Ayak bağı

Ayağımızdaki pranga bahsinde yeni çâresizlikler öğrenmeyi yaşam biçimine dönüştürmüş insanlar olarak prangayla yaşamaya çok mu alıştık? Bunu, ürettiğimiz çâresizlik miktarınca umut toparladığımızda, kendimiz dâhil kimseye ayak bağı olmadığımızda yahut -hep beraber- kırk gün çâresizlik üretmediğimiz bir dönemde buyurun, tekrar konuşalım!

BUGÜN, geçtiğimiz son günlere nazaran daha sessiz. Sonbaharı daha derinden duymak için iyi bir fırsat bu. Ne ki elinde çok fırsat var görünse de, değerlendirmek için insanın her fırsata ilişkin bir özel enerjiyi de barındırıyor olması gerekiyor. Şu dökülen sarı yapraklar bile olanca dağınıklığıyla bir ahenge işaret ederken bir güce ihtiyaç duyuyor. Belki zıtlığı ifade etse de, ahenk bahsinde dağınıklık ne kadar da bize işaret ediyor, değil mi?

Evet, sıralı seyahatlerin çokluğundan, valizimizi ve içindekileri değiştirmeden yola devam eden biz… Maksat hiçbir zaman hedefe varmak değilmiş gibi hareket eden… Giden ama aslında yerinde sayan… Kalan ama aslında prangayla yaşayan... 

Bunları düşünürken gün yarılanmıştı. Belki bir harfin yeri değişse daha iyi ifade edilebilir olsa da... Olsun. Öyle de olsa gün yarılanmıştı. Ancak o, on dakikalık bölümler hâlinde kendini tekrara devam ediyordu. Bir kahve söylüyor. Sonra kahvesinden bir yudum alınca iş yerinde olduğunu fark ediyor ve gözü, masasında günlerdir bekleyen birkaç evraktan birine ilişiyor. Sonra eline alıp okur gibi görünürken tekrar düşüncelere dalıyor. Bu arada henüz yarılanmamışken, görevli tarafından soğuduğu ima edilerek kahvesi önünden alınıyor. Alınırken düşüncelerinin de alındığını hissediyor. Buna canının sıkıldığını bir parça hissettiriyor.

Kalkıp pencereyi açıyor. İçeri giren rüzgâr nispetinde ona karşılık vermek istiyor. Tâkât getiremeyince mecâlsizce tekrar yerine oturuyor ve vaktin geçmediğini îmâ eden küçük hareketlerle yeni bir on dakikanın kapısına vuruyor. Sonra sesini düzelterek “Yine benim!” diyor. Yeni bir kahve söylemek için eli istemsizce yine telefona gidiyor ve o üç kelimeyi telâffuz ediyor: “Bir orta kahve…”

[Vakte yüklediğimiz ilâve sorumluluğun çoğunlukla farkında olsak da ona bir kez daha yüklenelim. Yürümek, ilerlemek bahsinde ayağımızı iyileştirmese de tekrar edelim: Bugün, “Zaman hiç ilerlemiyor” dediğimiz günlerden birinde daha hiçbir şey ilerlemiyordu, evet.]

Gün içinde konuştuğu herkes onun yüzünün solgunluğunu kolaylıkla fark edebiliyordu. Çok az kısmına şâhit olduğumuz ve duyduğumuz bir kısım habere göre hâlini soranlara, “Efendim, malûm son dönem yorgunluğu!” şeklinde biraz da tebessümle cevap verse de gerçekte mevcût durumunu anlatmaktan yorgun düştüğü için bu ifadeyi kullandığı aşikârdı. Bulunduğu çoğu mecradaki olanca emeğine rağmen kabuğuna çekilmek onu tanımayanlar tarafından hayretle karşılansa da, gitmekteki murâdını ve bu murâdına kattığı değeri bilenler, vakti çoktan gelmiş, belki biraz geçmiş bir karar olarak değerlendiriyorlardı bunu.

Gidip gelmeleri, iş seyahatlerini çoktan bir tarafa bırakmıştı. Ancak bu sefer daha başkaydı. Bu sefer bir eylemden ziyâde bir öteye, bir öteden ziyâde bir dönüşe, bir dönüşten ziyâde bir öze işaret söz konusuydu. Diğer ifadeyle, hayatın içindeki hayatiyetini koruma çabasına, belki hayatın içindeki hayatiyetini tanımlama çabasına yönelik bir azimdi bu.

Yeni geldiğim bu birimde yalnızca son birkaç günde uzaktan gözlemlediğim, ismini bile yeni öğrendiğim ve olanca gizemine rağmen yine de her hâliyle çok şey anlatan o beyefendi... Evet, şimdi bir taraftan ayak izlerini toplarken, bir taraftan da yeni adresini öğrenmeye ve çabucak ezberlemeye çalışıyordu. Bunca dağınıklığı içinde adresini öğrenmek, onun için önemliydi. Evine dönme hissi... Herkes tarafından bilinen ama herkes tarafından farklı algılanan ve farklı yaşanan birçok muammâyı içinde barındıran o his… Herkes tarafından bir yönüyle de olsa bilinen şey, muammâ olur muydu?

