Ayet ve hadislerle aile yaşamı: Aile saadeti imanla başlar

Erkeğin eşine sağlayacağı yaşam standardı ve göstereceği ilgi, kendi duygusuna ve algısına göre şekillendirebileceği bir durum değildir. Hakeza kadının da öyle… Her iki kutup da kendine düşen sorumluluğu, Allah’ın belirlediği hudutlarda gerçekleştirmeye gayret ederse, şüphesiz o yuvada tüm zorluk ve dertler karşısında da yıkılmaz bir dirlik ve saadet ortamı var olacaktır.

“Kadınlar, erkeklerle birlikte bir bütünü tamamlayan diğer yandır.” (Ebu Davud, Taharet, 94)

***

BÜTÜNÜ tamamlamak… Sevgili Peygamber Efendimiz’in (sav) nice hikmetli sözü var ki, tek bir anlama sığdırılamayacak kadar derin ve geniş, fakat tek bir noktaya işaret edercesine net ve açık. İşte bir bütünü tamamlamak kadar kısacık bir ifadede bile bütün bir ömrün hangi hudutlarda yaşanması gerektiğine dair çok güçlü bir aydınlık hâsıl oluyor. Bu ışığın nüfuz ettiği yolda yürürken hiç şüphesiz zorluklarda da, rahatlıkta da doğru hareket kabiliyetine kavuşma şansımız var. Çünkü insan hiç zorluk çekmeyeceği bir âlemde yaratılmadı. Bir imtihanda, insan kalabilmek ve Allah’a kul olabilmek gayesiyle var edildi. O zaman hedef, hiçbir zorluğa denk düşmemek olamaz, bütün bir ömrün en derin anlamı, şüphesiz, zorlukta ve kolaylıkta, insana yakışan şekilde davranma sabrını gösterebilmektir.  

Öncelikle “saadet” kavramını sindirmeli. Saadet nedir? Hiç hüzne ve derde uğramamak mıdır? Her hüzün ve dertte doğruyu tercih edebilmektir. Neden böyle söylediğime gelirsek… Ömre uğrayan bütün dertler ve hüzünler hep bir tercihe zorlar. Çünkü sabır, hareket etmekle tamam olur. İllâki herkes bir yöne hareket eder. Meselâ ailede geçimsizlik varsa, kökten aileyi yıkmak ya da aileyi toparlamak adına illâki bir hareket tercih edilecektir. Maddî bir sıkıntı olduğunda da helâl yoldan kazanabilmek için şartları zorlamak ya da kolay yolu seçip harama el uzatmak gibi tercihler de insanın önünde duracaktır. İşte saadet, tüm maddî-manevî zorluklar karşısında harama bulaşmadan ve aileyi dağıtmadan, derdin nihayete ereceği güne Allah’ın rızasını alarak varabilmektir. Çünkü tekraren ve defaatle dile getirdiğim üzere, dertler misafirdir. Ve önünde sonunda giderler…

Gittiğinde insan kalabilmek ve doğrunun paydaşı olmaya devam edebilmek, derdin var olduğu süreçte yapılacak tercihlerle ilgilidir. Saadet, derdin bitiminde Allah’ın rızasında yaşamaya devam edebilme müjdesidir.

Kadın ve erkeğin saadetli bir yuva kurması, yekten, Allah’ın kurallarına riayetle ilgilidir. Bunun sebepleri hem akla, hem kalbe yatkındır. Bu, insanın fıtratına ve tabiatına en uygun yoldur. Bunu inkâr etmemekle birlikte sebeplerine çok hâkim olmayanlar için birkaç sözüm var.

İnsan çeşitli duygu durumlarıyla sürekli bir iniş-çıkış hâlinde yaşar. Güzel ve çirkin bütün duygular insanı bir harekete yöneltir. Bu hareket bazen çok kötü sonuçlar doğurabilir. Ve bir ailede sağlam temellerin ve uzun yıllara dayanan birlikteliğin sonunu getirebilir. Hiçbir şey olmasa, en azından sekteye uğratabilir. Eşler arasındaki kalbî yakınlığı zedeleyebilir. Ve daha da kötüsü, kalpleri soğutabilir. Meselâ bir ailede “baba ve koca” sıfatıyla rol alan erkek cimri bir karakterdeyse, bu, zamanla eşler arasında soğukluk peyda edecektir. Bir “anne, ev hanımı” sıfatıyla rol alan kadının ahlâkî değerleri yok yahut eşine, ailesine karşı ilgi ve sevgi eksikliği varsa, aynı şekilde aile müessesesi temelden sarsılır. Bunlar, yıkıma giden yoldaki sarsıntılardır. Yıkılmadığı süre boyunca tüm bu sarsıntılar, tüm aile bireylerinde yaralar açar. Ve sonunda Allah’ın rahmet ve bereketi, ailenin çatısı üzerinden eksildiğinde, artık aramakla bulunmayacak bir huzur eksikliği imar edilmiş olur.

