DİLE kolay, 86 yıllık hasret bugün yarın
sona erecek.
Söylemesi
kolay, tahammülü zor bir mahrumiyet, bîhak bir mahkûmiyet, yürek sızlatan bir
mağduriyet, hesapsız ve dahi kitapsız (!) bir mağlûbiyetti vatan
topraklarımızda ağırladığımız Ayasofya ile aramıza konan mesafeler…
Evet, dile
kolay! Mimar Sinan’ın1 elleri değdikten sonra bir daha çökmeyen ve
477 yıl mü’minlerin secdelerine şâhit olmuş Ayasofya’nın taş (!) kubbeleri
bilir ama kalbi taşlaşmış olanlar bilmez inançlı kalpler için 86 yıllık esaretin
ne acı bir bekleyiş olduğunu!
Üstelik âsi
Haçlıların isyankâr hareketleriyle kubbeleri çökerek iki kez yerle bir olan
Ayasofya’nın mozaiklerini koruyan, kubbelerini onaran ve ihya ederek son
hâliyle (Üçüncü Ayasofya) koruyup 624 yıl himâyesinde barındırarak zarar
görmesin diye kollayan Osmanlı Devleti olmasına rağmendi bu esaret ve bu
hasret.
Rivâyet odur
ki, İstanbul fethedildiğinde, Haçlı istilâsıyla fakirleşen Bizans İmparatorluğu’nun
mabetlere ayıracak ne parası, ne de zamanı kaldığından, Ayasofya o kadar harap,
o kadar metruk hâldedir ki Fatih Sultan Mehmed’e hüzünle, “Perdedari mi küned ber kasr-ı Kayser ankebût/ Büm nevbet mizened der taremi
Efrasiyab”2 beytini söylettirir. (Yaklaşık tercüme: “Kayzerin (imparatorun)
sarayına örümcek perdedarlık yapıyor./ Efrasiyab’ın balkonunda baykuş marş
çalıyor.”)
Evet, 624
yıl korunmasaydı orijinal hâliyle o mozaikler, nesi, neresi müze yapılabilirdi,
neyi ziyaret ederdi turistler?
Ah taşları
dile gelse de söylese Ayasofya’nın! “Ey
Haçlı şövalyeleri! Bin 200 yıldır süren Haçlı savaşlarınızla kaç camiyi,
minberi, mihrabı, mahfili, eyvanı, revnakı ile korudunuz?” dese…
Ah, yok,
böyle sormazdı dile gelseydi Ayasofya’nın taşları. Tastamam şöyle haykırırdı: “Kaç minare devirdiniz, kaç kubbe
çökerttiniz?”
Uzak
tarihten geçtik, yakın zamanlarda, modern çağlarda, 21’inci yüzyılda, “insan
haklarından, din ve vicdan hürriyeti”nden dem vura vura Bosna’da, Bağdat’ta,
Şam’da kaç cami, kaç han, kaç hamam, kaç kütüphane, kaç köprü yıkıldı? Kaç
Osmanlı şehrinde kaç İslâm eseri târumâr edildi?
Kaç nesil, boğazında
yutulması imkânsız bir yumruk gibi taşıdı bunlara rağmen bu elim esareti?
Kaç kuşak,
Ayasofya’da yeniden secdelere varmak için duâya durdu bir umut?
Kaç dedenin
gözünde yaş kurudu?
Kaç nenenin
tülbendi seher vakitlerinde bu hasretten sırılsıklam oldu? Bu kadar elemin, bu
kadar kederin, bu kadar bekleyişin kefareti hiç mi yoktur?
Vardır
elbet. Allah’ın adaletine emanet!
Kaç baba,
yavrusunun elinden tutup Ayasofya’nın soğuk zeminini çiğneyen ayaklarından
utanarak Fatih’in emanetinden söz etti?
Kaç anne,
gelinlik yaşa gelmiş kızına, askere gidecek, damat olacak oğluna, “Tut eşinin elini, götür Ayasofya’ya”
derken umuduna umut ekledi?
Analar bu
nasihatleri yavrularının kulağına fısıldarken, dinsizler, kemiksizler,
kimliksizler kaç kadeh devirmiştir?
“Ayasofya”
denildiğinde kaç gencin kalbinden tekbirler taştı caddelere? Kaç delikanlı
nöbet tuttu Ayasofya’nın avlusunda ve gecenin ayazında?
Dünyaperest
hülyalar kuranlar ne anlar genç bir adamın göğsünü daraltan Ayasofya sevdâsından?
Kaç imanlı
öğretmen, stratejik çâresizlikler içinde kıvranırken, öğrencilerinin gözlerine
umutla bakıp, “Bu esareti sonlandıracak
nesil siz olacaksınız!” demiştir? 86 yılda kaç genç yürek, beyhude yere bu
umutla çırpınıp ihtiyar olmuştur? Kaç hoca, erişmek istediği bu vuslatı
görünmez bir muska gibi genç kalplere koymuştur?
Süfli
hevesler, günahkâr bekleyişler, hâdsiz eğlenceler içinden geçenler bu bekleyişi
ne bilir, nereden bilir, nasıl bilir?
