ANADOLU,
insanın insana benzetildiği ve insanlığa bezendiği şefkat ve merhamet yurdu… Dağları,
dereleri, nazlı açan çiçekleri, meraları dolduran kuzuları, kuzulara yön veren
kaval sesleri ve kuzuları koruyan sâdık çoban köpekleri ile rengârenk, desen
desen kilimleri, henüz kirlenmemiş çocuk gülüşleriyle güzelleşen ve değişen,
değiştikçe de gelişen köyler…
İşte o şirin köylerden birini demir raylarla tam
ortadan ikiye bölen Bekçiler Tren İstasyonu, sadece yolcuların karşılanıp
uğurlandığı bir yer değil, aynı zamanda sevdâ kokulu mektupların, odun ateşinde
pişen taze ekmeklerin, magazin ekli günlük gazetelerin ve kavurucu sıcakta oruç
tutanların iftar sofralarına “serinlik” sunacak olan insan boyundaki buzların
beklendiği bir yer… Köylü, kara trenin günde iki kez çıkardığı gürültüye
alışmış; alışmış olmakla kalmamış, birçoğu çıkardığı dumandan ve düdüğünün
sesinden makinistini dahi tanır olmuştu.
İstasyon şefinin kızı
Ama bütün köyün tanıdığı ve imrendiği tek bir isim
vardı ki o, kırmızı şapkalı istasyon şefiydi. Her gün sakal tıraşı olur,
gömleğini, pantolonunu bizzat kendisi ütülerdi. En son, aynanın önünde kırmızı
şapkasını başına geçirir, evden öyle çıkardı. Görev mahalline vardığında,
istasyondaki o koca saate güvenmez, yeleğinin cebinden köstekli saatini çıkarıp
trenin geliş-gidiş vaktini hesap eder, eline aldığı disk ile istasyona yaklaşan
trenlere yön verirdi.
İstasyon şefi deyip geçmeyin! Entelektüeldi, güzel Türkçesinin
yanına Osmanlıca ve Fransızca yerleştirmişti. Okumayı sevdiği kadar okutmayı da
seviyor ve teşvik ediyordu. Ev, küçük bir kütüphaneyi andırıyor, ödev yapan
çocuklarla kaynıyordu. Kitaplarla birlikte çok sayıda gazetenin de girdiği
hanede, okunan kitapların satır altları, vefasızların da üstü çiziliyordu.
Herkes uzun boylu bu yakışıklıya imrenirken, beyaz
kurdeleli kız ise ona âşıktı. Ama adam sevildiğini bilmezdi! Gaz lâmbasının
fitili ne zaman ateşle buluşsa, alnındaki çizgiler de o sıra açığa çıkıyordu. Küçük
kız, onu daha net görebilmek için, denizlere su taşıyan ıslak gözlerle gün doğumunu
beklemek zorunda kalıyordu.
Hayatının merkezine yerleştirdiği babasıyla ilgili az sayıdaki
hatıra aklına geldikçe gülüşü gizlenir, dili susku yemiş olurdu. Kendisine de,
canından çok sevdiklerine de ırak düşerdi. İşte tam o günlerde önüne tanıdık
bir sima çıkar! Okul birincisi olan lise arkadaşı…
Genç kızların gözdesi, tercihini Ayşe’den yana
kullanır ve mezun olur olmaz eline bir zarf uzatır. Zarfın içindeki, çizgili
bir kâğıda yazılmış aşk mektubu, bir nevi evlenme teklifidir. Okur okumaz,
“Dindar bir genç bunu nasıl yapar?” diyerek tepki gösterir ve mektubu yere
atar. Genç, mektubu yerden alır ve sessizce oradan uzaklaşır…
Okuyup avukat olacaktır, ancak Şubat’ın o soğuk dokunuşunu
iliklerine kadar hisseder. Başörtüsünü elinden almak isteyenler, bunda başarılı
olamayınca Ayşe’nin hayâllerini elinden alırlar.