Peki, bir insanın ahlâk değerlerini, cömertlik ve cimrilik gibi sıfatlarını kim belirler? İşte insan burada sadece aklına ve kendi duygusuna danıştığında, kendine yönelttiği adalet kavramı, diğer aile bireylerinin adaletsiz bir yaşam sürmesine sebebiyet veriyor. Çünkü insan her zaman kendi menfaatine göre olayları yorumlama kabiliyetine sahiptir.

İslâm’ın çizgileri en belirgin farzlarından biriyle bu konuyu örneklendirmek mümkün: Zekât vermek farzdır. Zengin bir insanın malının kırkta birini her sene ihtiyaç sahiplerine dağıtması dinî bir yükümlülüktür. Peki, neden burada zaman ve miktar belirlenmiş? Çünkü en cömert insan bile her sene malından dağıtırken kendi ihtiyaçlarını ön plânda tutabilir ve bu, insanın kendinden referans almasıdır. Böyle yaptığında da dünya üzerinde binlerce aç insan olacak ve adaletsiz bir yaşam sürmeye devam edeceğiz. Bu, bütün dinî hükümler için geçerlidir. İnsanın merhameti, adaleti, hakkı imar edişi, kendi duygu ve algısında yaşandığında, gedikler, kesintiler, aksaklıklar olmaması mümkün olmaz.

Kadın ve erkeğin birbirini tamamlaması da öyle kendi hissiyatlarına göre var edilmeye çalışılırsa, o bütünleşme ömür boyu gerçekleşemez. Hep yarım bireyler, hep yarım kalmış aileler, saadeti bulamayan aile fertleri ve bunlara sebep olan hataları göremeyen bizler… Erkeğin eşine sağlayacağı yaşam standardı ve göstereceği ilgi, kendi duygusuna ve algısına göre şekillendirebileceği bir durum değildir. Hakeza kadının da öyle… Her iki kutup da kendine düşen sorumluluğu, Allah’ın belirlediği hudutlarda gerçekleştirmeye gayret ederse, şüphesiz o yuvada tüm zorluk ve dertler karşısında da yıkılmaz bir dirlik ve saadet ortamı var olacaktır. Bu ne kadar insanın gayretiyle gibi görünse de kusurlu ve aciz olan insanoğlu doğruya gayret ettiğinde, tüm eksik ve kusurlarına rağmen Allah’ın rahmet ve mağfireti orada olacaktır. İşte bu gayret ve hassasiyet, bir bütün olmaya, yıkılmaz bir yuvada en dertli zamanlardan en huzurlu vakitlere kadar aile saadetini var etmeye götüren yegâne anahtardır.


Emanet

“Kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Çünkü siz, onları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve Allah’ın adıyla (nikâh kıyıp) kendinize helâl kıldınız.” (Müslim, Hac, 147)

Hemen kadınlarla ilgili bir hadis-i şerifle bu konuyu sağlamlaştırmak elzem. Her dinden ve her izm’den insanın bile inkâr etmeyeceği bir gerçeklik var ki, erkekler beden gücü bakımından kadına oranla daha avantajlıdırlar. Tabiî bu avantajla birlikte büyük bir sorumluluk ve imtihan da onları bekler. Erkeklerin fizikî olarak güçlü yaratılmaları hiç şüphesiz onlarca sebep ve gerekçeyle Allah’ın takdiridir. Ailesini korumak ve dış dünyayla daha fazla muhatap olmak gibi sorumluluklar hep erkeğin üzerindedir. Fakat bir erkek bu gücünü eşini ezmek ve üzmek yolunda kullandığında, kendi cehennemini var etmiş olur. Erkeğin gücünü kadın ve çocuklar üzerinde kullanmasıyla Allah’ın rahmet ve mağfireti o yuvadan uzaklaşır. Çünkü bu, büyük bir isyan ve nimete nankörlüktür. Allah hiçbir şeyi sebepsiz vermez insana. Güç de, güzellik de hem birtakım kolaylıklar sağlar, hem de büyük sorumlulukları beraberinde getirir. Güç, erkeğin ailesi için elinde bulundurduğu bir nimetken bunu kendine bir başka nimet olarak verilmiş ailesine karşı kullanması, Allah’ın hudutlarını aşmanın âlâsıdır.

