Ayasofya’nın cami oluşunu bekleyenlere kutlu, rahatsızlara geçmiş olsun!

Az kaldı! 10 Temmuz’dan beridir bir çocuk masumiyetiyle saydığımız günler tükendi tükenecek. “Yatıcaz, kalkıcaz, yatıcaz, kalkıcaz” ve takvimler 24 Temmuz 2020 Cuma gününe işaret ettiğinde, beklemekten bîtab düşmüş kalbimiz çocukça bir sevinci kuşanırken, rûhlarımız imanî, aklımız siyâsî/stratejik mesuliyetlerimizi hatırlatacak.

DİLE kolay, 86 yıllık hasret bugün yarın sona erecek.

Söylemesi kolay, tahammülü zor bir mahrumiyet, bîhak bir mahkûmiyet, yürek sızlatan bir mağduriyet, hesapsız ve dahi kitapsız (!) bir mağlûbiyetti vatan topraklarımızda ağırladığımız Ayasofya ile aramıza konan mesafeler…

Evet, dile kolay! Mimar Sinan’ın1 elleri değdikten sonra bir daha çökmeyen ve 477 yıl mü’minlerin secdelerine şâhit olmuş Ayasofya’nın taş (!) kubbeleri bilir ama kalbi taşlaşmış olanlar bilmez inançlı kalpler için 86 yıllık esaretin ne acı bir bekleyiş olduğunu!

Üstelik âsi Haçlıların isyankâr hareketleriyle kubbeleri çökerek iki kez yerle bir olan Ayasofya’nın mozaiklerini koruyan, kubbelerini onaran ve ihya ederek son hâliyle (Üçüncü Ayasofya) koruyup 624 yıl himâyesinde barındırarak zarar görmesin diye kollayan Osmanlı Devleti olmasına rağmendi bu esaret ve bu hasret.

Rivâyet odur ki, İstanbul fethedildiğinde, Haçlı istilâsıyla fakirleşen Bizans İmparatorluğu’nun mabetlere ayıracak ne parası, ne de zamanı kaldığından, Ayasofya o kadar harap, o kadar metruk hâldedir ki Fatih Sultan Mehmed’e hüzünle, “Perdedari mi küned ber kasr-ı Kayser ankebût/ Büm nevbet mizened der taremi Efrasiyab”2 beytini söylettirir. (Yaklaşık tercüme: “Kayzerin (imparatorun) sarayına örümcek perdedarlık yapıyor./ Efrasiyab’ın balkonunda baykuş marş çalıyor.”)

Evet, 624 yıl korunmasaydı orijinal hâliyle o mozaikler, nesi, neresi müze yapılabilirdi, neyi ziyaret ederdi turistler?

Ah taşları dile gelse de söylese Ayasofya’nın! “Ey Haçlı şövalyeleri! Bin 200 yıldır süren Haçlı savaşlarınızla kaç camiyi, minberi, mihrabı, mahfili, eyvanı, revnakı ile korudunuz?” dese…

Ah, yok, böyle sormazdı dile gelseydi Ayasofya’nın taşları. Tastamam şöyle haykırırdı: “Kaç minare devirdiniz, kaç kubbe çökerttiniz?”

Uzak tarihten geçtik, yakın zamanlarda, modern çağlarda, 21’inci yüzyılda, “insan haklarından, din ve vicdan hürriyeti”nden dem vura vura Bosna’da, Bağdat’ta, Şam’da kaç cami, kaç han, kaç hamam, kaç kütüphane, kaç köprü yıkıldı? Kaç Osmanlı şehrinde kaç İslâm eseri târumâr edildi?

Kaç nesil, boğazında yutulması imkânsız bir yumruk gibi taşıdı bunlara rağmen bu elim esareti?

Kaç kuşak, Ayasofya’da yeniden secdelere varmak için duâya durdu bir umut?

Kaç dedenin gözünde yaş kurudu?

Kaç nenenin tülbendi seher vakitlerinde bu hasretten sırılsıklam oldu? Bu kadar elemin, bu kadar kederin, bu kadar bekleyişin kefareti hiç mi yoktur?

Vardır elbet. Allah’ın adaletine emanet!

Kaç baba, yavrusunun elinden tutup Ayasofya’nın soğuk zeminini çiğneyen ayaklarından utanarak Fatih’in emanetinden söz etti?

Kaç anne, gelinlik yaşa gelmiş kızına, askere gidecek, damat olacak oğluna, “Tut eşinin elini, götür Ayasofya’ya” derken umuduna umut ekledi? 

Analar bu nasihatleri yavrularının kulağına fısıldarken, dinsizler, kemiksizler, kimliksizler kaç kadeh devirmiştir?

“Ayasofya” denildiğinde kaç gencin kalbinden tekbirler taştı caddelere? Kaç delikanlı nöbet tuttu Ayasofya’nın avlusunda ve gecenin ayazında?

Dünyaperest hülyalar kuranlar ne anlar genç bir adamın göğsünü daraltan Ayasofya sevdâsından?

Kaç imanlı öğretmen, stratejik çâresizlikler içinde kıvranırken, öğrencilerinin gözlerine umutla bakıp, “Bu esareti sonlandıracak nesil siz olacaksınız!” demiştir? 86 yılda kaç genç yürek, beyhude yere bu umutla çırpınıp ihtiyar olmuştur? Kaç hoca, erişmek istediği bu vuslatı görünmez bir muska gibi genç kalplere koymuştur?

