Aynı beya

Kızılay, Ahbap’a çadır satmış. Büyük mesele! Pek kötü bir iş yapmış gibi yüklenip duruyorlar. Saygınlığını yok etmeyi hedeflemişler en baştan. Kızılay’a saldıran, bari Kızılhaçlılar olaydı. Bildiğimiz kadarıyla öyle bir görüntü yok. Hepsi yerli mahsul…

SEKSENLER’deki plakçı Ergun’un, mahallenin Ahmet Abisi veya komşulardan bir başkasının “Napıyon Sami Abi?” veya “Nasılsın Sami Abi?” sorusu üzerine pastacı Sami ne cevap veriyordu?

“Aynı beya…”

“Vaziyet aynı”, “İşler aynı”, “Keyifler aynı” anlamında...

Bir bakıma “Aynı tas, aynı hamam” sözünün özeti.

Bu sadece Sami’ye ait değil; hatır sorulunca bütün Trakya “Aynı beya” cevabını verir. Başka türlü bir cevap veriyorsa, bilin ki o Trakya’ya başka yerden gelmiştir. Veya Trakyalılığı zihninde sorgulayan, farklı olmayı, farklı görünmeyi önemseyen, o yönde gayret gösteren biridir.

Biraz da şikâyet var bu cevapta. “Değişen bir şey yok, önemli gelişmeden söz edemeyiz, hep aynı şekilde devam ediyoruz” demek istiyor.

İki günü birbirine denk olanın ziyanda görülmesi var sanırım temelde.

*

Günlerin birbirine benzemesi, vaziyetin aynı olması meğer ne kadar kıymetliymiş. Gelişme olmasa bile mevcudu koruyabilmek…

Şimdi bakın Kahramanmaraş’a. Bakın Hatay’a, Adıyaman’a, Gaziantep’e ve diğerlerine… Depremlerle sarsılan bölgede şehirlerde aynı olan bir şey kalmadı.

Binalar yerle bir oldu. Ayakta durabilenler hasarlı.

Aynı bir şey kalmadığını görüyoruz. Ayna da kalmadı, cam çerçeve de, kapı pencere de.

Sonuna “beya” eklemese bile o bölge insanları “aynı” diyebilmeyi ne kadar çok isterlerdi kim bilir.

“Aynı”nın da kıymetini bilelim diye bu noktaya dikkat çekmek istedim.

*

Şimdi şehirler, ilçeler başka yerlere taşınacak, yeni baştan kurulacak. Bu sefer inşallah sağlam yapılacak.

Demirden çalmak, çimentodan kırpmak isteyen çıkmaz herhâlde.

Artık bu koca deprem fırtınası da yeni bir dönemin başlangıcı olmayacaksa, söylenecek söz kalmamış demektir.

Kedi apartmanı 

Can havliyle “Amanın, kediler” dediler, yıkım durdu.

Ağır hasarlı olduğu için yıkımına karar verilen binada üç kedi olduğu söylendi ve iş makinelerinin kontağı kapatılıp kenara alındı.

Helikopterler geldi, bir asker iple sarktı, öteki başka türlü müdahale etti. Birkaç gün uğraşmanın sonunda on üç kedi çıkarıldı binadan.

Kedilerin kurtarılması çok hoştu tabiî. Can dostlarımızın kıymeti büyük.

Duygulu anlardı. Seyrederken bile heyecan duyduk.

“Üç” denilmişti, nasıl on üç kedi oldu?

O bina kediler oteli mi?

Bütün kedi severler tek binada mı toplanmıştı?

Evvelce yıkılan binlerce bina arasında niye böyle bir durum yaşanmadı da yalnızca birinden kediler çıktı?

Diğerlerinde kedi yok muydu?

Varsa o kedilere ne oldu?

Yoksa civar binalardaki kediler aralarında anlaştı da oraya mı toplandılar?

“Koşun pisicanlar, bu binadan kediler kurtarılıyor, biz de oraya gidelim, hepimizi kurtarsınlar” diye gecenin karanlığından yararlanıp kimseye görünmeden o binaya mı üşüştüler?

Anlamadım ben bu işi.

Bu çocuklar var ya…

Enkaz altından kurtarılmak üzereyken, bilhassa küçüklerden öyle sözler duyduk ki…

Bu cümlenin gerisini getirmek zor. En iyisi yarım kalsın, o sözlere bakalım.

