü çekilince daha çıplak olarak görülebilir. “Mantık mı, gönül mü?” tartışması ise mâziden atîye sürecek bir söz dalaşı olmaya devam edecektir.

Kimimiz mantık ekseninin arkasında bir kale, kimimiz de gönlün… Bazılarımız gönül ile mantık doğrultusu arasında bir yerde ama hangisine yakın ya da hangisine yüzü dönük, çok bilinmemekte. Ahenk, her iki orijine farklı bir noktadan ama eşit açıyla bakabilmektir. Bakış açıları önemli olup, kişilik deformasyonlarını da bir şekilde minimize edecektir.

Mantık ve gönül aynı düzlemde iki ayrı orijinli referans sistemidir. Hangisinin hangisine göre nasıl bir hıza ve/veya ivmeye bağlı olduğu ise ancak o düzlemde gözlenmesine rağmen başarıyla çözebileceği bir problem türü de değildir.

Aklın ve yüreğin tek boyutlu acılarında sabitlenenler bu acıları, ne kaktüsün dikenlerine, ne de zakkumun suyuna benzetirler. Ayrıca bir boyutlu bakışlarda mutluluklar ne ebrunun iç ferahlatmasına, ne de hicran gülünün mevsimsiz açmasındaki huzuruna benzer. Her iki farklı durumu eş zamanlı olarak aynı düzlemde yaşayanlar bilebilirler ancak. Zira aklın verileri farklı, gönlün verileri ise daha farklıdır. Çünkü her ikisi, değişkenleri farklı olan ayrı tür fonksiyonlardır. Bu verilere dışarıdan yapılabilecek bir ilâvenin nasıl bir sonuç doğuracağı önceden çok doğru tahmin edilemez. Çünkü her biri aynı anda iki farklı orijin değişkenine bağlı iki ayrı fonksiyondur. Bu farklılık iki gezegenin birbirlerine yaklaşmaları ve uzaklaşmaları ile onların sahip oldukları anlık döngülerin etkileri gibi olup, çıplak gözle de doğru olarak gözlenemez.

Tek taraflı bakış ve duruşlardaki ısrarlar ufukları daralttığı ve bulanıklaştıracağı için her türlü karmaşık düşünce ve gönül dalgalanmasının bileşenleri de kararlılığı kararsız bir hâle dönüştüren farklı doğrultulardaki zorların etkisinde kalır. Bu ise o düzlemin salınım hareketi yapmasının yegâne nedenidir. Başlangıçta sabit olan mantık ve gönül orijinleri her an kontrolden çıkabilecek enerjiye doğru yönelir. Aslında iyi bilinir ki, ne mantık gönülsüz, ne de gönül mantıksız olur. Aralarındaki mesafe artsa bile o bağ, diğer bağlar nedeniyle kopamaz. Çünkü mantık, sistemin korunmasından yana enerji üretir. Orijinlerin çakışmasıysa neredeyse ihtimâl dışı bir durumdur. Onlar, şartlar ne olursa olsun, “ayrık ikili olarak bir mesafede” bulunurlar.

Birçok yaşam şekli de böyledir. Daha farklı düzlemlerin birbiriyle etkileşmeleriyse değişik boyutlarda yeni bir iletişim türünü doğurur. Çok eski bir dörtlüktür: “Gönül için acı ne/ Her şey gider gücüne/Gönüllerin içine /Biraz ağu katılmış…”  

Yeni ve farklı bir iletişim, gönülden “ağu”yu çıkarma sanatıdır.

Aklın ve yüreğin uyumsuzluğu kültürel ve kimlik boyutu üzerinde önemli bir etkendir. Bu iki kavram ayrı ayrı yaşayan ama kendilerini sürekli yenileyen ve üreten bir devinim içindedir. Bu devinim aklın isabetinin yüreğin zarâfetiyle örtüştüğü düzlemlerde sevginin güzelliği, toprağın çoraklığına ve tohumun cılızlığına rağmen filizlenerek apayrı bir kızıl gül olabilmektedir. Bu farkındalığı hayatının her kademesine başarı olarak yansıtanlar, dâhi sayılabilirler. Sanatını yaşamının müziğine beste yapan insan, o kızıl gülü de başlı başına bir değer ve bir ayrıcalık hâline getirerek kendi iç verimini arttırabilir.


