Ayasofya Ulu Cami’de bekledim

Ayasofya’nın taşları özlemiş bu sesi; duvarları yeniden cana geldi, yeniden bir can suyu yürüdü Ayasofya’nın bin beş yüzyıllık duvarlarına. Şükretti kendi lîsanı ile taşlar, bahçesindeki ağaçlar… Ebabil misâli kuşlar... Eğildi secdeye muştu ile Müslümanlar...

YEDİ saat güneşin altında bekledim. Astımdan dolayı bir ara fenalaştım; kalbimdeki heyecan ile aklımdaki bilgiye vücûdumun takati yetmese de bekledim. Mekke’de yetmiş yaşına kadar elli yıl nöbet tutan Hasan Onbaşı geldi aklıma, bekledim. Çekirge yiyip Medîne’yi terk etmeyen Fahreddin Paşa ve askerleri geldi aklıma, bekledim. Yavuz Sultan Selim ile kızgın çölü geçen ceyşü’l-mübarek geldi aklıma, bekledim. Kendimi, bir günlük nöbet tutan asker ilân ettim, bekledim…

Bursa’dan gelmiştim, bu beklemek ne ki? Covid-19 varmış, ne ki? Kalabalıkmış, hastalıkmış ne ki? “Biz bu yolda ölmeye şehitlik deriz bre şehitlik” dedim, bekledim.

Güneş beynimin içine işledi. “Rukiye! Dedelerin burada ezanlar okunsun diye kolunu bacağını bıraktı, sakat oldu, canını verdi, şehâdet şerbeti içip şehit oldu, şimdi güneş var diye mi sızlanacaksın?” dedim, bekledim. Sonra Ayasofya minarelerinden salâlar ve ezanlar başlayınca, artık sevinçten ne kendimi hissettim, ne güneşi. “Rûhum neşve içinde iken bedenim muazzep olsa ne gam! Yıllardır rûhum muazzepti, şimdi şükür zamanı!” dedim, bekledim. Ne kutlu bekleyiş!  İçim içime sığmıyordu; sanki gökyüzü gülüyor, ağaçlar zikrediyor, tüm kâinat şükrediyordu…

Salâlar ve ezanlar…

Kendimi tutamayıp, “İstanbul! Yeniden fetholundun bugün İstanbul! Melekler tavaf ediyor seni bugün” diye bağırdım. Sevincinden ağlayan dedeleri gördüm, şükreden dillerdeki neşeyi gördüm… Dün seni bambaşka gördüm İstanbul!

Ben, dün sana misafirdim; yıllardır sana ziyarete gelir, Ayasofya’nın bahçesinde ağlar, giderdim. Hatırlarım; bir keresinde, yıllar önce hani, seni müze yapan kuklalar var ya, onların çubuklarını ellerinde tutanların ayin yaptıklarına şâhit olmuştum. Diz kırmıştı biri; ellerini çenesinin altında birleştirmiş, duâ ediyordu diğeri ve ayaktaki, istavroz çıkarıp onun başına elini koymuştu. Yaklaşık on on beş kişi kadarlardı, toplu ayin yapıyorlardı ama ben namaz kılamıyordum. Kendi yurdumda, kendi camimde namaz kılamıyordum! Çok ağlamış, boğazım düğüm düğüm olmuştu. İstanbul’u fetheden Fatih onca şehidi bunun için mi vermişti? Sular kezzap olmuştu, gökyüzü girdap… Kendimi Sultan Ahmed Cami-i Şerîfi’ne atıp secde secde teselli olmaya çalışmıştım.

Ve 24 Temmuz 2020… Şu an… Şu an minarelerin mânâsı olan ezanlar ve salâlar yükseliyor göklere, çiçek çiçek İslâm’ın sadâsı yükseliyor…

Salâlar ve ezanlar…

Ayasofya’nın taşları özlemiş bu sesi; duvarları yeniden cana geldi, yeniden bir can suyu yürüdü Ayasofya’nın bin beş yüzyıllık duvarlarına. Şükretti kendi lîsanı ile taşlar, bahçesindeki ağaçlar… Ebabil misâli kuşlar... Eğildi secdeye muştu ile Müslümanlar... Eridi güneş, iki büklüm oldu dağlar... Güldü bütün secdesiz kalan mekânlar. Allah’ım, ben de şâhit oldum, ezan okundu, secde secde yeşillendi Cumalar!

Oradaydım. Bir avuç pirinçten bir tane oldum, bekledim. “Bir avuç topraktan bir zerre olayım” dedim, bekledim. “Ayasofya’yı cami olarak görmeye ömrümüz vefâ etmez zannederdim ama müşâhit olma şerefine nail olduk” dedim, bekledim.

Aslında Kültür Ajanda dergisi için, kendi alanım olması hasebiyle Ayasofya’nın tarihini yazacaktım. Milât sonrası 500’lü yıllarda  Birinci Iustinianus, Hıristiyan oldu ve o zamanın en büyük bazilikasını yaptırmıştı. Sonra Nika İsyanı’nda tahrip olan Ayasofya’yı yine 535’lerde Birinci Justinianus’un tamir ettirdiğinden falan bahsedecektim. Lâkin yaşadığım yoğun coşku, Ayasofya hakkında kuru tarihî bilgi vermeme engel oldu. Tarihleri robot gibi ezberlemek marifet değildir, fetih ruhunu ve dedelerimizin şehit olma aşkını anlamamız marifettir.