Üç yıl sonra
Mektubun sahibi üniversite üçüncü sınıftadır ve
sırtına geçirdiği beyaz önlükle diş hekimliği fakültesinin başarılı öğrencileri
arasında yer almaktadır. Her ikisi de ikinci şanslarını iyi değerlendirir ve evden
uzaklaşmak için bir fırsat bildikleri bu teklife çekinmeden “Evet” derler. Ailesinin
karşı çıkmasına rağmen, etnik bir kimliğe sahip radikal genç ile hayatını
birleştirir. Sonrasında ise ona âşık olur…
Babasını oturttuğu saltanat koltuğunda kocası
oturmaktadır artık. Bütün sevgisini ona harcar. Ektiği sevgi tohumları, hasat
mevsimi gelmeden bitip tükenmeyen sevdâya dönüşür ve tam yedi yıl bir arada
yaşarlar.
Geçmiş zamana düşülen gözyaşları
Aşkın ilk meyvesi beş yaşındadır. Bir gece yarısı
kapıya dayanan polisler, diş hekimini eşinden ve kızından koparırlar.
Müfteriler sevinirken, ana kız, kan çanağına dönen gözlerle baba evininin
yolunu tutarlar.
Gittiği günden beri babası tek kelâm etmemiştir. Evlenirken
sarf ettiği sözler, kulağında küpe gibi çınlıyordur: "Benim rızam yok, seni
kerhen veriyorum! Sakın ola dara düştüğünde ‘Baba evine döneyim’ deme!"
Baba ocağında yabancıydı, sofrada yabancı… Ekmeğe her
uzanışında, elinin üzerine inecek tokadın acısını ve mahcubiyetini
hissediyordu. Karnını, kimseler yokken mutfakta peynir ekmekle doyuruyor,
sofraya öyle oturuyor ve yer gibi davranıyordu. O çileli günlerde tek
sevindirici haber, eşinin demir parmaklıklar arasından kurtulmuş olmasıydı.
Ancak zoraki bir göçe tâbi tutulmuştu. “Olsun” dedi, “Buna da şükür!”.
Babasının, "Gururlu kızdır, suratını as,
hissedince çeker gider!" diye annesine metotlar öğrettiğine şahit olsa da
duymazdan geliyordu. Tâ ki yağmurlu bir gece vakti, “Ben onu ve çocuğunu
besleyemem artık!” diyene kadar... Eline geçirdiği bir poşete, kendisiyle
kızının kıyafetlerini doldurup dışarı çıktı. Ayakları her ne kadar dışarı doğru
götürse de içeriden bir sesin, “Dur kızım, nereye gidiyorsun? Burası senin
evin, gitme!” demesini bekliyordu. Ne annesi, ne nişanlı kız kardeşi, ne de
askere gidecek olan delikanlı kardeşi seslendi.
Fakat sadece evden kovan babası arkasından gelmişti.
Omuzlarına o güçlü elleriyle dokunacak, kendine çevirecek ve sıkıca
sarılacaktı. Evet, belki bu “ilk” kez olacaktı ama olacaktı. Hayâli bile
güzeldi. Üstelik “Gitme, kal’” sesine muhtaçken… Ama olmadı! Bir kez daha
hayâli inkisara uğradı. “Bu gece vakti gitme, bari sabah git!” talebiyle de yıkılmıştı.
“Sabah mı? Teşekkür ederim. Ha sabah, ha gece, ne fark eder?” dediği anda elindeki
poşeti alıp, “Sana ‘Sabah git’ dedim" dedi. Kızı, pazarlığa girişmişti:
“Bir gecelik!”
Bu söze öfkelenen baba, poşeti sokağa fırlatarak içeri
girdi. Yedisine basan kızının elini bırakmadan, sokağa savrulan giysileri
çamurdan kurtarıp Gaziantep otogarının yolunu tuttu. Yol boyu düşündü; babasının
kendince geçerli sebepleri vardı ve “Git” diyordu ama annesinin ve kardeşlerinin
sessiz kalmalarının ve “Gitme!” dememelerinin sebebi yoktu.
Eşinin, “Ayşe, son minibüs seferine yetiş!” ikazıyla
dışarıda kalmaktan kurtulur kurtulmasına, ama evvelinde başına geleceklerden
habersizdir. Otogarın karşısından Adıyaman’a gidecek minibüsleri beklerken,
gelip geçen erkeklerin bakışlarından etkilenmemek için kafasını aşağı eğer.
