TARİH boyunca Osmanlı,
fethettiği topraklarda gayr-i Müslimlerin hayat ve ibadetlerine müdahale
etmediği gibi, ibadethanelerine de pek dokunmamış, hattâ yenilerinin
yapılmasına da mâni olmamıştır. Ancak İstanbul, Bizans kiliselerinin çoğunun
camiye çevrilmesi konusunda istisnadır.
Bugün
İstanbul dâhil, yurdun hemen her yerinde tarihî kilise ve sinagogların
bulunmasından bunu gayet net anlayabiliyoruz. Bunların içinde dinî
faaliyetlerine devam edenlerin olduğunu da biliyoruz. O hâlde Ayasofya’nın
camiye çevrilmesinde bir husûmet ve inanç özgürlüğüne müdahale aramak doğru
olmaz.
Ayasofya’nın
kilise olarak kullanılması talebinin yanında nüfus açısından buna ihtiyaç da
olmadığına göre, bugün yapılması gereken ya müze olarak korunması ya da nüfusun
çoğunluğunun inancı göz önüne alınarak cami olarak ibadete açılmasıdır.
Halkın
çoğunluğunun inancı gereği olan talep de göz ardı edilemez elbette.
İktidarlar
bunun için vardır aslında…
İşte
Ayasofya’nın yeniden İslâm’a hizmet etmesi için yapılan hazırlıklar da bu
yüzden zarurîdir!
Neden
Ayasofya?
İstanbul’da,
Bizans dönemine ait 10-15 kilise Osmanlı döneminde camiye çevrilmiş olduğu hâlde
sadece Ayasofya için yaygara koparılıyor. Ona yakın tarihlerde yapılmış olan
diğer büyük ve tarihî kiliseler görmezden geliniyor. Peki, Ayasofya neden bu
kadar önemli?
“Ey
Süleyman, seni yendim!”… Bizans İmparatoru Jüstinyen, üçüncü defa inşâ edilen
Ayasofya’nın açılış konuşmasında kullanmış bu ifadeyi. O zamana kadar bilinen
en büyük tapınak olan Süleyman Tapınağı’ndan daha büyük bir katedral yapmış
olmanın gururudur bunu söyleten.
537
yılının sonlarında biten ve yaklaşık 15 asırdır ayakta duran bu ibadethane, ona
sahip olanın gurur duyduğu bir yapı olmuştur sürekli. Neredeyse bin yıl boyunca
dünyanın en büyük ibadethanesi olarak kalan Ayasofya, hükümdarların taç giyme
ve zafer törenleri ile bir kudret sembolü hâline gelmiştir.
Zaman
içinde birtakım kutsal hazînelerin de bu yapının içinde muhafaza edildiği ve hâlen
bazılarının burada bulunduğu iddiaları da Ayasofya’nın önemini arttırmıştır.
Bu
arada Ayasofya, Bizans’ın Hıristiyan şeriatını benimseyen devlet yapısının da
sembolü olmuştur. Tâ ki, 29 Mayıs 1453’e kadar…
Aslında
şehrin ilk camii değil Ayasofya. Daha 1200’lerde Müslümanların da şehre giriş
çıkışları yoğunlaştığı için İstanbul’da cami olduğu biliniyor. Ancak merkezî
konumu, büyüklüğü ve fethin azâmetini gösterdiği için, müjdelenmiş fethin
müjdelenmiş komutanı Fatih Sultan Mehmed Han, şehri aldığı gün girdi
Ayasofya’ya. İlk Cuma gününe sadece üç gün vardı.
Bir
mühendis bilgisiyle ölçüp biçti, bir mimar aklıyla hayâl etti ve Ayasofya’nın
Cuma namazına kadar hazırlanmasını emretti o kutlu komutan. O muhteşem yapı,
adı değiştirilmemiş olsa da artık bir katedral değil, cami olarak devam
edecekti hizmetine.
Fethin
üçüncü günü Fatih Sultan Mehmed’in Cuma namazını kılmasından beri de hem
İslâm’ın, hem de Türk’ün gurur kaynağı oldu tarihî Ayasofya. Müjdelenmiş bir
fethin sembolü olması sebebiyle de Müslümanlar için Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî
ve Mescid-i Aksâ’dan sonra İslâm’ın dördüncü kutsal mekânı muamelesi gördü.
Türk-İslâm
mimarisinin Bizans’tan etkilendiği en önemli unsurudur herhâlde kubbeler. Ve
Ayasofya, kubbeli bir yapı olarak cami mimarisine en uygun yapıydı zaten.
Meselâ
gotik mimarisine sahip bir katedrali camiye çevirmek onlarca yıl sürer ve
aslıyla alâkası kalmayan bir yapı çıkardı ortaya. Dolayısıyla Ayasofya’nın
mimarî yapısı da Fatih’in seçiminde önemli olmuştur.
İşte
bugün koparılan yaygaranın sebebi, aslında Osmanlı’nın ve Müslümanların
gözündeki Ayasofya’dır! Bizim yüklediğimiz anlamlar canını sıkmaktadır
bazılarının. Zamanında Ayasofya değil de Aya İrini cami yapılmış olsa, bizim
için aynı öneme sahip olacak ve bugün Aya İrini’nin müzeleştirilmesi üzerine
tartışmalar yapıyor olacaktık. Bu tespit için “Acaba?” demeye gerek yok. Zira
ne San Paolo Kilisesi’nin Arap Camiî, ne de Pantokrator Manastır Kilisesi’nin
Zeyrek Camiî olarak kullanılmasında kimse bir sakınca görmüyor.
