BİLİNDİĞİ gibi Osmanlılar için Ayasofya sadece bir ibadethane
değildir. Bir külliyenin adıdır. Medresesi, kütüphanesi, imarethanesi, sebili,
sıbyan mektebi, muvakkıthanesi, türbeleri, şadırvanıyla bir külliyedir. Elbette
Bizans döneminde bir külliye (yerleşke) değildi. Osmanlı döneminde ona yapılan
ilâvelerle giderek külliye hâlini almıştı.
Fatih’ten sonra İkinci Bayezid, İkinci Selim, Birinci
Mahmud, Abdülmecid ve İkinci Abdülhamid için âdeta “Dünya bir yana, Ayasofya bir yana” gibi bir değerde olmuştur. Adı
geçen padişahlar kadar Ayasofya’nın günümüze kadar ulaşmasında en büyük pay
sahibi de tartışmasız bir şekilde Mimar Sinan’dır. İstanbul’un gördüğü büyük
depremlerden sonra Ayasofya’nın yaşadığı kısmî yıkımlar, telâfi edilip
onarılmış ve yapının günümüze kadar ulaşması sağlanmıştır.
Ayasofya, Trallesli (Aydın) Anthemios ile Miletoslu
(Milet-Balat/Aydın) İsidoros adlı iki mimara Bizans İmparatoru Justinianos
tarafından 537’de yaptırılmıştır. Ayasofya, “Hagia” ve “Sophia” kelimelerinin
Türkçe telâffuzudur. Anlamı ise “ilâhî hikmet/bilgi” demektir.
Ayasofya depremler kadar Haçlı Seferleri esnasında,
özellikle 1204’teki Dördüncü Haçlı Seferi esnasında yağmaya ve yıkıma
uğramıştır (Semavi Eyice, DİA, C.4, İstanbul 1991, s.206-210). İstanbul’un Fethi
esnasında, “Katolik külâhı yerine
Müslüman sarığı görmeyi tercih ederiz” sözü, bu Haçlı işgalinde yapılan
çirkinlikler nedeniyle söylenmiştir.
Ayasofya bir mabed olmasına rağmen, işgalci Haçlılar burayı
bir meyhane olarak kullanmış, kutsal bilinen eşyalarını yağmalamışlardır. Bir
kilisenin meyhane ve benzeri işler için kullanılması şeklinde bir çirkinlik
yaşanmıştır. Ayasofya, Haçlı işgalinde gördüğü zararların benzerini depremlerde
yıkım olarak yaşamıştır. Yine de depremin, doğal afet sayıldığı için bir
açıklaması vardır.
İslâm tarihinde, savaş yoluyla alınan yerlerdeki en
büyük mabet camiye çevrilir, bunun dışında kalan mabetlere ise dokunulmayarak eski
sahiplerinin kullanmasına izin verilirdi. Bu bir gelenek olmuştur. Bu gelenek
İstanbul’un Fethi’nde de uygulanmıştır. Ayasofya Kilisesi camiye çevrilirken,
onun dışında kalan mabetler Rum Hıristiyanları tarafından kilise olarak
kullanılmıştır.
Ayasofya ve benzeri mabetlerin camiye çevrilmesine
itiraz ederek yeniden kilise hâliyle eski sahiplerine iadesini isteyen ve
camiye çevrilmesinin İslâmî kurallara aykırı olduğunu iddia eden görüşler, son
yıllarda bir şamata hâlinde çoğalmaktadır. Oysa bu tür mabetlerin cami olmasını
İslâm’a aykırı bulanlar, gidip oralarda ibadet etmezler. Hattâ bu şamatacılar
fethi de yanlış ve işgal gibi gördükleri için, fethedilen yerleri terk ederek
daha tutarlı, daha ahlâkî bir çizgiye ulaşabilirler(!).
Fethi çağ dışı bulanların ve bu yüzden Fetih
kutlamasını bile yanlış görenlerin, fethedilen topraklarda yaşamaları büyük bir
çelişkidir. Bu toprakları terk etmeleri, kendi iddiaları bakımından bir zaruret
sayılabilir.
Ayasofya’nın Haçlı işgali ve depremlerden sonra maruz
kaldığı bir büyük yanlış da, kabul edilmelidir ki müze yapılmasıdır. Çünkü
Fatih, değinilen Müslüman geleneği ve savaş hukukuna bağlı olarak Ayasofya Kilisesi’ni
“cami” yapmıştır. Ama Ayasofya yine bir mabet olarak kalmıştır.
1931’de tamirat gerekçesi ile Ayasofya kapatılmıştır.