Milyonlarca dede,
milyonlarca nene, milyonlarca anne baba, yüz binlerce öğretmen, hoca, sayısı
meçhul genç, 86 yıl boyunca omuzlarında görünmez bir yük, kalbinde onmaz bir
yara, aklında içinden çıkılmaz sorularla tüketti bunca yılı, dile kolay!
Âlemlerin
Rabbi Allah’ın rızâsı için kalben, zihnen ve rûhen niyetlerin edilemediği, dillerin
ihlâsla tekbir getiremediği, ellerin huşû ile bağlanamadığı, bellerin tevazu
ile eğilemediği, Müslümanca kıyama durulamadığı, dizlerin nedâmetle bükülemediği,
Kiramen Kâtibîn meleklerine ümit ile korku arası bir hissiyatla selâm verilemediği,
Fâtihaların okunamadığı, Âyete’l-Kürsîlerin duvarlarında yankılanamadığı 86
yıl…
Saf tutmuş
cemaatten, cemi cümle “Âmin”lerden, cami olma hâlinden mahrum bunca yıl…
Ne çok
özlemiştir Ayasofya 477 yıllık ismini, “Ayasofya Cami-i Kebir” diye anılmayı…
Ne çok
özlemiştir minareleri ezan-ı şerîfi, ne çok beklemiştir Fatih Sultan Mehmed’i
seyreden kubbeleri bizi…
Az kaldı! 10
Temmuz’dan beridir bir çocuk masumiyetiyle saydığımız günler tükendi tükenecek.
“Yatıcaz, kalkıcaz, yatıcaz, kalkıcaz” ve takvimler 24 Temmuz 2020 Cuma gününe
işaret ettiğinde, beklemekten bîtab düşmüş kalbimiz çocukça bir sevinci
kuşanırken, rûhlarımız imanî, aklımız siyâsî/stratejik mesuliyetlerimizi
hatırlatacak.
Biiznillah,
o vakit geldiğinde alınlarımız Ayasofya Cami-i Kebir’de secdelere varacak.
Ancak her bâdire, bir muvaffakiyete gebedir ve her zafer, muzaffer olana
mesuliyet hırkası giydirir.
“Ayasofya
Müzesi” ifadesinden rahatsızlık duyan imanlı kalpler için yeni bir imtihan
beklemekte. Boş kalırsa o yemyeşil seccâdeler, birbirinin kuyusunu kazarsa o
mabette omuz omuza verenler, şuurdan, huşûdan mahrum kılınırsa namazlar;
kıyamda, kıraatte, rükûda, sücûdda, tahiyyatta dünyaperest tahayyüller, şeytanî
hesaplar gölge düşürürse ihlâsımıza, Maûn Sûresi’nden izler düşer kaderimize de
veyl olur bize!
“Gördün mü o hesap ve ceza gününü yalanlayanı? İşte o,
yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir. Yazıklar olsun o
namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddîye almazlar. Onlar (namazlarıyla)
gösteriş yaparlar. Ufacık bir yardıma bile engel olurlar.” (Maûn, 1-7)
Ah bir de bizler,
vuslat için gün sayıyorken, çocuk masumiyetiyle seviniyorken, dışarıda ve
içeride çoklarını uyku tutmuyor, bilelim!
Dilimize,
kalbimize, “Euzu billahimineşşeytanirracim, Bismillahi’r-Rahmâni’r-Rahîm”i
tesbih edelim. Ki, “Kovulmuş şeytanın şerrinden Rahmân ve Rahîm olan Allah’a
sığınalım”…
Koyu yeşil
seccâdelerine alnımızı koyacağımız vakte az kaldı. Rabbimize hamd-ü senâlar
olsun!
Bu vuslatı
bekleyip erişemeyen, esaretin hüznüyle yorulmuş milyonlarca kalbin rûhları şâd
ve bu kutlu müjdeyle rûhları mes’ud olsun inşallah!
Bu hasretle
ebedî yurduna göçenlerin ihlâslı umutları, mukaddes vuslata şâhit olan bizlerin
saâdetli duâları, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın ömrüne bereket
olsun! Rabbimiz kendisinden ebeden râzı olsun! (Âmin.)
“Koca Sinan olmasaydı, Ayasofya
ayakta duramazdı!” Onun da
ruhu, inşâ ettiği kubbelerde yankılanacak duâlarla, yaptığı iki zarif minareden
yükselecek ezanlarla şâd olsun!
***
Rahatsız (!)
olanlar varmış içimizde, ne gam! Onlara da gani gani geçmişler olsun!
1Günümüzde görülen Ayasofya binası, aslında aynı yere üçüncü kez inşâ edilen
kilise olduğundan "Üçüncü Ayasofya" olarak da bilinir. İlk iki kilise
isyanlar sırasında yıkılmıştır. Döneminin en geniş kubbesi olan Ayasofya’nın
merkezî kubbesi, Bizans döneminde birçok kez çökmüş, Mimar
Sinan’ın binaya payandaları eklemesinden itibaren
hiç çökmemiştir.
2Fatih Sultan Mehmed’in bu beyti, zaferlerin de insan ömrü gibi fâni
olduğuna, nice büyük kralın, imparatorun saraylarının örümcek tutacak hâle
geldiğine işaret etmek yani nefsini tevazua davet için söylediği de rivâyet
olunmuştur. Ancak her halükârda seyrettiği mabedin örümcek tutmuş hâlde olduğu,
bu beyit ile izhar olunur.