Bugün
Mescid-i Aksâ’nın müzeye çevrilmesi ya da Müslümanların ibadetine kapanması söz
konusu olsa, tüm İslâm âlemi gibi biz de dünyayı ayağa kaldırır ve bunu kabul
etmeyiz. Ancak Ayasofya ile Mescid-i Aksâ’yı aynı kefeye koymak akıl kârı
değildir. Biri Müslümanların ilk kıblesi ve Kur’ân-ı Kerim’de “Çevresini
mübarek kıldığımız” ifadesiyle taçlanmış kutsallıktadır, diğeri ise stratejik
bir semboldür.
Evet,
yukarıda yazdığım gibi, İslâm’ın dördüncü kutsal mekânı gibi kabullenilmiştir Ayasofya,
ancak bu, kutsallıktan ziyade İslâm sancağını taşıyan Osmanlı’nın merkezinde ve
fethi sembolü olmasından kaynaklanır.
Dolayısıyla
Ayasofya’nın kilise ya da müze olması İslâmî bir kayıp değildir aslında. Bu
açıdan bakınca Ayasofya’nın cami olması da Hıristiyanlar için dinî bir kayıp
sayılamaz. Bin 500 yıllık bu muhteşem yapı elbette bir dünya mîrasıdır. Ancak
bu mîrası kendi amacı için kullanma hakkı, Fatih’in fethiyle “kılıç hakkı”
olarak Osmanlı’ya geçmiştir. Aslını bozmamak kaydıyla (ki Fatih, duvarlarında
namaza mâni olan mozaikleri bile ince bir sıva ile kapattırarak tarihe ve
sanata saygısını göstermiştir) Türk-İslâm zihniyetine hizmet etmesi kadar
normal bir durum olamaz.
Her
ne kadar Osmanlı mîrasına sahip çıkmak bir yana, o mîrastan utanç duyan bir
dönem geçirmiş olsa da, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın medeniyeti üzerine
kurulmuştur. Bizlere de Osmanlı’nın torunları olarak Ayasofya’yı, atamız
Fatih’in vakfiyesi ile vasiyet ettiği şekilde kullanmak düşer.
Bir
kez daha görüldü ki, CHP, kendi ülkesinin menfaatlerini savunmak yerine
Bizans’ın mîrasçısı olduğunu iddia eden Yunanistan’ın yanında saf tutmuştur
Ayasofya konusunda da.
Bir
vekil çıkıp, “Hem Ayasofya, hem de Sultan
Ahmed Camii müze yapılsın” diyecek kadar dalâlet içinde olabiliyor. Bir
belediye başkanı, Yunan kanalına konuk olup, “Bunu siyâsî bir polemik hâline getirmeye gerek yok. Böyle bir ihtiyaç
da yok” diyerek hakkındaki “Tekfur” yakıştırmasını tescilliyor.
Sosyal
medya kullanıcısı muhalifler de hep bir ağızdan bu konuyu iç siyaset için
atılmış bir adım olarak lânse edip Ayasofya’nın cami olmasını
itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar.
MHP
Genel Başkanı Bahçeli’nin Mustafa Kemal hassasiyetiyle dile getirdiği yanlışı
da ayrı bir yere koymak gerekir. Bahçeli, 1934’te atılan imzalarla müzeye
çevrilen Ayasofya konusunda imzanın sahte olup olmadığı tartışmasına nokta
koymuş, gerçek imza ile ancak sadece bahçesiyle sınırlı bir müze kararı
alındığını iddia etmiştir.
Hâlbuki
Ayasofya, 1935’te kapılarını müze olarak açtığında Mustafa Kemal hâlâ
hayattadır ve ölümüne kadar geçen 45 ay boyunca “Ben bahçeye izin verdim, neden camiyi müze yaptınız?” dememiştir.
Sayın
Bahçeli! Mustafa Kemal sizin mahreminiz olabilir, saygı duyarız, ancak onu hatâsızlaştırma
gafletine düşerseniz toplumun sizi koyduğu yere haksızlık etmiş olursunuz. O
ilâh değildir ve hatâ yapabilir. Bu konuda da hatâ yaptığı, attığı imzaya
muhalefet etmenizle sabittir. O imzanın karşılığı olarak 85 yıldır Ayasofya
Camii’nde namaz kılmak yerine Ayasofya Müzesi’nde turistik geziler yapıyoruz.
Başkan
Erdoğan, son olarak 31 Mart Yerel Seçimleri’nden önce vermişti Ayasofya sözünü.
Zemini hazırlanmış, zamanı gelmiştir artık bu uygulamanın!
1991
yılından beri iki vakit namaz kılınabilen Hünkâr Kasrı’na 2016’da imam atayan,
minarelerinden beş vakit ezan okutan Hükûmet, Ayasofya’nın içini tamamen
ibadete açmalı, Müslüman Türk halkını ve İslâm sancağının Osmanlı’nın elinde
yüceldiğini bilen tüm Müslümanları bahtiyar etmelidir. Bunun kanunî zeminini de
hazır etme gayreti bize Temmuz başını göstermekte ve heyecanımız her geçen gün
artmaktadır.
Artık
top Danıştay’da olsa da hüküm Erdoğan’da!