Ayasofya’nın tamirat işini ise ABD kökenli Bizans Enstitüsü Başkanı Thomas
Whittemore’ye, onu Türkiye’ye davet eden CHP Genel Başkanı Kemal Paşa
vermiştir. Onunla Marmara Köşkü’nde görüşmüş ve bu görüşmenin sonunda Ayasofya
kapatılarak “restorasyon çalışmaları” başlatılmıştır.
Türkiye’de sağ kesimin en önemli takıntılarından biri,
“1920-1938 arasında, yanlış olarak bildiği her işin aslında İsmet Paşa’nın işi
olduğunu ve Kemal Paşa’nın bu işten habersiz kaldığını” tekrarlamasıdır. “Ayasofya’yı müze yapan kararnamedeki Kemal
Paşa imzası aslında sahtedir, ona ait değildir, hattâ kararname bile yoktur”
iddiasının altında, Kemal Paşa’nın hiçbir işinde yanlışlık görmemek, bütün
yanlışları ondan uzak tutmak gibi bir sağ takıntı vardır.
1920 ve 1930’lu yıllarda Kemal Paşa’ya rağmen hiçbir
işin yapılamayacağını herkes bilir ama sıra Ayasofya gibi örneklere gelince
hayâlî bir sahte imza tartışması açılmaktadır.
Oysa Kemal Paşa, Ayasofya için sadece Bizans Enstitüsü’nü
görevlendirmekle yetinmemiş ve daha 1923’te Ayasofya’yı cami olmaktan çıkaracağını
açıklamış; 1923’te, Ankara’da Grace Ellison adlı İngiliz kadın gazeteciyle
görüşmüştür. Grace Ellison Ankara’daki görüşmelerini, “An Englishwoman in
Ankara” adını verdiği kitabında (s. 244-245) yazmıştır.
Ellison’a göre Kemal Paşa, Ayasofya için, “Hıristiyanlığı, dünyanın gözünde onore
edebilmek için gücümüzün yettiği çabayı göstermeye çalışacağız. Ayasofya’yı cami
olarak muhafaza etmemiz Katolik Kilisesi’ni hakikaten incittiği takdirde orayı
müze hâline getirebilir veya ebediyen kapatabiliriz. Hıristiyan dünyasını
kasten incittiğimizi hiç kimse söylememelidir” (Aktaran: Murat Bardakçı, 14
Haziran 2020, Haber Türk Gazetesi) demiştir.
Türklerin atası olan Kemal Paşa, Hıristiyanlığı onore
edecek işler yapmayı vaat ediyor… Bu işler arasında da Ayasofya’yı müze yapmak
veya ebediyen kapatmayı belirtiyor… Hıristiyan dünyasını kasten incitmek
istemeyeceğini vurguluyor.
Bu sözlerinden anlaşılan odur ki, Ayasofya’nın cami
olarak kalması, Hıristiyan dünyasını incitmiştir. İşte Ayasofya’yı cami
olmaktan çıkararak bu incinmeyi de ortadan kaldıracağını açıklamıştır.
Ayasofya’nın cami olarak kalması Hıristiyan dünyasını
incitirken ve bu incinmeyi ortadan kaldırmayı Türklerin atası vaat ederken,
Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılması ise hangi dünyayı incitmiştir? Görünen
odur ki, Kemal Paşa bu sorunun cevabını elbette bilmektedir. Ama bu sorunun
cevabını önemli saymamıştır. Çünkü öyle olsaydı, Ayasofya’nın cami olmaktan
çıkarılmasının İslâm dünyasını inciteceğini teslim eder ve onu cami olmaktan
çıkarmazdı. Kemal Paşa, Hıristiyan dünyasını incitmemeyi, hattâ kendi beyanına
göre o dünyayı onore etmeyi tercih etmiştir.
Ayasofya kompleksi
Buna karşılık Zafer Toprak, “Atatürk, hümanist bakışı ve uygarlık anlayışının bir sonucu olarak
Ayasofya’yı müze yapmıştır. ‘Batı ne der?’ diye bu adımı atmamış, tümüyle kendi
hümanist görüşleri doğrultusunda hareket ettiği için bu kararı almıştır. Bu
kendi birikiminin, değerlerinin, felsefî bakışının bir yansımasıdır. Böylelikle
Ayasofya’yı insanlığın ortak mîrasının bir parçası hâline getirmiştir” diyor
(Aktaran: Sedat Ergin, 11 Haziran 2020, Hürriyet Gazetesi).
