29
Mayıs 2020 tarihinde İstanbul’un Fethi’nin 567’nci yıldönümü münasebetiyle
Ayasofya’da Fetih Sûresi okunması ve Başkan Erdoğan’ın da bu tilâvete sûrenin
mealini okuyarak iştirak etmesi, Fatih ve fetih ikliminden bîvâye kalmış
canlarımıza can suyu gibi geldi.
Bana öyle geliyor ki, Fetih Sûresi aziz İstanbul’un hiçbir
mekânına bu kadar güzel yakışmazdı. Zira Fetih Sûresi, İstanbul’un Fethi
esnasında Osmanlı’nın Muhammedî ordusuna yaklaşmakta olan bir zafer müjdesi
olduğu gibi, o mübarek ordunun “Mehemmed” nam cihangir padişahına da hem bir
İlâhî zafer nefesi, hem de Peygamberî bir vaadin mükâfatı olmuştur.
Genç Padişah, “Ya
İstanbul beni alır ya da ben İstanbul’u” düsturu ile girdiği bu cihadın en
çetin yerinde bunalır gibi olunca, velâyet mumunu Muhammedî hakikatin nûrundan
tutuşturan bir velî olan hocası Akşemseddin’in Fetih Sûresi’ni âdeta bir muska
hâline getirip imanının boynuna astığı şu nasihatlerle tâze can bulur.
Fatih’in İstanbul’u almasını takiben, 1 Haziran 1453
tarihinde Ayasofya’da ilk Cuma namazı kılınır ve Ayasofya, o günden sonra biri
Fatih döneminde olmak üzere 4 minare ilâvesiyle cami hâline getirilir.
Cumhuriyet’in ilk sekiz yılında da cami olarak hizmet veren
Ayasofya, 1929 yılından itibaren Amerika’nın Boston şehrinde yerleşik olan
Bizans Enstitüsü’nün ilgi alanına girer.
Bu enstitünün müdürü olan Wittmore, Mustafa Kemal ile iyi
ilişkileri olan, o zamanki Ankara ABD Büyükelçisi Grev aracılığı ile 1929’da
Ayasofya Camii’nde sıvalar altında kalan Bizans dönemi fresklerini ortaya
çıkarmak için girişimde bulunur.
1923 yılında Lozan’a ABD temsilcisi olarak katılan Grev, hem
1919 Paris Konferansı’nda, hem de Lozan’da güya bizim tarafımızda bir tutum
izlemişmiş. Aynı zat, 1927-1932 yılları arasında ABD Ankara Büyükelçisi olarak
görev yapar. Bu dönemde Mustafa Kemal ile çok yakın ilişkiler kuran Büyükelçi,
Wittmore’un kendisine ulaştırdığı talebi Mustafa Kemal’e iletmekte gecikmez.
Büyükelçi’ye söz verilmiş olmalı ki, süreç içerisinde konunun ABD’deki enstitü
tarfından takibi yapılır ve konu, söz verme düzeyinde karara bağlanır.
1931’de Mustafa Kemal, dönemin Millî Eğitim Bakanı olan
Abidin Özmen’e 25 Nisan 1931’de yıldırım gibi şifahî bir emir vererek bakanlığa
aşağıdaki kararı aldırır ve 6 Temmuz 1931 tarihinde de bu karar yürürlüğe
girer:
“Amerika’da Boston
şehrinde kâin ‘The Byzantine Institute’ namındaki ilim müessesenin müdürü olan
Mr. T. Whittmore’ne İstanbul Müzesi’nde mütehassıs bir zatın nezaret ve
murakebesi altında Ayasofya Camii’nin sıvaları altında kalan muzayıkların
meydana çıkarılması ve tetkikat yapılmasına müsaade verilmesi Maarif Vekâleti’nin
27/4/931 tarih ve 962 tarihli içtimaında tasvip ve kabul olunmuştur.” (6/7/931.)
Bu
karara göre destekçisinin Rockfeller Vakfı (işin nereye gideceği bu vakfın
destekçi olmasından belli) olduğu Boston’da yerleşik Bizans Enstitüsü Müdürü Wittmore,
1931’de İstanbul’a gelerek işe başlar.
Ancak
işte bir tuhaflık vardır. Bu karar Türk kamuoyundan saklanır ve İstanbul
gazeteleri Ayasofya’ya yapılacak olan bu sanat kılıklı (!) operasyonu Amerikan
gazetelerinden öğrenirler.
Yukarıdaki
kararın kabulünden sonra sanat kılıklı tamirat ve tadilat bahanesiyle ibadete
kapatılan Ayasofya Camii’nin bu durumu, kamuoyunda birtakım aksülâmellere
sebebiyet verince, o günkü yönetim, basın aracılığı ile camiye zarar
verilmeyeceği ve bu işin çok güzel olacağı (lâf bir yerlerden tanıdık geliyor
sanki; Abdullah Gül’den mi duyduk, İmamoğlu’ndan mı, yoksa ikisinden birden mi)
gibi algılarla süreci kotarır.
Türk
kamoyu, o günlerde bu “İyi ve güzel olacak” algılarının altında bir Çapanoğlu
yattığını bilmediği için, Ayasofya’da dört yıl boyunca cambaz Wittmore’un
“Freske bak freske!” gösterisine odaklanır.