Beş yüz yıldır cami olan Ayasofya’ya ayakkabıyla, yarı çıplak giriliyor ve ayin yapılıyordu. Papa gelip tapınmıştı, içimiz kan ağlıyordu. “Biz sizin kilisenizi ahır yapmadık, cami yapıp şereflendirdik, siz bizim camilerimizi ahır yapmıştınız, unutmadık” diyerek bekledim.

“Ayasofya Ulu Cami” başlığını şunun için belirledim: Bizim ulu camilerimiz sadece ibâdethâne değillerdir. Ulu cami, her şehrin merkezinde, devlet erkânının gelip önemli kararlar aldığı, şeyhü’l-İslâmlara buyruklarının İslâm’a uygun olup olmadığını danıştığı mekânlardır. Ayasofya da Hıristiyanlar için bir bakıma öyleydi. Yazımda da bu tarihî bilgilerden bahsedecektim. Ayasofya, cami oldu ve içim içime öyle sığmıyor ki, “Bilgiye her yerde ulaşılır” diyerek, yaşadığım lahutî havayı yazmak istedim. Zaten, “Ayasofya, gemileri çeken kutlu askerin ezan için kanını akıttığı İslâm toprağının asude remzidir” dedim, bekledim.  

Nasıl coşkuluydu Ayasofya’ya namaza gelenler! Sıcak bir Temmuz gününde Mekke’yi fethedenler gibi girdik Ayasofya’nın bağrına…

Ayasofya’m! Hastalar serumlarını çıkarıp geldi; ne virüs, ne can… İslâm uğruna, ezan yoluna, kurban binlerce can!

Biz artık sessiz çoğunluk değiliz; ezanımız, salâmız, Ayasofya’mız var. İçimizdeki gayr-i Müslimlerin nasıl da zoruna gitti! Ayasofya’nın kilise olması, bu toprakların Hıristiyan; müze olması bu toprakların dinsiz; cami olması ise bu toprakların İslâm toprağı olduğunun remzidir.

“Ayasofya’nın cami oluşu hayırlı olsun” diyorlar. Yahu zaten bu en büyük hayırlı muştu, bundan büyük hayır olur mu? “Hayrı daim kaim olsun” diyelim. “İstanbul’u fetheden komutan, ne güzel komutandır” hadîs-i şerîfinin övgüsüne sen de mazhar oldun “Tayyib” insan Erdoğan, şâhidiz! Sağ yanına Alparslan’ı, sol yanına deden Fatih Sultan Mehmed’i mi aldın, onlardaki yürek ve bilek sana mı tevârüs ettin de hepsinin rûhunu böyle şâd ettin?

Ey yedi kat semadakiler! Ey yeryüzündeki bütün hilkat! Ey bütün kâinat! Ey çiçek çiçek açan toprak! Ey yağmur yağmur gökyüzü! Ey Müslümanlar! Duyun, işitin, Ayasofya tekrar İslâm’ın kutlu beldesi Türkiye’nin oldu, Müslümanların oldu. Üstad Necip Fazıl’ın dediğin oldu, Ayasofya açıldı, Sakarya ayağa kalktı. Üstad Kadir Mısıroğlu’nun duâsı gerçekleşti, Ayasofya açıldı, keşke görseydi!

Dedem Fatih Sultan Mehmed, buyruğun üzere cami yapılan fethin simgesini yıllardır namazdan mahrum etmişlerdi, rûhun muazzep olmasın, yine secde secde yeşerecek.

Ey Ak Şemseddin, Bizans ellerinin oyunları bozuluyor! Ey Bediuzzaman, en gür sadâ İslâm’ın oluyor! Ey muazzez Zahit Kotku, işitin, zikriniz, duânız mucîb oldu! Ey Süleyman Hilmi, Ey dinin yıldızı Necmeddin Erbakan, duyun, işitin, ruhlarınız müsterih olsun! Onca zaman beklediniz, mücadele ettiniz, Ayasofya’ya ağıtlar dizdiniz. Mahzun Ayasofya artık açıldı. Ayasofya açıldı! Fethin sembolü açıldı. Mahzun değil artık Ayasofya. İstanbul’un yakasında bir mağrur, bir asil, bir cami o!

Vur Mehteran, vur!

Zafer marşı en çok bugüne yaraşır!/ Küffaroğlu yas ilân etmiş bugünü./ Ayasofya’m nurlandı, ezanlar renklendirdi yeri göğü,/ Bayram bize!/ Mehteran’ın kösü patlasın, vur ki düşman çatlasın!/ Cuşaa geldi melekler/ Vur Mehteran’ım vur!/ Fetih için yeniden dirildi şehitler./ Payitaht artık bizim;/ Bu nasıl muştu, içime sığmıyor içim!/ Ömür vefâ etmez sanırdım./ ‘Dedelerimin rûhu muazzep’ der, ağlardım./ Dünya gözü ile gördüm, Ayasofya’da ezan okundu./ Sadâsı bütün dünyadan duyuldu./ Vur bitmemiş Fatih’in nesli,/ Vallahi küffarın kesildi kirli nefesi!/ Vur Mehtaran’ım Fetih Marşı’nı!/ Vur, titret yedi göğü, yedi arşı!/ Elinde kılıç, minber mânâ buldu./ Şahlandı çilekeş Anadolu./ Vur gardaşım vur! Fetih günü bugün…/ Ezanlarımı susturanların sustuğu gün…/ İnna fetehna fethan mübina/ Ve gariba… (Rukiye Yıldız)