Hoşlanılacak huy

“Mümin bir kimse, eşine karşı nefret beslemesin. Çünkü onun bazı huylarından hoşlanmasa da hoşlandığı başka huyları mutlaka vardır.” (Müslim, Radci’, 61)

Ne güzel bir söz, ne büyük bir anlatım ve ne derin bir yara! İnsan, kusurlu olduğunu bile bile, en sevdiklerinin kusurlarına sövmekle meşgul. Eşinin, çocuğunun, anne-babasının, dostunun eksiklerini, kusurlarını ezber yapıyor ve bu ezberle kalbini karartıp ona göre hüküm veriyor. Sonrasında “Neden böyle oldu, neden ailede huzur yok?” diye sorduğunda da bütün kabahati kusurlu gördüğü eşe yüklüyor. Bre insan, bir dön de kendine bak! Eşinin kusuru olmayacak mıydı? Bunu sana kim vadetti? Bu beklentiye nasıl düştün? Kendinde en ufak bir kusur yoktu da eşinin kusurunu görünce nasıl nefret ettin? Bu, akılsızlığın ve merhametsizliğin en bariz göstergesi.

İnsan kusurludur. Fakat insan kusur, günah ve kabahatleriyle yaşamaya da boyun eğmez. Eşler birbiriyle daha iyiye, daha güzele varmak üzere bir yuva kurarlar. Yoksa sadece bir eş bulup da hayvanlar gibi yiyip içmek ve dünya zevklerini tatmak üzere bir arada bulunmazlar. İnsan değerli ve şerefli bir varlıktır. Bu değer, yanlışını doğruya çevirebilme kabiliyetinden gelir. Öyleyse birbirimizin kusurlarını ezber yapıp da kalbimizi hasta edeceğimize, birbirimize nasihat ve örnek olmakla birlikte daha güzele varmanın yollarını aramalıyız. Rabbin bizden istediği de budur.

Bu arada, “İnsan değişmez” yalanına da inanmayın! İnsan, değişmezse insan değildir. Değişmemek, sabit kalmak, ancak fıtrata uygun hâller için geçerlidir. İnsanı yaratıldığı güzellikten uzaklaştıran her bir kötü huy, değişmek için çığlık atar. İnsan bu çığlığı duyduğunda değişmenin yollarını aramalıdır. Daha iyi bir kul olmak hedefiyle yola çıkan herkes, daha iyi bir eş, daha iyi bir anne, daha iyi bir baba ve daha iyi bir evlât olma lûtfuna da denk gelir. Ki bu da Allah’ın inayetiyledir.

Birbirimizi kınamak, ayıplamak ve sevmemek üzere bir algıyı beynimize nakşetmek yerine daha iyiyi beraberce bulmak hedefiyle ve merhametle birbirimize muamele ile önce Allah’ın affına mazhar olur, sonra da yuvamızda dirliği kaim kılmış oluruz.

Suçlamak, tahkir etmek, insanı yapmadığı ve yapmayacağı davranış şekillerine yöneltebiliyor. Burada âlimlerin de, psikologların da, din âlimlerinin de ortak bir kanaati var. Suçlamak, insanın kendini ölçüp tartmasının önünde büyük bir engel. 

