Ayakları yere sağlam basmak

İnsan bir yaratılmışsa, onun tüm gayret ve hedeflerini icra edebildiği bu sistem de yaratılmıştır. Bu, bize her şey için harcadığımız zamanı “şükür” ile birleştirme ihtiyacını anlatır. Tekraren dile getirdiğim deyimi bu anlatıma dayanak seçmemin sebebi de bu... Her iki anlamıyla da insanın dâhil olduğu iki kümeye işaret ediyor: Biri dünya için harcadığımız zamanı, bir diğeri de mâneviyatımıza ayırdığımız zamanı ifade ediyor.

"AYAKLARI yere sağlam basmak" deyimini duymayan yoktur! Buradaki metafor, hayatı idame ettirebilecek melekelere sahip olmak gerekliliğini ifade ediyor. Deyimin anlamı da aynıyla vâkî... Yaşam sürme, sahibiyet ve kazanımlar; işaret edilen melekelerin gölgesinde şekilleniyor... Ve sonra insan, yanılıyor!.. Bu kısım açıklanmaya muhtaç, farkındayım.

Yerküre yaklaşık bin kilometrelik bir hava örtüsü ile iliklenmiş durumda. Bu “atmosfer” dedikleri komplike yapı -bilindiği üzere- çeşitli gazlarla donanımlı. Yoğun su buharından bir miktar oksijene kadar çeşitli gazlar, bu örtü sisteminin muhtevasını meydana getiriyor. Bin kilometre olduğu varsayılan atmosferin, uzay boşluğuyla buluştuğu belirgin bir çizgi de yok üstelik. (Ressamın, iki renk katmanını birleştirirken silgi veya bez yardımıyla sınırı belirsizleştirmesi gibi... Âlâ!)

Yer çekiminin, canlı organizma için idealize edildiği tek katman, troposfer... Yani atmosferin yeryüzüyle temas ettiği ilk katmanı…

İlginçtir; insan bu katmanda eser gürler, kavga eder, çıkarına göre cebelleşir, benlik duygusuyla yürür, inkâr eder, gönül incitir. Evet! Hepsi bu katmanda meydana gelir. Troposferde...

Bahsettiğimiz bu çok kıymetli troposfer, yer çekiminin en yoğun olduğu tabakadır. Troposferin bittiği yükseklikte başlayan ikinci katmanda (stratosfer) ise yer çekimi bir miktar azalır. Bir üst katman, gün ışıklarının süzülme olayıyla meşguldür. Daha da yukarıda, canlılar için yakıcı bir sıcaklık değerine ulaşılır. Derken yer çekiminin daha da azaldığı en üst tabakaya geçiş yapılır. Sonrası, yer çekimsiz, sonsuz bir boşluk...

***

Nerede kalmıştık?

Evet! Ayakları yere sağlam basmak...

Bunu gerçek anlamıyla kullanırsak; ayakları yere basabilmenin yegâne “sağlayıcısı” atmosfer ve bilhassa da troposferdir. Bu gaz yuvarında su buharının oldukça yoğun olması, yerin ve iklimin yağmurla buluşmasını sağlar. Ayrıca dikey ve yatay hava hareketleri de yine tabiat olaylarında bir etkileşim meydana getirir. İnsan, yerkürenin üzerinde ayaklarını yere sağlam basarken, içinde nefes aldığı hava kütlesinin nimetlerini çok az fark eder. Başta sözünü ettiğim yanılgı da tam burada hayat buluyor.

Yere basabilmenin ilk koşulu, atmosferde bulunmaktır. Yani bu süreçte “ayaklar” sonraki aşama...

Dünyaya geldiğimizde içine düştüğümüz bu troposfer tabakası; içerdiği tüm gazlarla, üst katmanlarda elimine edilen Güneş ışınlarının ekoloji ve canlı organizma üzerindeki verimli etkileriyle, insanın yere basmasını, çeşitli hava ve ısı olaylarının meydana gelmesini mümkün kılan yer çekimiyle birlikte evrenin nefes alınabilir ve hayat sürdürülebilir alanıdır. Bahsi geçen bu alan, Allah’ın ilmiyle insanın varoluş kaynağıdır.

Tüm kâinat boyunca yaratılmış her şey içinde yeryüzü ve atmosfer, oldukça büyük bir hamd sebebidir. İnsanı ilme öteleyen ve bu ilmi algılamasını sağlayabilen hassas bir ölçü ile sistemleştirilmiştir. Bu hava yuvarı; yağmurun, rüzgârın ve ısı ile ışığın, yaşanan âleme nasıl bir etki bıraktığını anlayabilmeyi kolaylaştırır. İnsanın erişebilecekleri açısından akıl almaz, insanın ölçebilecekleri bakımından akla yatkın bir oluşumdur.

Ayakları yere sağlam basmak, bir de mecâz hâliyle kullanılıyor. İşte bu, daha da yoğun bir şekilde benlik duygusunun tezahür ettiği kısımdır!