Türk Akademisi için sorunlu ve taraflı bir bakış
açısıdır bu konu. Çünkü bir mabedin cami olarak kalması, “insanlığın ortak mîrasından”
sayılmıyor. İnsanlığın ortak mîrası olmak, ya kilise olmak ya da müze olmakla
mümkün olabiliyor. İslâm ve Türklük ile ilgili unsurlar, insanlığın ortak mîrası
olmaya engel sayılıyor. Bu tür sorunlu ve takıntılı görüşler ise Türk Akademisinde
ilgi görebiliyor, haber değeri bile taşıyabiliyor.
Oysa değinildiği gibi, Kemal Paşa, Hıristiyan dünyasını
incitmemek için, o dünyayı onore etmek için bu adımı attığını açıklıyor. Bizans
dönemi eserlerinin ancak müze yapılması ile korunabileceği iddiası da ayrı bir
sorundur. Hakikatin inkârıdır. Çünkü Ayasofya, bu iddianın aksini
ispatlamaktadır.
Ayasofya, gördüğü depremlere rağmen, Bizans kültürünü
de Türk kültüründen kabul etmeyen bir Osmanlı anlayışının yardım ve desteği ile
bugünlere kadar gelebilmiştir. Antik eserlerin korunabilmesi için cami olmaktan
çıkarılması veya müzeleştirilmesi iddiası tarihen yanlıştır. Ayasofya, işte bu
yanlışı ispatlamaktadır!
Kemal Paşa’nın kendisi doğrudan “Hıristiyan dünyasını
onore edecek ve incitmeyecek işler yapmak” istediğini açıklamışken, Zafer
Toprak’ın “O bunları yaparken ‘Batı ne
der?’ diye yapmadı” iddiası, ancak saray görevlilerinde rastlanabilecek
türden bir hakikati eğip bükme çabasıdır. Günümüzde bile Ayasofya’nın yeniden
cami yapılmasına itiraz edenlerin en büyük sığınağı, “Batı ne der?” değil
midir?
Güya Türkiye’nin “tam bağımsızlığını” savunanlar, söz
konusu Ayasofya olunca, Batı’nın muhtemel tepkisini öne sürerek karar alıcıları
korkutmaya çalışıyorlar. Ayasofya’nın müzeleştirilmesi, teslim edilmelidir ki
“Hıristiyan Dünyasını onore” etmek için yapılmıştır. Aslında Ayasofya, kilise
yapılmaya cesaret edilemediği için bir ara formül olarak müzeleştirilmiştir.
Müze kararını alanlarda yeterli cesaret olsaydı, Ayasofya’yı yeniden kilise yaparlardı.
Ayasofya’nın cami olması kararını engellemeye
çalışanlar, “Başka ülkelerdeki camiler
yıkılabilir veya cami olmaktan çıkarılabilir” diye bir korku havası
yaymaktadırlar. İşin tuhafı, Türkiye’de 1923-1950 arasında cami yıkanlar,
camileri ibadet dışında başka amaçlar için kullananlar, şimdi diğer ülkelerdeki
camilerin yıkılması veya cami olmaktan çıkarılması kararını korkuya düşmektedirler.
Aslında kendi isteklerini söylüyorlar bununla. Hattâ
Batılılara ne yapmaları gerektiğini gösteriyorlar. “Biz içeride Ayasofya’nın cami yapılmasını engelleyemezsek, siz
oralardaki camileri kapatın, cami olmaktan çıkarın” demeye getiriyorlar.
Hıristiyan Bizans’ın eserlerine gösterdikleri özenin milyonda birini Müslüman
Türk’ün eserlerine göstermedikleri gibi, bir de o eserlere düşmanlık ediyorlar.
Ömründe hiçbir seçime girmemiş ve hiçbir seçim
kazanamamış olan Kemal Paşa’nın imzası sahte idi veya değildi tartışması ile
Ayasofya meselesi yeniden ertelenemez. Çünkü 18 yıldan beri girdiği her seçimi
kazanmış bir Cumhurbaşkanı vardır.
Seçim kazanmamış, seçime girmemiş bir Cumhurbaşkanının
imzası bu kadar önemli sayılırken, girdiği her seçimi kazanmış olan
Cumhurbaşkanı’nın imzası neden önemsiz olsun?
İyice görülmüş ve Yunanistan’ın tepkilerinden de
anlaşılmıştır ki, Ayasofya meselesi, Türkiye için bir egemenlik meselesidir.
Türkiye, tam bağımsız bir ülke olduğunu Ayasofya’yı cami yaparak gösterecektir.
1931’de restorasyon bahanesi ve Kemal Paşa’nın imzası
ile kapatılan Ayasofya, 2020’de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın imzası ile açılmalıdır.
1931’de Hıristiyan dünyasını onore etmek için kapatılan Ayasofya, 2020’de İslâm
dünyasını onore etmek için açılmalıdır. Ayasofya, artık özgürleştirilmelidir!