“Aydınlanma değil, merhamet”

Her fert gördüğü, muhatap olduğu her varlığa bizzat varlığından sebep değer vermedikçe, merhamet evlerimizin içinde olanların, eylemlerimizin, söylemlerimizin, hissettiklerimizin mâhiyetini değiştirip oldurmadıkça olmayacak. Önce merhamet, daha çok merhamet, sâfî merhamet gerek bize!

ALEV Alatlı’nın eserine ad olan “Aydınlanma değil, merhamet” şeklindeki muhteşem manifestoya ne denli muhtaç olduğumuzu, bu anlayışı hayatımızın en temel kaidesi yapmaktan başka yolumuz olmadığını görüyorum kalbimi yakan her olayda, haberde.

Ben bir anneyim. İyi bir anne olma isteği ve tüm öğrenmeye, bilmeye çalıştıklarıma rağmen çocuklarımın kalbini incitmenin her pişmanlığında bilmenin yetmediğiyle yüzleşirken, kendimden utanırken yükselen sesim için merhamet diliyorum... “O çocuk! Hep daha fazla, hep daha fazla merhametle karşılaştır” duâsında, kalplerimizin merhametten başkasına yer kalmayacak şekilde olmasını da...

Her şiddet haberinde bir zamanlar masum bir küçük insan olan koskoca adamların ve kadınların nasıl böyle canavarlaşabildiğine anlam veremezken, tâ en başında bir yerlerde karşılaşmadıkları merhamet eksikliğinin ve örselenmenin ancak bunu yapabildiğini de biliyorum hepimiz gibi.

Evet, bilmediğimiz onca şeye rağmen asıl derdimiz bilmek; bilmemek değil. Hissetmeyi unuttuklarımız, yaşamayı yaşatmayı unuttuklarımız, değerli hissedememek, değer vermeyi ve kıymetli hissettirmeyi beceremeyişimiz belki...

Dünyayı sarsan çocuk ticareti skandalı da yüzümüze tokat gibi vurması dışında yeni bir haber değildi esasında. Her yıl milyonlarca çocuğun kaçırıldığını biliyorduk. Botları batırılan, zehirli gazlarla, saldırgan köpeklerle hiçliğin ve çâresizliğin tarihsel utancını yaşarken mültecilerin hikâyelerinde, bilhassa on sekiz yaş altı binlercesinin ABD ve AB’nin toplama kamplarında annelerinden alınarak götürüldükten sonra haber alınamadığını, mültecilerin ve Asyalı, Afrikalı masumlar başta olmak üzere organ, ilâç, porno mafyalarının baş hedefi olduklarını biliyorduk.

Görmeyi inkâr edemeyeceğimiz şekilde karşılaştığımızda üç beş sosyal medya mesajı atıp lânetleyerek kendimizi aklayabilmek de güzeldi zaten. Dünya kötüydü, kötüler çoktu, lânet olsundu... Başka zaman kurdun yediği koyundan kendisini sorumlu hisseden Hazreti Ömer’i örnek gösterdiğimiz hamâsî konuşmalarda kocaman kocaman lâflar edip kitleleri etkilemeyi de biliyorduk, Instagram’da etiketlerle konuyu gündem etmeyi de…

Bütün bunların içinde, bu kötülük girdabında sessiz kaldığımız şeylerin, yaptığımız ve yapamadığımız küçücük eylemlerin sorumluluğunun da olduğunu düşünemiyor, belki düşünmek istemiyorduk. O kurdun yediği koyundan sorumlu idi, ne güzeldi, ne büyüktü ya, biz ne yapabilirdik işte! Dünya kötüydü, batsındı dünya…

Her çocuk kendi çocuğumuz kadar kıymetli olmadıkça, gerçek bir anne-baba hassasiyetine sahip olmayacağız. Her masum nedensiz ve “ama”sız destek görmedikçe masum olmayacağız. Her şiddet yahut kötülük haberini manşetten iştahla verme, daha çok beğeni alma derdimiz bitmedikçe gerçek dertlerimiz de, iyi olan her şeyi bir anda silip süpüren o dehşet haberleri de bitmeyecek.

Her fert gördüğü, muhatap olduğu her varlığa bizzat varlığından sebep değer vermedikçe, merhamet evlerimizin içinde olanların, eylemlerimizin, söylemlerimizin, hissettiklerimizin mâhiyetini değiştirip oldurmadıkça olmayacak.

Önce merhamet, daha çok merhamet, sâfî merhamet gerek bize!