İnsan; zekâ, akıl ve beden gücü gibi fiziksel bölümlerini özveri, hırs, mücadele ve benzeri zihinsel kısımlarıyla birleştiriyor. Bundan sonra, “Daha ne kadar ‘çok’ olabilirim, daha ne kadar ‘çok’ bulabilirim?” gibi soruların cevabını arıyor.

İlkel toplumlarda en kıdemli faaliyet, toplayıcılık... Bunun modernize edilmiş şekli de günümüz insanının para, mal, mülk, mâkâm gibi “biriktirmek” üzere ve ısrarla her şeyin daha çoğu için harcadığı efor... Tüm bu mücadele sonunda (yer çekiminin de etkisiyle) insan daha konforlu bir duruş şekline sahip oluyor. Hem reelde, hem mecâzda ayaklarını yere sağlam basıyor(!).

Yaradan’ın akla yatkın ve akıl almaz (şâheser) ilminin bir örneği olan atmosfer, tüm yaşamsal mücevherin maden yatağıdır. İnsan burada nefes, hareket, eylem ve lîsan sahibidir. Allah’ın bu sanat eserinde, yaratılmış onca canlı, nicelikte ölçülemez ama nitelikte kendini belli eden nimetlere nail olur.

Bunların devamında…

İnsan inkâra düşer, gaflete kapılır, birbirini yıpratır ve en çok da isyan eder. Bütün bunları yapmaktan kaçınan ve sıklıkla da yapmadığını iddia edenlerin o güçlü tezini kabul etmiş de olsak, hemen hepimizin dâhil olduğu bir başka küme vardır:

Kayıp zamanlar kümesi…

***

Hareket ve eylem sahibi olmamızda pek çok gerek şart var. Bir ömre tâbi olmamız ve bu ömrü çeşitli nimetlerle organize edilmiş bir sistemde idame ettirmemiz gerekiyor. Yani sandığımızın aksine, bir şeylere sahip olabilmek, kazanmak ve harcamak için yaptığımız o gereklilikler listesi öncelikli değildir. Ön koşul, senin yaratılmış olman ve yine yaratılmış bu âlemin sana uyumlu yer ve hava katmanlarında bulunmandır.

Gerekliliklerimiz, var olmakla bitmiyor yani...

Var olmak; ama belli şartların sağlandığı bir zeminde ve belli ihtiyaçları karşılayan bir hava tabakasında var olmak zorunluluğu bulunuyor. Tüm bunlar, göz ardı edilemez bir ihtişamla, insanın hiç dikkat etmediği bir alan olarak -maatteessüf- aklı meşgul etmiyor. 

Yeryüzünde ve üstünde çeşitli görevleri icra eden katmanlarda, ilâhî bir sistematiğin var olduğunu idrak etmek mühim. Fakat bu idrak, insanı kayıp zamanlar kümesinden ayrıştırmak ve izole etmek maksadına da eriştirmeli!

Toplamak ve biriktirmek uğruna harcanan zaman ve gayret, ekseri, gerçek kazanımları keşfetmenin önüne geçiyor. Yıllarca durmadan “daha çok” var olmak adına girişilen tüm eylemler, insanın içinde ve dışında bir hengâmeye sebep oluyor.

***

Ayaklarını yere sağlam basabilme ümidi, ancak belli bir sınırla kabul görebilir. Bu sağlam basma deyimi; senin, tüm geleceğini arzu ettiğin standarda eriştirebilmeni sembolize ediyor. Bunu mümkün kılan mücadeleyi verirken, atmosferi, yer çekimini ve bu sayede “ayak” denilen uzvun yerle kesintisiz muhabbetini de düşünmek gerek.

İnsan, her şeyi başarabileceğine inandıran fiziksel kabiliyetlerinin nerede ve hangi şartlarda geçerli olduğu konusunda biraz düşünmeli!

***

Yerküreden -çeşitli bölgelerde değişmekle birlikte- ortalama on bir kilometre yüksekliğe kadar yükselen bir atmosfer katmanı var. İşte senin tüm bu emeklerinin, uğraşlarının, hayatla ve insanlarla cebelleşmenin, bir şeyleri (aklınca) olanaklı kılabilmenin yolu, durmaksızın çabalamak değil!

O on bir kilometrelik troposfer var ya, işte seni ayakta tutan, eylem kabiliyeti veren ve ayaklarını yere basmanı sağlayan ta kendisidir!

Sonra? Sonra elbette çaba ve gayret...

Öyle güçlü ve arzulu bir mücadeledir ki bir şeylere sahip olabilme uğraşı, doğumdan ölüme firesiz devam eder. Bu, pek çok şeyin elde edilmesine de imkân sağlar elbette... Çok çalışan kazanır, çok yürüyen yol alır, çok eken çok biçer...

Şimdi biri gelip sana, “Ayaklarını yere sağlam basman gerekiyor” dediğinde, bu, ihtirası tetikler. Hem akla da uygundur bu cümle... Bir yakıt deposu gibidir. Uzun soluklu yollara düşürür bedeni...

