Ayasofya’ya bak, kendini gör!

Ayasofya için müze olmak, arasatta kalmak gibiydi. Ya dışarıdakilerin umduğu gibi kubbesine haç takılacaktı ya da hilâl takılıp minarelerinden ezan sesleri yükselecekti. Haç, Türkiye’nin Türklerden alınması, hilâl ise bu toprakların ebediyen Türk yurdu olmasının tapusu olacaktı.

MÜSLÜMANLARIN hasretle beklediği gün geldi, hukukî süreç tamamlandı ve Cumhurbaşkanlığı kararı ile zincirler kırıldı, Ayasofya özgürlüğüne kavuştu!

Bazıları için “gereksiz”, bazıları için “sıradan”, bazıları için “yanlış” olan bu icraat, bizim için son derece anlamlı; tarihî öneme haiz, büyük bir hâdise!

Türkiye’nin Türklere ait olduğunun tescili olan ezanlar, camiler ve minareler, aslında bir nevi bağımsızlık sembolleridir. Ezanların güya Türkçeleştirilerek aslından uzaklaştırılması, tarihimizdeki fetret dönemlerinden birisi idi. Ezan-ı Muhammedî’yi duyamayanlar kendilerini öz yurtlarında garip hissediyorlardı. 16 Haziran 1950’de ezanına kavuşan halkımız, yine Fatih Sultan Mehmed Han’ın vasiyetine rağmen müzeye dönüştürülen Ayasofya’nın masum ve mahzun hâlinden dolayı kendini öz vatanında parya hissediyordu.

Ayasofya’nın fetret döneminin biteceğine inanıyor, o büyük günü sabırla, metanetle bekliyordu.

Ayasofya’ya ozanlar türkü yakmış, şairler şiir yazmıştı. Tıpkı İstanbul’u fethetmek isteyenlerin olması gibi, millî ve mânevî değeri dert edinen her siyasetçi de Ayasofya’ya dair bir plân yapmıştı.

Ne demişti Necip Fazıl?

Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem. Fakat Ayasofya açılacak. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilir. Ayasofya açılacak. Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânâlar zincire vurulmuş, kan revan içinde masumlar gibi ağlaya ağlaya, üstünü başını yırta yırta onun açılan kapılarından dışarıya vuracak…”

Osman Yüksel Serdengeçti’nin üniversite yıllarımda ezberlediğim şiirinden bazı mısraları da hatırlayalım:

“Ey İslâm’ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya!
Şerefelerinde fethin, Fatih’in şerefi
Işıl ışıl yanan muhteşem mabet
Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?

(…)

Ayasofya
Ey muhteşem mabet!
Gel etme
Bizi terk etme
Bizler, Fatih’in torunları, yakında putları devirip
Yine seni camiye çevireceğiz

Dindaşlarımızla
Kanlı gözyaşlarımızla,
Abdest alarak secdelere kapanacağız
Tekbir ve tehlil sadâları boş kubbelerini yeniden dolduracak
İkinci bir fetih olacak
Ezanlar bu fethin ilânını
Ozanlar destanını yazacaklar

(…)

Bu olacak Ayasofya
Bu muhakkak olacak
İkinci bir fetih, yine bir ba’sü ba’del-mevt
Bugünler belki yarın, belki yarından da yakındır
Ayasofya, belki yarından da yakın!”

***

Anlaşılacağı üzere, fethin ve Fatih’in sembolü, İstanbul’un kalbi Ayasofya’nın zincirlenmesi, Türkiye’nin Türklere ait olduğuna dair soru işaretlerini akla getiriyordu. Bu topraklar bizimse, Ayasofya o hâlde kalamazdı!

Ayasofya’nın açılmasının ne kadar zor olduğu, bir asra yakın süren esaretinden belli değil mi?

Gençlik yıllarımdan beridir tam bağımsız Türkiye’nin ancak Ayasofya’yı kendi irademizle açabilirsek ortaya çıkacağını düşünürdüm. Hâlâ aynı fikirdeyim. Çünkü Ayasofya bizler için ne kadar anlamlı ve önemli ise, onun müze olması için çalışanlar ve bunun için baskı yapanlar için de o kadar önemli.

Ayasofya için müze olmak, arasatta kalmak gibiydi. Ya dışarıdakilerin umduğu gibi kubbesine haç takılacaktı ya da hilâl takılıp minarelerinden ezan sesleri yükselecekti. Haç, Türkiye’nin Türklerden alınması, hilâl ise bu toprakların ebediyen Türk yurdu olmasının tapusu olacaktı.

Rabbimize sonsuz şükürler olsun ki Ayasofya’mıza kavuştuk! Kendi hükümranlık meselelerine dair kararı kendi verebilen bir ülke hâline geldik. Ayasofya’nın zincirlerinin kırılıp esaretten kurtulmasında, tâ başından beri içindeki bu ümidi koruyan, meseleyi gündemde tutan, açılmasını teşvik eden, Ayasofya için duâ eden, hukukî süreçleri başlatan, dâvâyı sonuçlandıran ve attığı imza ile resmen müzeden çıkartıp aslî hüviyetine kavuşturan herkesten Allah râzı ve memnun olsun!

Bundan sonra bize düşen, bu emanete sahip çıkıp maddî ve mânevî yönüyle işin altını doldurabilmek olacaktır.

Ayasofya’nın açılışına hem içeride, hem dışarıda sevinenler hayli fazla ama sevinmeyenlerin de olduğunu görüyoruz. Dışarıdan gelen aykırı sesleri normal karşılamak lâzım; onlar kendi inançlarının gereğini yapıyorlar.

İçeridekiler içinse ne denilebilir ki? “Müze mi, cami mi olsun?” deseniz “müze”, hattâ “kilise” diyecek insanlar var. Onlar, “Cami olmasın da ne olursa olsun” derdindeler. “Zulüm 1453’te başladı” diyen zihniyetten başka ne beklenebilir!

Eskiden beridir Ayasofya’nın açılması gerektiğini dillendirdiği hâlde siyâsî mülâhazalarla bu tarihî hâdiseyi sıradanlaştırmak, küçümsemek, sulandırmak ya da seviniyormuş gibi görünüp “Bu işin böyle olmaması lâzımdı!” diyerek iç geçirenler de kendilerini bir hesaba çeksinler…

Ayasofya bir hakikât aynasıdır. Ona bakalım ve kendimizi görelim.