Ayasofya’daydım!

Ayakkabılarımızı çıkarıp halıya bastığımız anda ezan başladı. Ama ne ezan! Sonsuza kadar sürse yüreklerdeki coşkunun yine azalmayacağı bir güzellikte… Yürekler kabarıyor, içimiz içimize sığmıyor... Mübarek ezan, ezan değil, bir deklarasyon! Özlemi, kavuşmayı, merhameti, sevgiyi, muhabbeti, adaleti, vefâyı anlatan bir ezan… Âdeta dünyadaki mazlumlara, “Bugün zulmün bitişinin başladığı gündür” mesajını veren bir ezan...

DÜRÜSTÇE söylemek gerekirse, “Ayasofya içinde olamasam bile, yeter ki o atmosferde olayım da varsın çakılın, toprağın üstünde kılayım” niyetindeydim.

Hem talebimi, hem de niyetimi ilgili arkadaşlarımıza ilettim. “Sağ olsunlar, yakından ilgilendiler, bir sözümüzü ikiletmediler” diyebilirim.

Bu süreçte gözlemlediğim güzellikler bu kadarla sınırlı değil. Yazının sonunda bu güzelliklerle Ayasofya’nın açılışı ilişkisine dair yorumumu aktaracağım, fakat Ayasofya öncesinde, esnasında ve sonrasında yaşadıklarımı birkaç cümleyle anlatayım…

O Cuma yani büyük gün, sabah oldukça dinç ve zinde kalktım. Kendimi acayip iyi hissediyordum! Hemen duşumu aldım, takım elbisemi giydim; anlayacağınız gibi, güzel bir şekilde hazırlandım. Öncesindeki toplantıma gitmek üzere şoför arkadaşımızla beraber yola çıktık. Şoförde ne kızma, ne kavga, ne kötü bir söz… Hayatından gayet memnun… Toplantı da bir o kadar güzeldi. En kritik aşaması pazarlık olduğu hâlde o bile 2 dakika sürmedi.

Toplantıya katılan bir arkadaşımın yeni ev alması sebebiyle kutlama falan da yaptık. Her şey o kadar yolundaydı ki başka zaman olsa şaşkınlıktan baygınlık geçirirdim herhâlde. Yazının sonunda bahsedeceğim husustan dolayı şaşırmıyorum tabiî…

Her şeyin iyi olmasını, hattâ daha iyi olmasını bekliyorum… Bu düşünceler içerisindeyken Cumhurbaşkanlığı’ndan aradılar. Davetiyenin ulaşmama ihtimâline karşı telefonla da bildirmek istediklerini söylediler. Birkaç dakika geçti geçmedi, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan da benzer içerikte bir telefon aldım. Keyfimiz yerinde, Ayasofya için yola koyulduk…

İlk iki güvenlik noktasını geçtik ama üçüncüde takıldık. İki kurumdan aranıp davet edilmemize rağmen listelerde ismimiz yoktu. Ben de telefonla görüştüğüm kişilerin ne telefonunu, ne isimlerini, ne de bölümlerini aldım. Ne olacak şimdi?!

“Ayasofya öncesi günler gibi oluyor” derken Cumhurbaşkanlığı’nı ümitsizce aramayı deneme fikri aklıma geldi ve aradım. Çıkan kişiye merâmımı anlattım ama “Adamcağız binlerce insanın arasından beni arayanı nasıl bulacak?” gibi, içimde ümitsizliğe yakın duygular vardı. Görevli, “Bir araştırıp size bilgi vereyim” dedi.