“Acele etmeyin beni çıkarmak için.”

“Yarın okulum var.”

“Çıkarmak zor olacaksa bacağımı kesin.”

Ne denilebilir bu canlara?

Bir de “Üşüyorum” diyen vardı ki…

Hiçbirine insanın içi dayanmaz. Gönlü kabarır da gözü gözeye döner.

Kim olursa olsun, biri üşüdüğünü söylediği anda kalbim tekler, hemen üşümeye başlarım.

Kaç senedir böyledir, tam hatırlamıyorum.

O şiiri duyduğumdan beri.

Yılını ayını unuttum.

Coşkuyla, uzak, çok uzak yerleri özleyen, sonsuzluğu düşünen ve sonsuzluğun sahibine yalvaran Muhsin Yazıcıoğlu’nun şiiriydi o:

“Durun kapanmayın pencerelerim

Güneşimi kapatmayın

Beton çok soğuk, üşüyorum…”

Çadır tiyatrosu 

Kızılay, Ahbap’a çadır satmış. Büyük mesele!

Pek kötü bir iş yapmış gibi yüklenip duruyorlar. Saygınlığını yok etmeyi hedeflemişler en baştan.

Kızılay’a saldıran, bari Kızılhaçlılar olaydı.

Bildiğimiz kadarıyla öyle bir görüntü yok. Hepsi yerli mahsul.

En ateşli şekilde saldırmanın kendilerince haklı sebebi olsa gerek.

Kızılay da savunmaya geçmek zorunda hissediyor, halk nezdinde imajı bozulmasın, bunca yıllık hayır kurumu zarar görmesin diye.

Dernek statüsünde olduğundan, Devlet’ten maddî yardım söz konusu değil.

Bu yüzden, kuruluşundan itibaren “akar” olması için Atatürk’ün kararıyla Kızılay’a bazı ticarî faaliyet imkânları sağlanmış.

En başta gelen, Kızılay maden suyu.

Çadır üretmek, ihtiyaç maddeleri temin etmek, afetzedelere ulaştırmak dışında her türlü yardımda bulunmak görevleri arasında.

Öyle abarttılar ki… Kulaktan dolma, yarım yamalak bilgiyle ahkâm kesenler var.

Kızılay bu ülkenin en iyi iş yapan kurumlarından.

Maliyetine bir miktar çadır verdiyse, kötü bir şey mi yapmış sayılıyor? Aldığı parayı alıp kaçan mı var? Yine afetzedeler için harcanacak. Maden suyundan elde edilen kazanç gibi… Üstelik miktar “devede kulak” etmez. Kızılay’ın gelir elde etmesinin kime zararı var?

Ahbaplar bir yerde Kızılay maden suyu içtilerse şayet, onların parasını da ödemişlerdir.

“Efendim maden suyu akar, çadır akmaz” mı diyelim?

Ya akarsa?

*

Kızılay, çadırları satmasaydı da bedava verseydi olmaz mıydı?

Olurdu.

Ahbap, çadırlara para vermeseydi olmaz mıydı?

Olurdu.

Ahbap, “Çadırların bedelinin yarısını vereceğim” deseydi ve indirimli ödeseydi?

O da olurdu.

Ahbap, “Çadırların bedelinin iki katını vereceğim” deseydi ve fazlasıyla ödeseydi?

O da olurdu.

Neticede deprem bölgesine giden çadır miktarı değişmeyecekti.

Çadırların gideceği yer de değişmeyecekti.

Özünde, temelinde, esasında, hattı zatında veya zattı hatında olan şudur: Piyasanın işlem hacmi artmıştır.

İşlem, burada “yapılan ve yapılacak olan hayır” anlamındadır.

Dolayısıyla bu kadar patırtıya gerek yok.

Yok ama vakti çok olanlar böyle konularla uğraşıyor işte. (Bu iyimser yorum. Bu kadar iyimser olmayan, işin içinde kötü niyet bulunduğuna işaret eden yorum, yazının baş tarafındaydı.)

Neyse. Bir türkü ile söze noktalayalım:

“Tek kapıdan çıktım yüzüm peçeli,

Ahbaplar oturmuş iki geçeli…”