“KIYAFET” kelimesinin mânâsına
bakıldığı zaman, Arapça “kiyafa” kelimesinden türetilmiş olduğu görülür. “İz
sürme, takip etme, bir kişinin görüntüsünden hangi aile veya aşirete mensup
olduğunu anlama” ilmi olarak tanımlanır bu kelime.
“Kıyafet”,
günümüze gelene kadar oldukça farklı bir çeşitliliğe ve anlama sahipti. Eski
dönemlerde insanların kıyafetlerinden hangi milliyete ve dine mensup oldukları,
mesleği ve mevkii anlaşılırdı. Kıyafet, bir nevi kimlikti. İnsanların
yaşadıkları gibi görünmelerini ve göründükleri gibi yaşamalarını bir nebze
olsun daha iyi sağlayan bir unsurdu.
Giyim,
bazı toplumlarda sosyal statü veya kademeyi gösteriyordu. Misâl, Antik Roma’da
sadece senatörlerin mor şeritli giysi giyinmesine izin verilirdi. Yerli havali
kabilelerde sadece yüksek rütbeli kabile şeflerinin tüyden pelerin ve palaoa
veya oyulmuş balina dişi takmasına izin verilirdi. Eski Hindistan’daki
Travankor Krallığı yönetimi altındaki Kerala’da, Kast sistemine göre alt
seviyede olan kadınlar, vücûtlarının bel üstü kısımlarını örtebilmek için vergi
ödemek zorundalardı.
Kıyafet
toplumsal/sosyal statüyü belirlemenin yanı sıra dinî etmenleri de belirgin hâle
getiren bir unsurdur. Bazı dinlerin kıyafet kuralları da mevcûttur. Meselâ
Hinduizm, Sihizm, Budizm ve Jainizm gibi Doğu dinlerinde dinî bir giysinin
temiz olması büyük önem taşır; çünkü bu giysilerin saflığı ve berraklığı temsil
ettiğine inanılır. Sihler, dinlerinin bir parçası olarak başlarına sarık
takarlar.
Çok
unsurlu yapıya sahip olan Osmanlı’da, kıyafet kişisel zevkten öte bir mevzu
olup ve toplumsal hiyerarşinin korunmasındaki temel unsurlardan biriydi. Bir
kimsenin hangi sınıf memur ya da asker olduğu başındaki kavuğundan, sırtındaki
kürk ve cübbesinden anlaşılırdı. Kıyafet, Müslüman tebaa ile gayr-i Müslim
arasındaki farkı belirginleştiren unsurlardan -görünen kadarıyla- en mühimiydi.
Gayr-i Müslimlerin Müslümanlardan daha gösterişli giyinmeleri yasaktı. Misâl,
İslâm dininde kutsal sayılan yeşil rengi gayr-i Müslimler giyinemezlerdi.
Osmanlı’da
Yahudiler, dış sokak kıyafetlerinde koyu renk yahut siyahı tercih etmek
zorundaydılar. Müslümanlar sarı, Yahudiler siyah renk ayakkabı giyiyorlardı.
Yahudilerin kendi inandıkları kitaba göre de bulunduğu yerin alışkanlıklarını taklit
etmeleri yasaklanmıştı. Yani bu, Tevrat’ta yer alan “Oturduğun Mısır diyarının
veya seni götürdüğüm Kenan topraklarının alışkanlıklarını taklit etmeyeceksin
ve âdetlerini uygulamayacaksın” buyruğunun da gereğiydi.
Aslında
Osmanlı’da elbiseden ziyâde, özellikle başa giyilen başlıklar önemliydi.
Erkeklerin başlarına giydikleri sarık, rütbe ve mâkâmı belirlerdi. Asker ve
sivilin kıyafeti ile kadınların kıyafeti ayrı ayrıydı. Kıyafet ve özellikle
başlık, bir insanın dinini ve sosyal statüsünü belirleyen önemli unsurlardı.
Dinî ve etnik azınlıkların da özel kıyafetleri vardı.
Cumhuriyet
dönemine gelindiğinde, herkesin eşit olması vurgulanarak kıyafette devrim
yapılmış ve bilhassa Osmanlı döneminde aidiyeti belirleyen ve önemli bir unsur
olan başlıklar yerine Batı’dan alınan şapka getirilmişti. Böylelikle, “Değişen
dünyada biz de varız” vurgusu yapılmaya çabalanıyordu.
Bugün
bakıldığında, dünyanın tüm ülkelerinde benzer kıyafetlerin ve şekillerin
yerleştiğini görüyoruz. Dünya küreselleştikçe farklı milliyete ve dinî
unsurlara sahip olan ülke vatandaşlarının aynı biçimde giyindiklerini
görmekteyiz. Dünya görüntüde aynılaşıyor ve insanların her biri birbirlerinden
farklı yaratılmışken, bu benzeme çabasının niçin olduğunu anlamak pek mümkün
değil.
Herhangi
bir insana bakıldığında, uğruna yaşadığı unsurlar idrak edip ayrılamıyorsa,
işimiz oldukça zor. İnsanlar görüntüde aynılaşınca, bir müddet sonra fikriyatta
da aynılaşan insan unsurları ortaya çıkmaya başlıyor. İnsanın düşünen ve
akleden olması, “düşündürülen ve aklettirilen” kavramlarına dönüştürülüyor.