Sadaka

“Bir kişi, sevabını Allah’tan umarak ailesine harcama yaptığında, bu harcama onun için sadaka olur.” (Buhari, İman, 41)

Bir harcama ne kadar da basite indirgeniyor oysa… Bir babanın çocuklarına yaptığı harcama sadece bir gereklilik gibi algılanıyor. Elbette bir gereklilik ama bunu yerine getirmeyen nice zalimler var. Evet, zalimler! Çünkü bir insanın ailesine karşı herhangi bir sorumluluğu yapmaması demek, o ailedeki bireylerin adaletsiz bir hayata mahkûm olmaları demektir. Ve adaletsizliğin olduğu bir yerde zulüm ve zalim muhakkak vardır. Burada elbette abartılı harcamalar, lükse yatırımlardan bahsediliyor olamaz. Tasarruf ve hayırlı harcama da dinin bir gerekliliğidir. Eşini çok harcamaya zorlayan eşler, onun günaha ve harama el uzatmasında nasıl bir etkiye sahipler, düşünmek lâzım. Fakat ailesinin geçimini sağlamak, onları kimseye muhtaç etmemek ve onların gönlünü şenlendirmek, bu hayatta yapılabilecek en güzel amellerdendir herhâlde. Bu yapıldığında, ailede yüzler güldüğünde, harcanan paranın katbekat üstünde bir gönül birliği sağlanmış olmaz mı? Belki ufacık bir harcama ile yuvada gönüller şenlenecek ve kıt kanaat geçinen ailelerde bile bir neşe ve sevgi ortamı var edilecektir.

Fıtrat üzere…

“Her doğan, fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hıristiyan ya da Mecusi yapar.” (Buhari, Ceniz, 92)

Çok mühim ve aile saadetini bir o kadar yakından ilgilendiren konu üzerindeyiz. Burada Müslüman olmayan ailelerin çocuklarının aslında Müslüman doğduğu, sonrasında da anne-baba yönlendirmesi ile yanlışa saptığı anlatılıyor. Fakat biz Müslüman ailelerin de bu hadisten alması gereken dersler var.

İnsanın Hak Din’den ayrılışında aile, birinci sorumlu merci olarak beyan ediliyor. Yani elbette “Çocuklarımızın tüm hataları bizden kaynaklıdır” diyemem, bunu ancak Allah bilir, fakat bir yerlerde yanlışlar yapmadığımızı da söylemek elimden gelmez. Peki, nerelerde hata ediyor insan? İmanlı bir yuvada imandan ayrılan evlâtlar neyin ceremesi? İşte çok ama çok akıllı olmamız gereken bir konu!

İnsan sanıyor ki, hayat bir matematik problemi gibi çözülür. Her problem kendi içinde değerlendirilir ve doğru çözülmüş bir problemin sonucu da muhakkak doğru olur. Ama bu bir yanılgıdır. Çünkü hayat matematikten çok daha derin ve karmaşıktır. Çünkü insan bütün hareketler zinciri içinde sonuçlara vasıl olur. Tek tek olaylara verilen cevaplarla olayların gidişatına etki edemez. Demek istediğim, çocuğunun hayırlı bir evlât, hayırlı bir kul olmasını temenni etmek, sadece ona bu konuda örnek olmak ve nasihat vermekle elde edilemez. İnsanın diğer tüm sahalarda da Allah rızasını hedeflemesi gerekir. Meselâ iş yerinde çalışanına adaletsiz davranan bir insan, evdeki tüm hareketlerini Allah rızasına uygun da yapsa, çocuklarının hakkına girmiş olur. Çünkü bir günah ve haram, o ailedeki herkesi etkisi altına alır. Haram lokma yediren bir adam da yine ailesini hak yoldan ayırabilecek bir yola giriş yapar. Herhangi birinin kalbini kırmak, onu üzmek de insanın ailesine tesir edebilecek bir hüsranın kapısını aralar. Bunlar illâki böyle olmaz ama her zaman için aile saadetine gölge düşürebilecek hareketlerdir. Dikkat çekmek istediğim nokta, evlâtlarının beş vakit namazda olmasını isteyen bir anne-baba, hem beş vakit namazını kılacak, hem çocuklarına ibadeti sevdirecek, hem de diğer tüm insanî ilişkilerde Allah rızasını hedefine koyacak. Yoksa sadece evlâtlarına iyilik ve güzellikle, onları iyi ve güzel yapmak mümkün olamaz. Onların ruhunun bile duymadığı işlerde de hayra yönelmekle mümkün olabilir. Çünkü böyle bir insanın yuvasına da Allah’ın rahmeti yağacaktır.

Bir aile içinde sünnetlerle hareket etmek, yemek vakitlerinde, sohbetlerde, yatıp kalkmalarda hep Peygamber Efendimiz’in (sav) öğrettiği şekilde evlâtlarımızı terbiye etmek, şüphesiz onların doğru yolda ömür sürmelerinde çok büyük bir kazanım olacaktır. Bu, bir tercih değil, anne-babalar üzerinde bir yükümlülüktür.


