Ayasofya’da Fetih Sûresi

1934 yılında Mussolini denen çılgın herif, Türkiye’yi işgal etmekten bahsetmiş, daha 14 yıl önce en zayıf ânında yedi düvele dünyayı dar eden ülkemiz, nedeni bir türlü anlaşılmayan tuhaf bir korkuya kapılarak Yunanistan’ın başat olduğu Balkan Paktı’na girmek ve pakta kabulümüzün iyi niyet göstergesi olmak üzere Ayasofya’yı müze yapmamızın Yunanistan’ı mutlu edeceği nezaketini göstermiştir…

29 Mayıs 2020 tarihinde İstanbul’un Fethi’nin 567’nci yıldönümü münasebetiyle Ayasofya’da Fetih Sûresi okunması ve Başkan Erdoğan’ın da bu tilâvete sûrenin mealini okuyarak iştirak etmesi, Fatih ve fetih ikliminden bîvâye kalmış canlarımıza can suyu gibi geldi.

Bana öyle geliyor ki, Fetih Sûresi aziz İstanbul’un hiçbir mekânına bu kadar güzel yakışmazdı. Zira Fetih Sûresi, İstanbul’un Fethi esnasında Osmanlı’nın Muhammedî ordusuna yaklaşmakta olan bir zafer müjdesi olduğu gibi, o mübarek ordunun “Mehemmed” nam cihangir padişahına da hem bir İlâhî zafer nefesi, hem de Peygamberî bir vaadin mükâfatı olmuştur.

Genç Padişah, “Ya İstanbul beni alır ya da ben İstanbul’u” düsturu ile girdiği bu cihadın en çetin yerinde bunalır gibi olunca, velâyet mumunu Muhammedî hakikatin nûrundan tutuşturan bir velî olan hocası Akşemseddin’in Fetih Sûresi’ni âdeta bir muska hâline getirip imanının boynuna astığı şu nasihatlerle tâze can bulur.

Fatih’in İstanbul’u almasını takiben, 1 Haziran 1453 tarihinde Ayasofya’da ilk Cuma namazı kılınır ve Ayasofya, o günden sonra biri Fatih döneminde olmak üzere 4 minare ilâvesiyle cami hâline getirilir.

Cumhuriyet’in ilk sekiz yılında da cami olarak hizmet veren Ayasofya, 1929 yılından itibaren Amerika’nın Boston şehrinde yerleşik olan Bizans Enstitüsü’nün ilgi alanına girer.

Bu enstitünün müdürü olan Wittmore, Mustafa Kemal ile iyi ilişkileri olan, o zamanki Ankara ABD Büyükelçisi Grev aracılığı ile 1929’da Ayasofya Camii’nde sıvalar altında kalan Bizans dönemi fresklerini ortaya çıkarmak için girişimde bulunur.

1923 yılında Lozan’a ABD temsilcisi olarak katılan Grev, hem 1919 Paris Konferansı’nda, hem de Lozan’da güya bizim tarafımızda bir tutum izlemişmiş. Aynı zat, 1927-1932 yılları arasında ABD Ankara Büyükelçisi olarak görev yapar. Bu dönemde Mustafa Kemal ile çok yakın ilişkiler kuran Büyükelçi, Wittmore’un kendisine ulaştırdığı talebi Mustafa Kemal’e iletmekte gecikmez. Büyükelçi’ye söz verilmiş olmalı ki, süreç içerisinde konunun ABD’deki enstitü tarfından takibi yapılır ve konu, söz verme düzeyinde karara bağlanır.