Bu cümleyi duyup da “Yok canım, ne gerek var?” diyeni çok nadirdir. Hemen zihinde birtakım uyanışlar baş gösterir. Hani her yer karanlıktır da sahnedeki tek oyuncuya güçlü bir huzme akseder, tam karşı perspektifte bütün detaylar gözlemlenebilir hâle gelir, işte bu cümleyi duyanın zihninde de buna benzer aydınlık bir mihrak oluşur.

Orada çeşitli eylem plânları hayata geçirilmek üzere filizlenir. İnsan önce şeklen bir dik duruş pozisyonuna geçer, sonra yaptıkları ve yapabilecekleri ile heveslenir. Hayatın tüm kulvarlarında zaten bir koşturmaca içinde olan insan, “daha çok” olabilmenin de peşine düşer.

Bunu yaparken, biz, hep birlikte, kayıp zamanlar kümesinin bir elemanıyız.

Bu kümenin dışında, onu ve nicelerini kapsayan çok geniş bir küme daha var oysa...

***

Maddî kazanımlar için verdiğimiz uğraşlar, bizi kayıp kümenin daimî elemanı hâline getiriyor. Onu kapsayan kümede ise mâneviyatımızın şekillendiği geniş bir alan mevcût ve biz bundan habersiziz. İnsanın tam da olması gereken konum, bu kapsayan ve kapsanan iki kümenin birleşim ve kesişim kümesidir!

Yani bir yanımızla maddî âlemde (mecâzen) ayaklarımızın üstüne sağlam basmak için gayret ederken, bir yanımızla vücûdun bir organı olan ayaklarımızı yere sağlam basmayı mümkün kılan o ilâhî teşkilâtlanmanın farkına varabilmek elzem…

İnsan bir yaratılmışsa, onun tüm gayret ve hedeflerini icra edebildiği bu sistem de yaratılmıştır. Bu, bize her şey için harcadığımız zamanı “şükür” ile birleştirme ihtiyacını anlatır. Tekraren dile getirdiğim deyimi bu anlatıma dayanak seçmemin sebebi de bu... Her iki anlamıyla da insanın dâhil olduğu iki kümeye işaret ediyor: Biri dünya için harcadığımız zamanı, bir diğeri de mâneviyatımıza ayırdığımız zamanı ifade ediyor.

İki kümede de var olmak gerekirken yalnızca dünya gailesi için harcadığımız zamanlar, yazık zamanlardır. Varlığımızın bir kısmıyla da dış kümeyle irtibat hâlinde olmamız gerekiyor. Bu dış küme, dünya gayretini ifade eden kümeden çok daha geniştir. Birinden birini yok saymak, muhakkak bir şeylerin kaybına neden olacaktır.

***

Bu hengâmede durak nerede?

Dur durak yok!

Şimdi bir nefes vakti!

Evrendeki bu küçücük mekâna bütün telâşları, istekleri, ümitleri; kimi zaman hüzün, kimi zaman huzur dolu anları sığdırıyoruz. Güneş’i, Ay’ı, uçsuz bucaksız boşluğu ve gezegenleri ihtiva eden kâinatta, insanın hareket kabiliyeti atmosferle sınırlıdır.

Daha gerçekçi bir yaklaşımla, atmosferin tek bir katmanında bütün dünya nimetlerine mahzar olabiliriz. Hani bin bir telâş içinde bir gelecek kurmak gayesiyle yüklü bir zamanı harcarken insan, bu sınırlı alanda, yaratılmış bir sisteme ait olduğunu hissetmesi gerekiyor. Böylece her dünyevî çabanın başında ve sonunda mâneviyatını besleyecek birtakım hareketleri de eyleme dökebilir.

Dünya, aralıksız bir uğraş ve mücadele alanı... Bunun dışına çıkmak, bir nefeslik ara vermek olanaksız görünüyor. Fakat insana bir durak lâzım. İnsan durmazsa, hiçbir kazanımın meyvesini yiyebilecek bir refah seviyesine erişemez. Sürekli akıp giden kalabalıklar ve bu keşmekeşin ortasında insan, sadece çalışmak ve kazanmakla kâra geçemez.

Dünyanın atmosferinde soluk alıp verirken, sükûnetli bir nefes vakti için dünyanın dışına çıkabilmek gerekiyor.

İşte bu, “ibadet”tir!

İbadet, dünya için harcanan zamanların bir kayıp olmasını engeller. İnsanı telâş ve koşuşturmaca âleminden soyutlar. Her ibadet, bir durak yeridir. Derince ve huzurlu bir nefes aldırır. Hem bu defa aldığın nefes, farklı oranlarda çeşitli gazların bulunduğu atmosferdeki rutin nefeslere benzemez. Alınır ve geri verilmez…

Bu yüzdendir, her ibadetten sonra daha dirençli, daha dingin ve daha sağlıklı bir ruhla devam edersin dünyaya...

Şimdi dur!

Bir nefes için bu dünyadan izole et kendini!

Ayaklarını yere sağlam basmak istiyorsan da, önce ayaklarını yere basabilmeni sağlayan tüm bu fizyolojik, anatomik, jeolojik ve astronomik sistemin Kurucusuna hamd ile yol al!

İbadet, rûhun nefes alışıdır.