Bunlar, şu an onun için de cevaplanması çok zor sorulardı. Başkaca nasıl ifade edebiliriz? Belki çok bilinmeyenli birçok denklem… Belki tanımsız birçok unsurun birbirinden habersizce devinimi…

[Bir yere gideceği vakit önce ayağı gider galiba insanın. Her gitmesinde ayağı ne kadar giderse kendi de o kadar gider. Gider, gelir; az sonra tekrar gider. Kendi gitmeden birçok gidip gelmeler bırakır ardında. Kimi vakit kendi adımlarını takip eder, kimi vakit analiz eder, kimi vakit de vazgeçilmez sonuna yaklaşmak veya vazgeçilmez sonunu yaşamak için içindeki merakını büyütür. Bu süreçte ardında soru işaretleri bırakarak ilerlemek -vakti er ya da geç- bir sorunun gün yüzüne çıkacağına işaret ediyor aslında... Evet, galiba burası çıkmaz sokakta bir kuyuya düşmek gibi bir şey. Bir an durup -kendince ve keyfince- bir hayâl kırıklığını yaşamak varken düşüncelerde boğulmak...

Kendince ve keyfince bir hayâl kırıklığı... Artık son devrin birçok unsurunun içine girdiği ve bizi de çektiği o bölüm… Hayâl kırıklığını bile metalaştıran bir son dönem sorunsalı… Öyle ki, insana hayâl kırıklığını bile yaşama fırsatı vermeyen bir çizgide mütemadiyen kasetin sarılmasına misâl bir his!

Evet, neredeyse rutin işimiz hâline dönüşmüş bu ahvâlde, bazen kasetin içini açsak da nihâyet yama yapılacak bir yer bile kalmadığını görüyoruz. Sonra usulca kapatıp dış kapağımızla, farkında olmayan ve farkında değilmiş gibi görünen o kendinden kalabalık ortama kendimizi bırakıyoruz. Farklı renkte görünmemek ve fark edilmemek için de bakım vakti gelince yama bölümün bakımını yaptırıyoruz, o kadar!

İnsan bu hâldeyken geçirdiği yıllarda prangayla gezdiğini fark edememiş olmasına mı yanmalı, her defasında ilk defa takılıyormuşçasına ayağının tekerlenmesine mi, bazen gerçekten bilemiyor. Şu var ki, bu kadar derbederlik bir insanın kabulünden asırlarca ırak olmalı. Bu kadar acemilik bir insana boyundan posundan fazla gelmeli. Bu kadar hafifliklere teşne bir hâldeyken hangi acemilikten bahsediyoruz? Kendisi ve çevresiyle en küçük bir barış yaşamamış insanın kendisiyle ve çevresiyle olan küslüğünü fark etmesi ne kadar mümkün?]

Sanırım çapraz karşımda oturan ve henüz tanışma fırsatı yakalayamadığımız gizemli beyefendi, -aslında hepimiz gibi- hâlâ bir adres bekliyor. Ne ki onun beklediği adres gerçek, bizim beklediğimiz adres mecaz. Muhtemel beklentisi şu galiba: Az sonra bir görevli tarafından sarı ve kapalı bir zarf tevdi edilecek; içini açacak ve gideceği adresi hızla öğrenecek. Ve belki sadece ceketini alıp çıkacak. Olanca problemini beraberinde götürse de o gidebilme hissinin verdiği kuş tüyü hafifliğiyle -düzlüğe varmayan hiçbir yokuş olmayacağına- dair bir inanca sahip olacak.

Evet, oturduğumuz yerden, “Kim bilir hayatında ne sorunlar vardır?” diye elbiseler giydirdiğimiz insanların kafesi kırıp çıktığını görmek bile insana bir kanat vaat ediyor. Mahpustan çıkan arkadaşlarını yolcu eden diğer mahkûmların yüzündeki tebessümü gördünüz mü hiç? Kendilerine kazandırdıkları umuttan daha fazlasını insanlığa vaat ediyorlar.

Ayağımızdaki pranga bahsinde yeni çâresizlikler öğrenmeyi yaşam biçimine dönüştürmüş insanlar olarak prangayla yaşamaya çok mu alıştık? Bunu, ürettiğimiz çâresizlik miktarınca umut toparladığımızda, kendimiz dâhil kimseye ayak bağı olmadığımızda yahut -hep beraber- kırk gün çâresizlik üretmediğimiz bir dönemde buyurun, tekrar konuşalım!