Aradı. “Siz güvenlik noktasına doğru gidin, biz onlara bilgi verelim” dedi. Telefonu kapattım, bu sefer de hangi güvenlik noktasına gideceğimizi bilememenin meydana getirdiği duyguyla en yakındaki güvenlik noktasına vardık. Meğer onlara da bilgi gelmiş. Coşku duygusuyla en son güvenlik noktasına vardık. Orada öğrendiğimiz bir mecburiyet, ne yalan söyleyeyim, “Bu iş buraya kadarmış, nasip değilmiş” dedirtti. Öğrendiğimiz mecburiyet şuydu: Meğer Covid-19 testi yaptırmamız gerekiyormuş…

Oradaki ekipler bize bir araba ayarladılar, sağlık çalışanlarının gayretiyle Sayın Cumhurbaşkanımızın sağlık aracında hızlıca iki sürüntü aldılar. Saate bakmaya korkar bir hâlde beklerken ezan vakti geldi çattı. Ne var ki, ezan da henüz okunmamıştı. Tam bu sırada testlerimizin negatif olduğunu öğrendik. Öğrenir öğrenmez Ayasofya’ya koştuk…

Ayakkabılarımızı çıkarıp halıya bastığımız anda ezan başladı. Ama ne ezan! Sonsuza kadar sürse yüreklerdeki coşkunun yine azalmayacağı bir güzellikte… Yürekler kabarıyor, içimiz içimize sığmıyor... Mübarek ezan, ezan değil, bir deklarasyon! Özlemi, kavuşmayı, merhameti, sevgiyi, muhabbeti, adaleti, vefâyı anlatan bir ezan… Âdeta dünyadaki mazlumlara, “Bugün zulmün bitişinin başladığı gündür” mesajını veren bir ezan...

Zemini ayaklarımla çaktırmadan bir yokladım. Kâğıt yapıştırmışlar. Sanırım sosyal mesafe içindi. İyi de, şimdi ben kâğıdın üstünde mi, yanında mı namaza duracağım? Sosyal mesafeden dolayı yanımda da kimse yok, nasıl öğreneceğimi bilemedim. Politik bir çözümle biraz kâğıdın üstünde, biraz da halının üstünde olacak şekilde oturdum. Kafama yine bir şey takıldı: “Kıble neresi?”

Haberlerde rastladığım bilgiyi hatırladım: Halının tüyleri özel bir işlemle kıble yönünde yatırılmış. Elimle bir kontrol ettim, hakikaten de öyle! Kör birinin de kıbleyi bulmasını kolaylaştıracak güzellikler…

Cuma sonrası arkadaşları ziyarete gittik. Söz sözü açtı. Son derece ağırbaşlı, kendisi için bir şey talep ettiğine rastlamadığım, hattâ hakkı olan birçok şeyden feragat edebilen bir dostumuzun, bürokratik bir meselenin hâlli için üç yıldan beri mücadele edip de nihâyet çözdüğünü öğrenince kafamdaki Ayasofya’nın tekrar açılışının hikmetlerinin tamamlandığını hissettim.

Sohbet esnasında konuşulan diğer konular, paylaşılan vizyonlar şunu gösteriyordu: Ayasofya’nın açılabilmesi için şartlar oluşmuş.

Başta söylediğim, “bu güzelliklerle Ayasofya’nın açılışının ilişkisi” meselesine gelirsek…

Daha önceki yazıda da ifade ettiğim gibi, “Ayasofya bir anlamdır”. Peki bu anlam ne?

Bize ilkokulda anlatılmıştı. Fatih döneminde bir esnaftan peynir alıyorlar. Zeytin de almak istediklerini söyleyince esnaf, “Komşum henüz siftah yapmadı, zeytini de ondan almanız mümkün mü?” diyor. Tabiî böyle bir topluluğa da İstanbul’u fethetmek nasip oluyor. Ayasofya’yla da, yaşadığımız ve eminim bundan sonra da yaşayacağımız pek çok güzelliğin bir ilişkisi var. Tabiî gönlümün bu hakikatini matematiksel olarak da ispatlamak isterim bir başka sefere...

Honduras’ta, Meksika’da, Bolivya’da veya dünyanın diğer yerlerinde işlenen cinayetlerin ve diğer suçların, yapılan haksızlıkların hesaplarının sorulacağı günlere de şâhit olmak istiyorum. Çünkü Ayasofya’nın açılışı bunun habercisi!

Ne diyelim, inşallah beraber yaşar ve o günü yaşadığımıza şükrederiz.