Akıl ve gönül, gönül ve akıl

Gönül, ille de benzetmek gerekirse, belki Zeliha’nın olgunluğundaki aynaları ama Yûsuf’un gençliğindeki zindanı değildir asla. Akıl kendine uzatılan ipi tutarak aydınlığa çıkmayı tercih eder. İpi kimin uzattığını da detaylı bir şekilde sorgular. Buna rağmen gönül düzlemindeyse sorgu olmaz asla; velev ki onun elinden köle pazarında satılsa bile… Belki de akıl, görülen rüyayı zamanında söylemektir; vakti geldiğinde hatırlanmak üzere…

Gönül çiçek dolu bir vadi; bilinmezliği, derinliği ve eğimiyle kırılganlığı yadırganan, alıngan ama rengârenk çiçeklere sahip bir sanattır. Akıl ise o vadide çiçekleri koparmadan yol alabilme iradesidir. Çiçekler dış etkilere hem açık, hem de çok kapalıdırlar. Çok defa incinmekten kurtulamazlar. Akıldan ve gönülden yoksun hoyratlıklar daha çok mantığın acı bir sonucudur. Zira gönül koruyuculuğundan yoksun bir çiçek, kaderine terk edilmiş Eylül yaprağı gibidir. Her bir yaprak bülbüle yuva olacak kadar şanslı değildir. Bazen nankör birine elmasın hediye edilmesi gibidir çiçeğin bahtı. Varsayalım ki incindi ve kırıldı, yeniden yeşerecektir bir sonraki vaktinde. Çünkü onların kökü, onları inciten mantığın derinliğinden çok derin(de)dir. Bu derinlikten beslenen sevdâ nasıl olur da salt aklın ürettiği kuru bir mantıkta yok olur? Hep unutulur derinlerdeki köklerin muhteşem bir dirence sahip oldukları ve incinen nadide çocuklarını her bahar bizlere hediye olarak sundukları…

Akletmek berekettir, nimettir ve duruştur. Belki de suyunu tam olarak bulamamış, yüreğinin kavrukluğunu hırçınlığa dönüştürmüş, taşlık ve çorak yürekler için yegâne eczadır. Buna rağmen, akıl tek taraflı olarak alanını genişletme çabasına girerken, gönül ise bağrında açan çiçekleri koruma telâşındadır. Tabiî ki iyi bir ortaklık hem vadide/düzlemde sağlıklı bir yürüyüş, hem de çiçeklerin hayat hakkı demektir. Şayet bu ikili eşit açılarla dengelenemez ise, her zaman alan genişletme kavgası kaçınılmaz olacaktır. Bu ise erken ölüm demektir.

Mantık ve gönlün kendi iklimlerinde ölümü, aynı doğrultuda zıt yönlere bakmakla başlar. Akletme akıl boyutuna indirgendiğinde, içinde barındırdığı dikenler kendini de acıtır. Benzer durum, gönlün yakıcılığında da yaşanır. Sorun, hayat direksiyonunun kimin elinde olmasından çok ötedir. Bu, bir dağın çiçekleriyle dikenlerinin kavgası gibidir. Ki bu savaşın yoruculuğu bâkidir.

Yaratılışın özündeyse bir ve biz olgusu vardır. Bundan dolayı ne çiçeklerin farklı renk ve kokuları, ne de dikenlerin farklı türleri sorun olmalıdır. Zira her ikisi de o dağın süsüdür. Beklenen ise, güzelliklerinin farkında olarak yaşamaktır. Farklı düzlemlerin etkileşmesi, birbirlerinin alanlarını daraltarak, onları öteleyerek ve ötekileştirerek yaşam hakkını ihlâl etmek olmamalıdır. Zira her düzlemde farklı mantıklar ve farklı gönül hisleri bulunmaktadır. Bazen de çiçeklerin, beklenmedik konuklar karşısında dikenlerin korumasına ihtiyaçları vardır ve bu asla göz ardı edilmemelidir. Belki de çiçekler, dikenlerin farklı konforlarıdır. Bu ikilinin aynı düzlemde etkileşmelerini tanımlayan her bir fonksiyon, ayrı bir diferansiyel denklemin kuruluşuna eşlik eder.

