Avrupa, lavı “Yeni Kavimler Göçü” bir volkan olmaya hazır mı?

Hazreti Yûsuf, Kenan’dan kendisine gelerek iklim değişikliği nedeniyle yaşadıkları tedarik krizini atlatabilmek adına başvuran kardeşlerine de, tıpkı Mısır’dan ve dünyanın farklı yerlerinden gelen diğer topluluklara da dağıttığı ölçüyle vermişti. Sadece Mısır’ı düşünmemiş, ürün dağıtımında ırkçılık yapmamıştı. Acaba salgın nedeniyle üzerinde çalışılan Turkovac aşısından bahsederken iklim değişikliğine değinen ve bu aşıyı bütün insanlıkla paylaşacağını özellikle bütün dünyaya duyuran Erdoğan, kimin rolüne soyunmuş hâlde?

TARİHÎ kayıtlara göre bilinen ilk toplumsal insanlık hareketlerinden biri, İlk Çağ’ı bitirip Orta Çağ’ı başlatan Kavimler Göçü olmuştur. Söz konusu hareketlerin Milât’tan sonra dördüncü yüzyıl ile dokuzuncu yüzyıla kadar seyrettiği yazılı. Ve toplamında hedefe alınan bölge, bugünkü Avrupa kıtası.

Kavimler Göçü’nün nedenleri konuşulduğunda, kesin şekilde bir sebep olarak siyâsî nedenler ortaya konulur. Peki, söz konusu siyâsî nedenleri hangi başlıklar oluşturur? Zira pek tabiîdir ki, çağ kapatıp çağ açan bir büyük toplumlar hareketinin nedeni, son tahlilde elbette siyâsî olmalıdır. Dememiz o ki, siyâsî hamle gerektirecek nedenler nelerdir?

Dünya, bugün “Kovid-19 Salgını” başlığıyla adlandırılan özel bir kırılma yaşıyor. Bu kırılmanın yaşandığı süreçte bütün hareketlenmeleri, başlangıcı siyâsî olmasa da sonrasında gerçekleştirilen hamleler üzerinden değerlendirdiğimizde “siyâsî” olarak yorumlayabiliriz. Hatta böyle yorumlamalıyız. Sadece Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Roma’daki G-20 Zirvesi’nde “salgın-aşı-iklim değişikliği” başlıklarını yan yana getirerek yaptığı konuşmayı dahi baz aldığımızda (ki Roma’daki 16’ncı G-20 Zirvesi bu üç başlık üzerine toplanmıştı), kategorik anlamda üç konunun da siyâsî bir belirlenme sürecine doğrudan müdâhil olduğunu görürüz.

Glasgow’da yapılan BM İklim Değişikliği Konferansı’na güvenlik gerekçesiyle katılmadı Sayın Erdoğan. Kaldı ki, iklim değişikliği konusunda direnmesine ve yıllardır beklettiği Paris Anlaşması’nı son iki ayda Türkiye’nin gündemine sokarak kabul etmesine de ayrıca dikkat etmek gerekir. Neden tüm bu süreçler topluluğu aynı odağa yani Kovid-19’un gerçekleştiği ve devam ettiği merkeze toplandı? Öyle ya, Ayasofya dahi neden bu süreçte tekrar cami kimliğine kavuşturuldu?

Bu sorulara verilecek en basit cevap dahi, halkları ve dolayısıyla devletleri etkileyen her nedenin mutlaka siyâsî bir hamleyle karşılanması gerektiğinden kaynaklanıyor.   

Dünyanın seyrettiği bugünü şöyle bir değerlendirdiğimizde karşımıza öyle acayip kutup hareketler çıkıyor ki nedenini ve nasılını cevaplarken şaşkınlığa kapılıyoruz. Teknoloji şirketlerinin yarışırcasına uzaya seyahat düzenleyip uzay turizmi yapma heyecanlarını izlerken, diğer tarafta ise Afganistan’dan çekilen ABD kuvvetlerine ait uçakların tekerleklerine binerek ülkeden kaçmaya çalıştığı sırada yüzlerce metreden aşağı düşerek parçalanan insanlara tanık oluyoruz. Hepsi aynı haber bültenlerinde! Böylesi birbirinden ayrı ve alâkasız görünen durumların aynı siyâsî zirvelerde ele alınması, demek ki sadece imaj anlamında birbirinden ayrılan konuların aynı istikamette etkilere sahip olduklarını da böylece fark ediyoruz.