İşte tam bu esnada birinin kendisine eğildiğini anlar. Anlamamasına imkân yoktur
zaten. Öyle kirli bir nefesi vardır ki metrelerce uzaktan hissedilir. O kadar
eğilmiştir ki yüzüne, bağıracak mecâli de yoktur, sesi de. Ağzı, bağırmayı yeni
öğrendiği zaman, dokuz yaşındayken kapatılmıştır.
O günden sonra Ayşe’nin bağırdığına kimse şahit
olmamıştı. Kendisi bile! Beş kez annelik duygusu yaşamış biriydi ve o sancılar
esnasında da, evlât acısı yaşadığında da, o adam yüzüne sokulduğunda da
bağırmamıştı. Kucağındaki “Anne!” diye avaz avaz bağırınca kurtulmuştular.
Bir diş kliniğinde kaçak olarak çalışan eşinin yanına
atmıştı kendini. Kızlarını kanepede yatırdıktan sonra göz göze verip sabaha
kadar ağladılar. Güneş doğunca yola koyuldular. O günleri ve şimdiki zamanı, “Kederimi
de, kaderimi de seviyorum. Eşim kaderim idi ama kederim olmadı şükür!” diyerek
serlevha ediyor Ayşe.
Kimi roman yazar, kimi romanı yaşar
Bir gazetenin, “Güzel yazıyorsun, bizde yaz!”
teklifine, “Güzel yazıyor muyum bilmiyorum ama acım güzel” diyerek cevaplar ve yaşama
sevincini şükürle dile getirir. Devamında ise, “Öyle çok yaşayan var ki, belki
içlerinde en az acı benimdir” cümlesini kurar.
Sıklıkla “Normal biri değilim!” itirafını yapar, “Sevgim
de normal değil, nefretim de. Neşem de normal değil, hüznüm de. Gelişim de normal
değil, gidişim de” der.
Zaman güzel bir yazgıdır
Herkes onun kalem ve kelâm büyüttüğünü sanırken, o
buna itiraz eder: “Herkesin konuştuğu dile çok yabancıyım, yıllarca kan rengi
silgi büyüttü gönlüm. Yazmayı sevdiğim kadar, silmekte tereddütsüz gönlüm. Dünyada
ne kadar çok baba var, değil mi? Gökten inen yağmur adedince… İsterdim ki, biri
de bana düşsün! Biraz çocuk olayım ve çocuk kalayım; dağ gibi ruhuna, omzuna,
yakınlığına, şefkatine yaslanayım. Ben, hiç ‘Babacığım’ demedim! Tüm hatalarına
rağmen mazlum ve masum olduğumu bilen babam da bana ‘Gel’ demedi!”
Ve kadınlar, sevdâlarını yazma kenarına işler
“Biliyorum, sarılmak için kola, sevmek için dile,
gelmek için yola gerek yok! Belki hak edecek bir kula gerek var. Kırgınlığım, sana
olan sevdâma engel değil! Seni seviyorum yazdırılmış bir yazgı gibi... Suya
saklanmış masum bir yangın gibi... Senin de beni sevdiğini biliyorum. Bu yüzden
susuyorum baba! En çok da susmayı seviyorum.”
“Ben, kaybetmekten, sevdiklerimin gitmesinden
korkuyorum baba!
Beyaz önlüklüm gelmeden çık gel yahut ‘Gel’ de! Teneşirdeki
soğuk tenini değil, içimdeki seni okşamak istiyorum. Şair der ki, ‘Kadınlar, sevdâlarını
yazma kenarına işler’. Doğru söyler; çünkü kenar olmak, içi olmaktır...”
Kaç gece uyandıysa, yastığında kan lekesi, kulağında
baba sesi, hayâlinde çocuklarının babası yani “son” sevdâsı, dilinde ise duası
vardı: “Ve ben/ Seni yine bir şiir yapıp/ Koydum cebime/ Birlikte yürürüz/ Birlikte
ölürüz diye…”