SON birkaç aydan beri
Covid-19 virüsü ile mücadele eden Türkiye’nin bu mücadeleyle at başı sürdürdüğü
önemli bir millî meşguliyeti daha bulunmaktadır. Bazen Covid-19, bazen o öne
çıkıyor ve hâliyle gündemi sürekli meşgul ediyor. “Gündemin önceliği hangisi?”
denilirse, sözü uzatmadan, akla geleni bekletmeden söyleyelim: Covid-19 virüsünün
devletleşmiş hâli, batı komşumuz Yunanistan…
İnsanımız
Yunan, Yunanistan ve özellikle Türkiye-Yunanistan ilişkileri konusunda ne yazık
ki yeterli bilgiye sahip değil. Türk-Yunan ilişkilerindeki bilgisizliğin tez
elden giderilmesi ve milletimizin konuya dair yeterli düzeyde
bilgilendirilmesinde acil zaruret vardır.
Bir
zamanların “Türk gölü Akdeniz”in doğusunda, hâlen dünya gündemini meşgul
etmekte olan Türk-Yunan gerginliği devam etmektedir. Sonucunun nereye varacağı
biliniyor ama konuyu tarihî perspektif ile ele almakta ve incelemekte yarar
var.
Öncelikle
dört asırdan fazla Osmanlı toprağı olan Balkan ve Mora yarımadası üzerinde
ortaya çıkan ve Osmanlı’dan koparılarak kurulan Yunan Devleti, tarihî serüveni
ve hâlihazırdaki durumu ile çok yönlü bilinmeli ve mercek altına alınmalıdır.
Türkiye-Yunanistan
ilişkilerinde en önemli mevzu, Osmanlı tarihinin yeni nesillerin gözünden
taammüden gizlenmiş olmasıdır. Çünkü Türkiye yüzünü batıya döndüğünden beri,
nesillerin zihninde medeniyetin beşiği ve sahibinin Yunanistan ve Yunanlılar
olduğuna inandırılmıştır. Uzun süre bu düşünce, nesillerin zihinlerine kazınmıştır
ki bu, hâlen sürdürülmektedir. Bunun en çarpıcı örneği olarak Ankara Güven
Park’taki sakil anıt ve özellikle İzmir Menemen’deki Kubilay Anıtı
gösterilebilir. Kubilay Anıtı’ndaki heykel, Kubilay’a ait değildir. Yunan bir
kahramanı (!) temsil eder ve heykelin yüzü Yunanistan’a bakar. Heykeli diken
zamanın idarecilerinin düşüncesine göre Türkiye, çağdaş hızını ve gücünü
medeniyetin beşiği olan Yunan’dan alacakmış(!)…
İkinci
olarak, Yunanların Osmanlı’dan kopuş hareketleri İkinci Mahmud zamanında fiilen
başlamış ise de, fikir hareketleri sahasında bağımsızlıkçı faaliyetler Üçüncü
Selim devrinden yani 18’inci yüzyıl sonlarından itibaren başlamıştır. Yunan
bağımsızlık hareketinin doğuşu ve gelişiminde Rusya’nın önemli bir payı
bulunmaktadır. Yunanların oturdukları bölgelere Çar Birinci Petro’dan itibaren
Rus propagandacıları yayılmış ve daha sonra bağımsızlık hareketleri olarak
yeşerecek fikirlerin ilk tohumlarını atmışlardır.
Başta
Rusya olmak üzere, diğer Batılı Haçlı devletler, bu isyan hareketlerini her
açıdan desteklemişlerdir. Batılı siyâsî ve fikrî kışkırtmaların yanı sıra
18’inci yüzyılın sonlarına doğru Yunan şair ve yazarları arasında özellikle
İstanbul’u Konstantiniyye’ye çevirmek ve Hıristiyan-Yunan Bizans
İmparatorluğu’nu yeniden canlandırmak düşüncesi önemli bir ilham kaynağı
olmuştur. Bu çerçevede Yunanlılar “Megalo İdea” adıyla anılan ideolojiye
odaklanmışlardır.