Hâddi aşmak

“De ki, (‘Allah şöyle buyuruyor:) Ey kendi aleyhlerine olarak günahta hâddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.’” (Zümer, 53)

Hâddi aşmak… İşte bütün insanî, ailevî, ruhanî ve maddî yıkımlar, hâddi aşmakla meydana geliyor. Hâddi aşmak, Allah’ın “Yapma!” dediğini yapmakla ve “Yap!” dediğini yapmamakla insanın düştüğü derin bir kuyu. Bu kuyudan çıkış her zaman için vardır. Ailemizde ve çevremizde huzuru, saadeti, birliği ve dirliği yitirdiysek ya da bunları yitirme evresine girdiysek, nerelerde hâddi aştığımızın tespitini yapmak zamanıdır. Geri dönüş her zaman için vardır. Haramlarla, günahlarla, şükürsüzlükle geçen günlerin yarattığı tahribatı da ancak tövbe ve doğru yola geri dönüşle telâfi edebiliriz. Ve bir ailede bireylerin sükûnetini sağlayacak en birincil önlem, tövbe etmektir. Hem dille, hem amelle… Bir tövbe ile nice hatadan ve o hataların bizde bıraktığı is kokularından kurtulmak mümkün olur. Böylece sadece kendimize iyilik yapmakla kalmamış, bütün ailemizin geleceği için de nice güzelliğe hikmetli kapılar aralamış oluruz. “Benim günahım, benim hatam” deyip geçme! Bütün günah ve haramlarının çevresel bir etkiye sahip olduğunu fark et artık! Her güzellik yayıla yayıla bir kâinat olur; zira her kötü iş de aynı şekilde yayılır ve virüs gibi insandan insana bulaşa bulaşa yaşamaya devam eder.

Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ölüyü (mezara kadar) üç şey takip eder: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, biri bâki kalır. Ailesi ve malı geri döner, ameli kendisiyle bâki kalır.” İşte ölüm ve sonrası ile ilgili yaşanacak olanlar... Arada bahsedilmeden geçilemeyecek bir hadîs-i şerif…

Ölüme doğru gidiyoruz, orası kesin. Öyle ya da böyle, varacağımız yer belli. Peki, kendimizi odaklamamız gereken husus ne? Amellerimiz... Bu dünyanın nimetleri dünyada kalacak. Fakat bizimle gelecek bir şeyler de var elbet. Amellerimiz… Bu ameller arasında yeri yadsınamayacak olanı ise aile içindeki hareket, söz ve davranış şekillerimiz. Evet, ailemizi de mezara kendimizle birlikte götürmeyeceğiz, fakat ailemize karşı davranışlarımız bizimle gelecek. Öyleyse insan sırf kendi menfaati için bile olsa aile içinde hak ve adaletle, Allah rızası gayesiyle davranmak durumunda.

İbadetle bile temizlenemediğimiz bir günahtır kalp kırmak. Sözle tahkir etmek, üzmek, incitmek… İbadetle bile temizlenemeyecek kadar kirlendiğimizde, ailemizde huzuru ve birliği nasıl var edebiliriz?

Ailede sarsıcı etki yapan hareketler

Hadisler ve ayetler, hem aile hukukunda, hem de hayatımızın tüm yönelimlerinde bize yol gösterecek bilgi ve emirler içeriyor. O sebeple makalemin en başında bunlardan birkaç tanesine değinme gereği duydum. Fakat acizane önerim şu ki, insan, ailesinde en doğru şekilde davranmak arzusundaysa hadis ve ayetleri kendine kılavuz edinmeli ve hatta çevresine de bu tavsiyeleri vermeli.

Bir de işe daha bireysel perspektiften, daha öznel yorumlarımla yaklaşmak niyetindeyim. Ki bunu da ancak makalemin sonuna lâyık gördüm.

