DÜRÜSTÇE söylemek
gerekirse, “Ayasofya içinde olamasam bile,
yeter ki o atmosferde olayım da varsın çakılın, toprağın üstünde kılayım”
niyetindeydim.
Hem
talebimi, hem de niyetimi ilgili arkadaşlarımıza ilettim. “Sağ olsunlar,
yakından ilgilendiler, bir sözümüzü ikiletmediler” diyebilirim.
Bu
süreçte gözlemlediğim güzellikler bu kadarla sınırlı değil. Yazının sonunda bu
güzelliklerle Ayasofya’nın açılışı ilişkisine dair yorumumu aktaracağım, fakat
Ayasofya öncesinde, esnasında ve sonrasında yaşadıklarımı birkaç cümleyle
anlatayım…
O
Cuma yani büyük gün, sabah oldukça dinç ve zinde kalktım. Kendimi acayip iyi
hissediyordum! Hemen duşumu aldım, takım elbisemi giydim; anlayacağınız gibi,
güzel bir şekilde hazırlandım. Öncesindeki toplantıma gitmek üzere şoför
arkadaşımızla beraber yola çıktık. Şoförde ne kızma, ne kavga, ne kötü bir söz…
Hayatından gayet memnun… Toplantı da bir o kadar güzeldi. En kritik aşaması
pazarlık olduğu hâlde o bile 2 dakika sürmedi.
Toplantıya
katılan bir arkadaşımın yeni ev alması sebebiyle kutlama falan da yaptık. Her
şey o kadar yolundaydı ki başka zaman olsa şaşkınlıktan baygınlık geçirirdim
herhâlde. Yazının sonunda bahsedeceğim husustan dolayı şaşırmıyorum tabiî…
Her
şeyin iyi olmasını, hattâ daha iyi olmasını bekliyorum… Bu düşünceler
içerisindeyken Cumhurbaşkanlığı’ndan aradılar. Davetiyenin ulaşmama ihtimâline
karşı telefonla da bildirmek istediklerini söylediler. Birkaç dakika geçti geçmedi,
Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan da benzer içerikte bir telefon aldım. Keyfimiz
yerinde, Ayasofya için yola koyulduk…
İlk
iki güvenlik noktasını geçtik ama üçüncüde takıldık. İki kurumdan aranıp davet
edilmemize rağmen listelerde ismimiz yoktu. Ben de telefonla görüştüğüm
kişilerin ne telefonunu, ne isimlerini, ne de bölümlerini aldım. Ne olacak
şimdi?!
“Ayasofya
öncesi günler gibi oluyor” derken Cumhurbaşkanlığı’nı ümitsizce aramayı deneme
fikri aklıma geldi ve aradım. Çıkan kişiye merâmımı anlattım ama “Adamcağız binlerce insanın arasından beni
arayanı nasıl bulacak?” gibi, içimde ümitsizliğe yakın duygular vardı.
Görevli, “Bir araştırıp size bilgi vereyim” dedi.
Aradı.
“Siz güvenlik noktasına doğru gidin, biz
onlara bilgi verelim” dedi. Telefonu kapattım, bu sefer de hangi güvenlik
noktasına gideceğimizi bilememenin meydana getirdiği duyguyla en yakındaki
güvenlik noktasına vardık. Meğer onlara da bilgi gelmiş. Coşku duygusuyla en
son güvenlik noktasına vardık. Orada öğrendiğimiz bir mecburiyet, ne yalan
söyleyeyim, “Bu iş buraya kadarmış, nasip
değilmiş” dedirtti. Öğrendiğimiz mecburiyet şuydu: Meğer Covid-19 testi
yaptırmamız gerekiyormuş…
Oradaki
ekipler bize bir araba ayarladılar, sağlık çalışanlarının gayretiyle Sayın
Cumhurbaşkanımızın sağlık aracında hızlıca iki sürüntü aldılar. Saate bakmaya
korkar bir hâlde beklerken ezan vakti geldi çattı. Ne var ki, ezan da henüz
okunmamıştı. Tam bu sırada testlerimizin negatif olduğunu öğrendik. Öğrenir
öğrenmez Ayasofya’ya koştuk…
Ayakkabılarımızı
çıkarıp halıya bastığımız anda ezan başladı. Ama ne ezan! Sonsuza kadar sürse
yüreklerdeki coşkunun yine azalmayacağı bir güzellikte… Yürekler kabarıyor,
içimiz içimize sığmıyor... Mübarek ezan, ezan değil, bir deklarasyon! Özlemi,
kavuşmayı, merhameti, sevgiyi, muhabbeti, adaleti, vefâyı anlatan bir ezan… Âdeta
dünyadaki mazlumlara, “Bugün zulmün
bitişinin başladığı gündür” mesajını veren bir ezan...
Zemini
ayaklarımla çaktırmadan bir yokladım. Kâğıt yapıştırmışlar. Sanırım sosyal
mesafe içindi. İyi de, şimdi ben kâğıdın üstünde mi, yanında mı namaza
duracağım? Sosyal mesafeden dolayı yanımda da kimse yok, nasıl öğreneceğimi
bilemedim. Politik bir çözümle biraz kâğıdın üstünde, biraz da halının üstünde
olacak şekilde oturdum. Kafama yine bir şey takıldı: “Kıble neresi?”
Haberlerde
rastladığım bilgiyi hatırladım: Halının tüyleri özel bir işlemle kıble yönünde
yatırılmış. Elimle bir kontrol ettim, hakikaten de öyle! Kör birinin de kıbleyi
bulmasını kolaylaştıracak güzellikler…
Cuma
sonrası arkadaşları ziyarete gittik. Söz sözü açtı. Son derece ağırbaşlı,
kendisi için bir şey talep ettiğine rastlamadığım, hattâ hakkı olan birçok
şeyden feragat edebilen bir dostumuzun, bürokratik bir meselenin hâlli için üç
yıldan beri mücadele edip de nihâyet çözdüğünü öğrenince kafamdaki Ayasofya’nın
tekrar açılışının hikmetlerinin tamamlandığını hissettim.
Sohbet
esnasında konuşulan diğer konular, paylaşılan vizyonlar şunu gösteriyordu:
Ayasofya’nın açılabilmesi için şartlar oluşmuş.
Başta
söylediğim, “bu güzelliklerle Ayasofya’nın açılışının ilişkisi” meselesine
gelirsek…
Daha
önceki yazıda da ifade ettiğim gibi, “Ayasofya bir anlamdır”. Peki bu anlam ne?
Bize
ilkokulda anlatılmıştı. Fatih döneminde bir esnaftan peynir alıyorlar. Zeytin
de almak istediklerini söyleyince esnaf, “Komşum
henüz siftah yapmadı, zeytini de ondan almanız mümkün mü?” diyor. Tabiî
böyle bir topluluğa da İstanbul’u fethetmek nasip oluyor. Ayasofya’yla da,
yaşadığımız ve eminim bundan sonra da yaşayacağımız pek çok güzelliğin bir
ilişkisi var. Tabiî gönlümün bu hakikatini matematiksel olarak da ispatlamak
isterim bir başka sefere...
Honduras’ta,
Meksika’da, Bolivya’da veya dünyanın diğer yerlerinde işlenen cinayetlerin ve
diğer suçların, yapılan haksızlıkların hesaplarının sorulacağı günlere de şâhit
olmak istiyorum. Çünkü Ayasofya’nın açılışı bunun habercisi!
Ne diyelim, inşallah beraber yaşar ve o günü yaşadığımıza şükrederiz.