İlk
Yunan isyanı, Balkan topraklarında, 1821 yılından itibaren oldukça geniş bir
alanda ortaya çıkmıştır. İsyan sadece Yunanlılar tarafından gerçekleştirilmemiş,
Balkanlardaki diğer Slav ve Hıristiyan uluslar tarafından da desteklenmiştir.
Osmanlılar ilk isyan girişimlerini bastırmışsa da gerek Rusya’nın, gerek diğer
Batılı emperyalist ülkelerin isyan bölgelerini ve Yunan halkını Osmanlı Devleti
aleyhine sürekli kışkırtması ve teşvik etmesiyle karışıklıklar sürmüştür.
“Daima
Hilekâr”
Türk-Yunan
ilişkilerinin tarihi ve geçirdiği zikzaklı evreler ayrıntıları ile bilinmediği
sürece ne yazık ki Adalar Denizi ve Akdeniz’in doğusundaki olaylar birkaç demeç
veya birkaç satır yazı çerçevesine sığ bilgilerle yerleşmekte, bizi kalıcı
sonuca götürmemektedir. Yukarıda kısaca değinilen Yunan tarihi ve gerçekler,
sis perdesi ile kaplıdır. Yunan Devleti, sadece Avrupa ve Türkiye’yi değil,
bizzat kendi vatandaşlarını bile “Megalo İdea” masalı ile aldatmaktadır.
Fransız
yazar ve harp muhabiri Jeun Leune (1889-1944) tarafından kaleme alınan “L’Eternel
Ulysse” (Ebedî Ulysse) adlı kitap, 1923 yılında tarihçi ve mütercim Ali Reşat Bey
(Lofça, 1877-İstanbul, 1929) tarafından Osmanlıca Türkçesine “Daima Hilekâr”
adıyla çevrilmiş ve Yeni Kütüphane Yayınları arasında yer almıştır. “Daima
Hilekâr” kitabının alt başlığında, “Türkler aleyhinde Yunan Propagandası,
Megalo İdea, Balkan Muharebeleri, Bizans, Ayasofya ve Konstantin Rüyaları” yer
almaktadır.
Eser,
Bulgar ve Yunan Devletlerinin ortaya çıkışını ve Türk-Yunan ilişkilerinin
bilinmeyen yönlerini ifade eden son derece önemli bilgileri içermektedir. Yazar
Jean Leun, müşahedelerini gerçekçi ve cesurca yazıya dökmüştür. Mora yarımadasının
Osmanlı’dan koparılması için kurulan tuzakları, özellikle Fransız ve İngiliz
işbirliğini açık ve net ifadelerle anlatmaktadır.
Yunan
halkı, kendisinin bir devlet olamayacağına inanmaktadır. Bu düşünceyi yıkmak ve
devleti tesis için Fransız ve İngilizler, halkın kanaat önderlerini toplu
şekilde Atina’nın çevresindeki tarihî mekânları gezdirir ve bunları
kendilerinin atalarının inşâ ettiğini söylerler. Bu yine de inandırıcı olmaz. Hattâ
krallık kurulurken, Yunanların kendi içinden bir kral bile çıkmaz. İngiltere’den
ithâl edilen “Konstantin”, kral ilân edilir. Çünkü Konstantin, İstanbul’u
çağrıştırmaktadır.
“Daima
Hilekâr” adlı eseri Türkçeye çeviren ve aynı zamanda iyi bir yazar olan Ali
Reşat, takdim yazısında şu gerçeği dile getirmektedir:
“Antik
Yunanistan’ın hayâlî ozanı Homeros’a mâl edilen ünlü iki eserden biri olan
İlyada’nın konusunu da özellikle Ulysse’nin başından geçen olaylar ve on yıl
başıboş dolaştıktan sonra İthaka adasına dönüşüyle ilgili maceralar oluşturur.
İlyada ve Odysseia, eski Yunanistan’ın ilk çağlarında, çeşitli tarihlerde
yaşamış şairlerin halk arasında en çok ünlenen şiirlerinin birer özetidir ve
Peizistratos zamanında derlenmiş ve yazılı hâle getirilmişlerdir.