Bir büyüğümüzün tavsiyeleri bana iletildiğinde, ailede yıkıcı etki yapan hareketlerin başında “suçlayıcı tavır” ele alınmıştı. Bu gerçekten çok öncül bir yıkım hareketi. Öyle ki suçlamak, tahkir etmek, insanı yapmadığı ve yapmayacağı davranış şekillerine yöneltebiliyor. Burada âlimlerin de, psikologların da, din âlimlerinin de ortak bir kanaati var. Suçlamak, insanın kendini ölçüp tartmasının önünde büyük bir engel. Çünkü insan, tabiatı gereği suçlu mertebesinde bulunmak istemez. En hatalı olduğu konuda bile karşıdan bir suçlama cümlesi duyduğunda, en akılcı bahaneleri öne sürmekte ve kendini aklayacak tüm yolları denemektedir. Elbette bu da çok hoş bir huy değil, fakat insanları da göz göre göre bu yanlışa itmemek, bu ahvale zemin hazırlamamak gerek.

Suçlamaktan ziyade muhabbetle derdini anlatmak, her insanın daha yumuşak karşılayacağı bir eylemdir. İsterse en yakınınız olsun, suçlandığı anda bütün hormon ve hücreleriyle kendini savunma sistemini devreye sokuyor. Böylece hâlledilmemiş meseleler yığını, ailelerin iletişim süreci önünde bir barikat olarak sağlam bir yer ediniyor. Bunun önüne geçmeli!

Müslüman, akıllı insandır. Akıl, insana her doğruyu söylemek ve her hakkı beyan etmek gibi ahmaklığa düşürmez. Doğruyu doğru şekilde ve doğru zamanda söylemektir aklî olan. Yine bu hususta da Peygamber Efendimiz’in (sav) Kendisine haksızlık edenler karşısında bile ne kadar merhametle yaklaştığına bakılırsa, insandan beklenen davranış şekli de belirlenmiş olur. Yani yine geldiğimiz nokta şu ki, insan kendi duygu ve kanaatini referans aldığında, yanılma payı çok yüksektir. Allah (cc) madem Kur’ân’ı ve Hazreti Muhammed’i bize rehber olarak göndermiş, her karar ve hareket öncesinde bir göz atmak, sindirmek, anlamak ve uygulamak icap eder.

Bir başka yıkıcı hareket de dille uygulanan şiddettir. O ailede hiçbir geçim sıkıntısı olmasa, çocukların tüm ihtiyaçları ve eğitimi istenilen standartta karşılanıyor olsa, bütün dünya nimetlerine nail olunsa, bireylerden biri acı sözlü ise ailede yıkım kaçınılmazdır.

Söz, İslâm’da da çok önemlidir. Bir sözle dine girebilen insan, bir sözle dinden ayrılabilir. Yine bir sözle evli olan bir insan, bir sözle nikâhtan düşebilir. Duâlar ve ibadetler de hareketle birlikte söylenen sözlerle tamam olur. Bu sözler, duâlar ve ayetlerdir. Fakat dünya hayatı ve insan ilişkileri içinde bize bir yol gösterir ki, söz, hareketler kadar mühimdir. Yine bir hadîs-i şerifte Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “Dilleriyle insanları kıranları ibadetleri temizleyemez.”

İbadetle bile temizlenemediğimiz bir günahtır kalp kırmak. Sözle tahkir etmek, üzmek, incitmek… İbadetle bile temizlenemeyecek kadar kirlendiğimizde, ailemizde huzuru ve birliği nasıl var edebiliriz? Ne akla, ne de kalbe uyar bu denklem. Öyleyse hem aile içinde hoş dilli olmak gerek, hem de tüm mahlûkata karşı merhamet ve saygı ile konuşmak gerek.

Hani filozoflar, çokbilmişler hayatın bir sanat olduğunu söyler ya, oralara gitmeye hiç gerek yok, ayet ve hadisler yaşamanın nasıl bir zarafet ve ilim olduğunu zaten yeteri kadar ortaya koyuyor.

Bütün bu süreçte insan hiç mi hata yapmaz? Elbette yapar. Hata da yapar, günaha da girer, düşer de… Fakat insana yakışan, hatasını telâfi etmek, günahından tövbe etmek ve düştüğünde kalkmaktır.

Yine tamamen aile üzerinden yola çıkarak ve tüm dinî bilgi ve görüleri referans alarak bir ailede saadeti yıkan durum ve davranışları şöyle sıralamak ve makaleye nokta koymak mümkün: Kötü söz, tahkir, haram lokma, tembellik, ibadetsizlik, şükürsüzlük, sünnetsizlik, cimrilik, ilgisizlik, ahlâksızlık, sadakatsizlik, sohbetsizlik, saygısızlık, cahillik, kınama, affedici olmama, kusur arama.