Süfli hevesler, günahkâr bekleyişler, hâdsiz eğlenceler içinden geçenler bu bekleyişi ne bilir, nereden bilir, nasıl bilir? 

Milyonlarca dede, milyonlarca nene, milyonlarca anne baba, yüz binlerce öğretmen, hoca, sayısı meçhul genç, 86 yıl boyunca omuzlarında görünmez bir yük, kalbinde onmaz bir yara, aklında içinden çıkılmaz sorularla tüketti bunca yılı, dile kolay!

Âlemlerin Rabbi Allah’ın rızâsı için kalben, zihnen ve rûhen niyetlerin edilemediği, dillerin ihlâsla tekbir getiremediği, ellerin huşû ile bağlanamadığı, bellerin tevazu ile eğilemediği, Müslümanca kıyama durulamadığı, dizlerin nedâmetle bükülemediği, Kiramen Kâtibîn meleklerine ümit ile korku arası bir hissiyatla selâm verilemediği, Fâtihaların okunamadığı, Âyete’l-Kürsîlerin duvarlarında yankılanamadığı 86 yıl…

Saf tutmuş cemaatten, cemi cümle “Âmin”lerden, cami olma hâlinden mahrum bunca yıl…

Ne çok özlemiştir Ayasofya 477 yıllık ismini, “Ayasofya Cami-i Kebir” diye anılmayı…

Ne çok özlemiştir minareleri ezan-ı şerîfi, ne çok beklemiştir Fatih Sultan Mehmed’i seyreden kubbeleri bizi…

Az kaldı! 10 Temmuz’dan beridir bir çocuk masumiyetiyle saydığımız günler tükendi tükenecek. “Yatıcaz, kalkıcaz, yatıcaz, kalkıcaz” ve takvimler 24 Temmuz 2020 Cuma gününe işaret ettiğinde, beklemekten bîtab düşmüş kalbimiz çocukça bir sevinci kuşanırken, rûhlarımız imanî, aklımız siyâsî/stratejik mesuliyetlerimizi hatırlatacak.

Biiznillah, o vakit geldiğinde alınlarımız Ayasofya Cami-i Kebir’de secdelere varacak. Ancak her bâdire, bir muvaffakiyete gebedir ve her zafer, muzaffer olana mesuliyet hırkası giydirir.

“Ayasofya Müzesi” ifadesinden rahatsızlık duyan imanlı kalpler için yeni bir imtihan beklemekte. Boş kalırsa o yemyeşil seccâdeler, birbirinin kuyusunu kazarsa o mabette omuz omuza verenler, şuurdan, huşûdan mahrum kılınırsa namazlar; kıyamda, kıraatte, rükûda, sücûdda, tahiyyatta dünyaperest tahayyüller, şeytanî hesaplar gölge düşürürse ihlâsımıza, Maûn Sûresi’nden izler düşer kaderimize de veyl olur bize!

 

“Gördün mü o hesap ve ceza gününü yalanlayanı? İşte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddîye almazlar. Onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar. Ufacık bir yardıma bile engel olurlar.” (Maûn, 1-7)

Ah bir de bizler, vuslat için gün sayıyorken, çocuk masumiyetiyle seviniyorken, dışarıda ve içeride çoklarını uyku tutmuyor, bilelim!

Dilimize, kalbimize, “Euzu billahimineşşeytanirracim, Bismillahi’r-Rahmâni’r-Rahîm”i tesbih edelim. Ki, “Kovulmuş şeytanın şerrinden Rahmân ve Rahîm olan Allah’a sığınalım”…

Koyu yeşil seccâdelerine alnımızı koyacağımız vakte az kaldı. Rabbimize hamd-ü senâlar olsun!

Bu vuslatı bekleyip erişemeyen, esaretin hüznüyle yorulmuş milyonlarca kalbin rûhları şâd ve bu kutlu müjdeyle rûhları mes’ud olsun inşallah!

Bu hasretle ebedî yurduna göçenlerin ihlâslı umutları, mukaddes vuslata şâhit olan bizlerin saâdetli duâları, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın ömrüne bereket olsun! Rabbimiz kendisinden ebeden râzı olsun! (Âmin.)

“Koca Sinan olmasaydı, Ayasofya ayakta duramazdı!” Onun da ruhu, inşâ ettiği kubbelerde yankılanacak duâlarla, yaptığı iki zarif minareden yükselecek ezanlarla şâd olsun!

***

Rahatsız (!) olanlar varmış içimizde, ne gam! Onlara da gani gani geçmişler olsun!

 

1Günümüzde görülen Ayasofya binası, aslında aynı yere üçüncü kez inşâ edilen kilise olduğundan "Üçüncü Ayasofya" olarak da bilinir. İlk iki kilise isyanlar sırasında yıkılmıştır. Döneminin en geniş kubbesi olan Ayasofya’nın merkezî kubbesi, Bizans döneminde birçok kez çökmüş, Mimar Sinan’ın binaya payandaları eklemesinden itibaren hiç çökmemiştir.

2Fatih Sultan Mehmed’in bu beyti, zaferlerin de insan ömrü gibi fâni olduğuna, nice büyük kralın, imparatorun saraylarının örümcek tutacak hâle geldiğine işaret etmek yani nefsini tevazua davet için söylediği de rivâyet olunmuştur. Ancak her halükârda seyrettiği mabedin örümcek tutmuş hâlde olduğu, bu beyit ile izhar olunur.