Bunların,
sözde kentten kente gezerek şiirlerini okuyan yaşlı ve görme özürlü ozan
Homeros’a mâl edilmesi, bir masaldan başka bir şey değildir. Aşağıdaki
‘bilgiçliğimizden’ dolayı okuyucularımızdan bizi bağışlamalarını rica edeceğiz.
Ama kendilerinin bu kitabı lütfen okuduktan sonra Ulysse hakkındaki bilgilerini
tâzelediğimizden ötürü memnun kalacaklarından da eminiz.
Ulysse’nin
babası, anasının kocası Laertes ya da daha geçerli bir söylentiye göre anasının
âşığı Sizyphos’tu. Daha çocuk yaştayken haklı olarak dalaverecilik ve
düzmecilikte sivrilmişti. Akıl ve bilgelik tanrıçası Athena’nın esin ve
öğütlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Babasının, daha doğrusu Laertes’in sağlığında
İthaka Kralı oldu. Penelope ile evlendi ve bu evlilikten Telemakhos adında bir
oğlu oldu.
Masala
göre, eski Yunanlıların en büyük tanrısı olan Jüpiter (Zeus), bir gün kuğu
kılığına girerek Sparta krallarından birinin eşi olan Leda’nın yanına gitmiş.
Tanrının bu kadınla sevişmesinin ürünü bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. ‘Helene’
adındaki bu prenses, daha çocukken güzelliğiyle öyle bir ün kazanmış ki kızın bu
güzelliği birçok gürültülü olaya neden olmuş. Daha on iki yaşlarında olduğu
sırada, bir gün Diana Tapınağında dans ederken tanrı Theseus, güzel Helene’yi
kaçırmış. Ama kızın erkek kardeşleri Theseus’un peşine düşmüş ve kız
kardeşlerini kurtararak babalarının sarayına getirmişler.
Sparta
Kralı (Tyndareos), birçok kralın kızıyla evlenmek istediklerini görmüş ve
olumsuz yanıt alacakların kendisine düşmanlık besleyeceklerinden korktuğu için
kızını isteyenleri bir araya toplayarak, Helene’nin seçeceği eşin kim olacağı
belli olduktan sonra öteki taâliplerin kendisini savunacaklarına dair onlara
ant içtirmiş. Helene’nin tâliplerinden biri de Ulysse’miş...”
Eserde
Osmanlı’ya karşı İngiliz ve Fransız işbirliği tüm çıplaklığı ile anlatılmakta
ve yazar, müşahedelerini aktarmaktadır ve sonuçta Yunanlar lehindeki
çalışmaların Yunanları yakından tanıdıktan sonra ne kadar yanlış olduğunun
farkına vararak, kitabına “Daima Hilekâr” adını vermiştir.
Öte
yandan, yakın zamanda Türkçeye çevrilen ve Fransa’nın Atina Büyükelçisi La
Gorce’nin “Çağlar Boyu Yunanlılar” adlı eserinde şu tespite yer verilmektedir:
“Bir
millet düşünün; özel ya da kamusal, neyi var neyi yoksa baştanbaşa haydutluk ve
korsanlık eseri… Çalışmayı hor gören bir millet… Hak ile haksızlık, iyi ile
kötü gibi kavramların yönetenleri, ya da yönetilenlerin bilincinde en ufak iz
bırakmadığı, kaba kuvvetin en üstün değer sayıldığı bir millet ki medeniyetinin
doruğunda iken nüfusunun ancak kırkta biri hür… Saygı gören kişiler; küçük
düşkünler ile kaşarlanmış fahişeler…” (Sh. 13)
Sonuç
olarak, Türkiye, Batılı devletlerin tahriki ve teşviki ile bir kez daha
Yunanistan ile Akdeniz’de karşı karşıya gelmiştir. Ama her zaman olduğu gibi
Yunanistan, hep sahtekâr, yalancı ve daima hilekâr olarak kendini
göstermektedir. Karşısında artık o eski Türkiye değil, dosta güven ve düşmana
karşı sağlam duruşu ile korku salan bir ülke mevcût.
“Daima
hilekâr” Yunan’ın böyle bir durumdan hezîmetle çıkacağı kesin! Ama buna Yunan’dan
önce, içimizdeki Yunan sevdâlılarının inanmaları gerekmektedir…