Kamuoyu
güzîde basınımızın algı ortaklığıyla freske bakarken, birdenbire dönemin Millî
Eğitim Bakanlığı’na dikte edilen ve aşağıda giriş kısmını verdiğimiz tezkere
ile karşılaşır:
“Maarif Vekilliği’nden
yazılan 14/II/934 tarih ve 94041 sayılı tezkerede; eşsiz bir mimarlık sanat
abidesi olan İstanbul’daki Ayasofya Camii’nin tarihî vaziyeti itibarile müzeye
çevrilmesi bütün Şark âlemini sevindireceği ve insanlığa yeni bir ilim
müessesesi kazandıracağı cihetle bunun müzeye çevrilmesi…”
Allah
Allah! Dört yıl boyunca Amerikalının işini bitirip gitmesini ve camiin kadim
kapılarının bize açılmasını beklerken, Fatih’in emaneti olan cami, buhar olup
göğe çekilmesin mi? Ama ne müjde (!) ile... Bu umûmî müjdeye göre müzeye
dönüştürüleceği ferman buyurulan Ayasofya Camii’nin bu dönüşümü, sadece bizi
sevindirmeyecek, bütün Şark âlemini de şâduman edecektir(!). Üstelik bu sevinç
öyle kuru kuruya bir sevinç de değildir. Bu dönüşümden insanlık da nasibini
alacak ve yepyeni bir ilim müessesi kazanacaktır.
İşte
Şark âleminin 1934 tarihinden beri sevinçten ağzının kulağına varması ve
insanlığın bu camiinin müze olmasından sonra gırtlağına kadar tıka basa ilimle
dolmasının nedeni bu teşebbüstür(!).
Sen
aklımıza mukayyet ol Ya Rab!
Bir
maskeli balodan kurtulduk
Hakikatte
ise Fatih Sultan Mehmed Han’ı kabrinde dört döndüren ve ak sakallı Akşemseddin
Hazretlerine kabir azabı olan bu karar ile Fatih’in yaptığı kabalıktan dolayı
medenî dünyadan (!) (kim bilir ne gizli sözlerin bedeli olarak) özür dileniyor
ve Cumhuriyetimizi kuran bağımsız karakterimizin lâftan ibaret olduğu hiç mi
hiç belli olmuyordu.
Efendim,
aslında mesele karakterimiz olan bağımsızlıkla alâkalı değildi. Mesele gözü kör
olası yokluktu. “On yılda her yaştan on milyon genci yaratan ve yurdu dört bir
baştan demir ağlarla ören” Cumhuriyetimiz, siz bu şiiri yazan densiz şairin
gazına gelmeyin, elim ve vahim bir yokluk içinde idi. Öyle ki, o canım Ayasofya
Camii’nin bakım masraflarını karşılayacak sıhhatli bir bütçemiz yoktu.
Yokluk
bir yana, 1934 yılında Mussolini denen çılgın herif, Türkiye’yi işgal etmekten
bahsetmiş, daha 14 yıl önce en zayıf ânında yedi düvele dünyayı dar eden
ülkemiz, nedeni bir türlü anlaşılmayan tuhaf bir korkuya kapılarak
Yunanistan’ın başat olduğu Balkan Paktı’na girmek ve pakta kabulümüzün iyi
niyet göstergesi olmak üzere Ayasofya’yı müze yapmamızın Yunanistan’ı mutlu
edeceği nezaketini göstermiştir.
Oysa
biz Yunanistan’ı denize döktüğümüzü sanıyorduk; herifler ne ara denizden çıkıp
bu kadar güçlü hâle gelmişler ki bir de bizden anlaşma karşılığında ödün bekler
olmuşlar, anlayan beri gelsin!
Paşamız
1934 yılında parasızlık yüzünden “Ayasofya’ya
bakacak durumda değiliz” dedi ya, lâfı ortada mı kalacak, onu hemen çarıklı
erkân-ı harp Celâl Bayar’ın desteklemesi lâzımdır.
Bayar’ı
dinleyelim:
“1934
yılı Türkiye’nin İtalyan tehdidine karşı Balkan ülkeleri ile birlikte bir pakt
kurma çalışmalarının olduğu yıldır. Bu çerçevede Atina’ya giden Celâl Bayar’a
Yunan Başbakanı, Türkiye’nin bu pakta dâhil olması için bir jest yapmasının
kamuoyunu ikna etmek için önemli bir fayda sağlayacağını ifade etmiştir. Bu
jest ise, Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi idi.
Yunan
başbakanın Ayasofya konusu ile ilgili ifadelerini Atatürk’e aktaran Celâl
Bayar’a şöyle bir karşılık almıştır: ‘Az önce Vakıflar Genel Müdürü buradaydı.
Ayasofya Camii’ni tamir edecek para bulamıyorlar. Bugünkü hâli ile harap ve
bakımsız. Hattâ mezbelelik…
Ayasofya’yı
müze yapsak, hem harabiyetten kurtarsak, hem Yunanlılara bir jest yapsak,
Balkan Paktı’nı kurtarabilir miyiz?
Öyleyse
yapalım.’”
Öyle
de oldu…
1
Şubat 1935’te Ayasofya müze olarak açılınca, bu hayırlı (!) işin dört büyük
faydası görüldü.
Bütün
Şark yani İslâm dünyası sevince boğuldu(!).
İnsanlık
büyük bir bilimsel kurum kazandı(!).
Cumhuriyetimiz,
kilise eskisi bir camiin tamiri için sağdan soldan para dilenmek derdinden
kurtuldu.
Balkan
Paktı diye caydırıcı (!) (ne gülüyorsunuz, bir zamanlar öyleydi ama) bir pakta
girerek Mussolini denen faşist adamın tehditlerinden kurtulduk.
Nihâyet
85 yıllık bu maskeli balodan sonra, ata yadigârı camide, 29 Mayıs 2020’de Fetih
Sûresi okuttuk. Okuyana değil, Okutturana bakmalı, vesselâm...