1931’de Mustafa Kemal, dönemin Millî Eğitim Bakanı olan Abidin Özmen’e 25 Nisan 1931’de yıldırım gibi şifahî bir emir vererek bakanlığa aşağıdaki kararı aldırır ve 6 Temmuz 1931 tarihinde de bu karar yürürlüğe girer:

“Amerika’da Boston şehrinde kâin ‘The Byzantine Institute’ namındaki ilim müessesenin müdürü olan Mr. T. Whittmore’ne İstanbul Müzesi’nde mütehassıs bir zatın nezaret ve murakebesi altında Ayasofya Camii’nin sıvaları altında kalan muzayıkların meydana çıkarılması ve tetkikat yapılmasına müsaade verilmesi Maarif Vekâleti’nin 27/4/931 tarih ve 962 tarihli içtimaında tasvip ve kabul olunmuştur.” (6/7/931.)

Bu karara göre destekçisinin Rockfeller Vakfı (işin nereye gideceği bu vakfın destekçi olmasından belli) olduğu Boston’da yerleşik Bizans Enstitüsü Müdürü Wittmore, 1931’de İstanbul’a gelerek işe başlar.

Ancak işte bir tuhaflık vardır. Bu karar Türk kamuoyundan saklanır ve İstanbul gazeteleri Ayasofya’ya yapılacak olan bu sanat kılıklı (!) operasyonu Amerikan gazetelerinden öğrenirler.

Yukarıdaki kararın kabulünden sonra sanat kılıklı tamirat ve tadilat bahanesiyle ibadete kapatılan Ayasofya Camii’nin bu durumu, kamuoyunda birtakım aksülâmellere sebebiyet verince, o günkü yönetim, basın aracılığı ile camiye zarar verilmeyeceği ve bu işin çok güzel olacağı (lâf bir yerlerden tanıdık geliyor sanki; Abdullah Gül’den mi duyduk, İmamoğlu’ndan mı, yoksa ikisinden birden mi) gibi algılarla süreci kotarır.

Türk kamoyu, o günlerde bu “İyi ve güzel olacak” algılarının altında bir Çapanoğlu yattığını bilmediği için, Ayasofya’da dört yıl boyunca cambaz Wittmore’un “Freske bak freske!” gösterisine odaklanır.

Kamuoyu güzîde basınımızın algı ortaklığıyla freske bakarken, birdenbire dönemin Millî Eğitim Bakanlığı’na dikte edilen ve aşağıda giriş kısmını verdiğimiz tezkere ile karşılaşır:

“Maarif Vekilliği’nden yazılan 14/II/934 tarih ve 94041 sayılı tezkerede; eşsiz bir mimarlık sanat abidesi olan İstanbul’daki Ayasofya Camii’nin tarihî vaziyeti itibarile müzeye çevrilmesi bütün Şark âlemini sevindireceği ve insanlığa yeni bir ilim müessesesi kazandıracağı cihetle bunun müzeye çevrilmesi…”

Allah Allah! Dört yıl boyunca Amerikalının işini bitirip gitmesini ve camiin kadim kapılarının bize açılmasını beklerken, Fatih’in emaneti olan cami, buhar olup göğe çekilmesin mi? Ama ne müjde (!) ile... Bu umûmî müjdeye göre müzeye dönüştürüleceği ferman buyurulan Ayasofya Camii’nin bu dönüşümü, sadece bizi sevindirmeyecek, bütün Şark âlemini de şâduman edecektir(!). Üstelik bu sevinç öyle kuru kuruya bir sevinç de değildir. Bu dönüşümden insanlık da nasibini alacak ve yepyeni bir ilim müessesi kazanacaktır.

İşte Şark âleminin 1934 tarihinden beri sevinçten ağzının kulağına varması ve insanlığın bu camiinin müze olmasından sonra gırtlağına kadar tıka basa ilimle dolmasının nedeni bu teşebbüstür(!).

Sen aklımıza mukayyet ol Ya Rab!

Bir maskeli balodan kurtulduk

Hakikatte ise Fatih Sultan Mehmed Han’ı kabrinde dört döndüren ve ak sakallı Akşemseddin Hazretlerine kabir azabı olan bu karar ile Fatih’in yaptığı kabalıktan dolayı medenî dünyadan (!) (kim bilir ne gizli sözlerin bedeli olarak) özür dileniyor ve Cumhuriyetimizi kuran bağımsız karakterimizin lâftan ibaret olduğu hiç mi hiç belli olmuyordu.