Bu iki temel parametrenin dışında, çevremizde birçok parametre de yok değildir. Öyle ki, çiçeğe benziyorlar ama kokuları yok. Renkleri var ama her mevsim solmuyorlar. Sanki çağdaş güllerin çağdaş bülbülleri gibi… Bir de bunların vitrinleri süsleyenleri var; yaşamayan ve yaşatamayan türden… Sanki aklın göz alıcılığında küçük bir manevra gibi…

Bazen bu parametrelerle reel hayatın parametreleri asla örtüşmez. Sunî bir gül, reel bir diken ya da tersi... Birbirlerinden asla etkilenmez; aralarında kuvvetli bir yalıtkan malzeme varmış gibi… Bu aynı düzlemde, aynı doğrultuda, yüzleri birbirine dönük ama farkındalıklarını kaybetmiş çiftlere benzer. Sunî parametreleri hayatlarına yol edenlerin, başkalarının reel parametrelerine anlayış göstermeleri beklenemez. Çünkü ihtimâl ya vardır, ya yoktur. Bunun ötesi, aklın ve yüreğin kendi içinde dalgalanmasıdır.

Her beklentinin mutlak karşılığı yoktur. Olması gereken, aklın ve gönlün sabit bir parametre gibi davranmamasıdır. Çünkü yaratılışta esneklik vardır. Şayet mantık ve gönül dünyamız sadece bir değişkenli fonksiyon olsaydı, iletişim problemlerinin çözümleri daha kolay olurdu. Çok değişkenli fonksiyonların denklem çözümlerinin zorluğu malûmdur ama bazıları bundan haz alır.

Gönül dünyasının yegâne fonksiyonu sevgidir. Mantık düzlemindeyse fonksiyonlar hem birden fazla, hem de çok değişkenlidir. Bu durum, tüm duyarlılığın zamanla azalmasına, kaybolmasına ve karşımıza çıkan duyarlılıkların hissedilememesine nedendir. Çünkü hisler gönül dünyasının farklı renkleri olup, mantık kuramlarına bağımlı değillerdir. Reel olan her bir fonksiyon, bağımlı parametrelerin belli kabullerine göre çözüm kümesi olabilir. Bu, gönüllerde bir yaşanmışlık öyküsüdür. Oradaki olgu, birbirleriyle örtüşen farklı fonksiyonlarla tanımlanır. O fonksiyonlar, boş keyiflerin değil, zor kabullerin sonucudur. Süpürülüp atılamayacak nedenleri vardır. Onlar gerek sıra içi, gerekse sıra dışı olsunlar, başlangıçta hakikî duygularla şekillenmişlerdir. Ancak bu iki önemli fonksiyonun zamanla nasıl değiştikleri, bu denklemler çözülünce anlaşılır.

Hülâsa bu ikili, olgun düşüncelerin ve derin sevdâların merkezidir. Zorunluluklar ve sebepler ebedîdir; kendi aralarındaki denklemler çözümsüz olsalar da… Sahici ve samîmi olmayan, kötü bile olsa onları anlamaya çalışan ve onları kendilerinden bir parça gibi gören akletme melekesi hep vardır. Bir meleğin dudağında tebessüm, bir gülün kokusunda nefeslenmeyi hissiz dudaklarda cümle olmaya tercih eden de gönlün güzelliğidir.

Hiçbir şey yoksa dahi yürekte bir melek barındırıp ona tebessüm etmeli. İki ayrı insan, iki ayrı düzlemde sevginin farkındalığını hissedebilmeli her solukta. Kendimizi mutlu hissetmek istiyorsak, mantığın değişken fonksiyonlarından kısmen bağımsız hâle gelebilmeliyiz. Bu, aklın yüreğe olan saygısıdır.