Efendim, aslında mesele karakterimiz olan bağımsızlıkla alâkalı değildi. Mesele gözü kör olası yokluktu. “On yılda her yaştan on milyon genci yaratan ve yurdu dört bir baştan demir ağlarla ören” Cumhuriyetimiz, siz bu şiiri yazan densiz şairin gazına gelmeyin, elim ve vahim bir yokluk içinde idi. Öyle ki, o canım Ayasofya Camii’nin bakım masraflarını karşılayacak sıhhatli bir bütçemiz yoktu.

Yokluk bir yana, 1934 yılında Mussolini denen çılgın herif, Türkiye’yi işgal etmekten bahsetmiş, daha 14 yıl önce en zayıf ânında yedi düvele dünyayı dar eden ülkemiz, nedeni bir türlü anlaşılmayan tuhaf bir korkuya kapılarak Yunanistan’ın başat olduğu Balkan Paktı’na girmek ve pakta kabulümüzün iyi niyet göstergesi olmak üzere Ayasofya’yı müze yapmamızın Yunanistan’ı mutlu edeceği nezaketini göstermiştir.

Oysa biz Yunanistan’ı denize döktüğümüzü sanıyorduk; herifler ne ara denizden çıkıp bu kadar güçlü hâle gelmişler ki bir de bizden anlaşma karşılığında ödün bekler olmuşlar, anlayan beri gelsin!

Paşamız 1934 yılında parasızlık yüzünden “Ayasofya’ya bakacak durumda değiliz” dedi ya, lâfı ortada mı kalacak, onu hemen çarıklı erkân-ı harp Celâl Bayar’ın desteklemesi lâzımdır.

Bayar’ı dinleyelim:

“1934 yılı Türkiye’nin İtalyan tehdidine karşı Balkan ülkeleri ile birlikte bir pakt kurma çalışmalarının olduğu yıldır. Bu çerçevede Atina’ya giden Celâl Bayar’a Yunan Başbakanı, Türkiye’nin bu pakta dâhil olması için bir jest yapmasının kamuoyunu ikna etmek için önemli bir fayda sağlayacağını ifade etmiştir. Bu jest ise, Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi idi.

Yunan başbakanın Ayasofya konusu ile ilgili ifadelerini Atatürk’e aktaran Celâl Bayar’a şöyle bir karşılık almıştır: ‘Az önce Vakıflar Genel Müdürü buradaydı. Ayasofya Camii’ni tamir edecek para bulamıyorlar. Bugünkü hâli ile harap ve bakımsız. Hattâ mezbelelik…

Ayasofya’yı müze yapsak, hem harabiyetten kurtarsak, hem Yunanlılara bir jest yapsak, Balkan Paktı’nı kurtarabilir miyiz?

Öyleyse yapalım.’” 

Öyle de oldu…

1 Şubat 1935’te Ayasofya müze olarak açılınca, bu hayırlı (!) işin dört büyük faydası görüldü.

Bütün Şark yani İslâm dünyası sevince boğuldu(!).

İnsanlık büyük bir bilimsel kurum kazandı(!).

Cumhuriyetimiz, kilise eskisi bir camiin tamiri için sağdan soldan para dilenmek derdinden kurtuldu.

Balkan Paktı diye caydırıcı (!) (ne gülüyorsunuz, bir zamanlar öyleydi ama) bir pakta girerek Mussolini denen faşist adamın tehditlerinden kurtulduk.

Nihâyet 85 yıllık bu maskeli balodan sonra, ata yadigârı camide, 29 Mayıs 2020’de Fetih Sûresi okuttuk. Okuyana değil, Okutturana bakmalı, vesselâm...