“Arap Baharı” başlığıyla anılan sürecin Suriye ayracında dünya, Orta Doğu ve Avrupa bağlamında “göç” nitelikli bir harekete şahit oldu. Afganistan’da Taliban’ın iktidarından önce de olmasına rağmen sözde onun iktidara gelişiyle başlayan ve aynı niteliğe sahip bir göç hareketini de konuşmaya başladı aynı dünya. Belarus’tan Polonya’ya yaşanan son göç hareketlenmesi ise Avrupa’yı daha da tedirgin etti. Peki, Avrupa için bu endişe yeterli mi?

Hani sosyal medyada viral olan bir sokak röportajı vardı; adamın biri, “Kötü günler geride kaldı, şimdi daha kötü günler geliyor” şeklinde bir ifade kullanmıştı. İşte Avrupa için tam da o adamın söylediği kehanet gerçekleşmek üzere! Bunu durdurmaksa kendi elinde değil!

Avrupa’yı bekleyen ve sanırım dananın kuyruğunu kopartacak olan kırılma, Bosna-Hersek’te yaşanacak. Ne kadar enteresan bir hatıra ki, Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan nihâî hamle de Bosna-Hersek’in bugünkü başkenti Saraybosna’da gerçekleşmişti. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliaht Prensi Franz Ferdinand ile eşinin katli, etkileri bugünkü Arap Baharı’na doğrudan müdâhil olan bir vaziyet ile Asya, Avrupa ve Afrika’nın kaderini o dönem yeniden şekillendirmişti. Bugün Arap Baharı ile başlatılan süreçte 15 Temmuz’u yaşayan Türkiye, o bitirilemeyen Birinci Dünya Savaşı’nı katmerli şekilde yaşamaya devam ediyor. Ancak Türkiye, bu kez Çanakkale Cephesi’nde yaşadığı zaferi masada bırakmamaya kararlı. 15 Temmuz’dan sonra Suriye, Libya ve Karadağ’da yaşanan ve son olarak G-20 Zirvesi’nde ortaya çıkan imaj buna şahit!


İklim değişikliği sadece bugüne has bir konu olmadı!

Dosyaya madem Kavimler Göçü ile başladık, söz konusu hareketleri kısaca hatırlayalım…

“Klasik tarih anlatısına dayanarak Kavimler Göçü, siyâsî ve askerî bir olaylar bütünü olarak açıklanmıştır ve üzerinde çokça durulmuştur. Zira Kavimler Göçü, günümüz Avrupa’sının temelini atan, Akdeniz’in kaderini bin 500 sene belirleyen bir adımdır. Çağlar boyunca bilgeler ve modern asırlardan bu yana tarihçiler Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne de neden olan bu olayı sadece tarihî kaynaklar ve arkeolojik materyaller üzerinden değerlendirmiş ve Batı Akdeniz’deki otorite kaybını ‘anî bir çöküş, bir katastrofik son’ olarak adlandırmışlardır.

Son yıllarda özellikle doğa bilimlerinin de toplum bilimleri ile ortak çalışması sonucu tarihçiler, Antik Çağ sonunu anî bir yıkım, bir felâket olarak değil, aşamalı bir geçiş olarak öngörmektedirler. Doğal süreçlerin toplum yaşamı, insan medeniyeti üzerindeki etkisini hesaba katma eğilimi otaya çıkmıştır. Artık çok yönlü çalışmalar sonucu tarihçiler, Kavimler Göçü’nün aşamalı bir çöküş dönemine sebep olduğu, ama daha da önemlisi, Kavimler Göçü’nün sadece askerî bir temelde gelişmediği ve sebeplerinin arkasında iklim değişikliğinin yattığı tezini ortaya atmışlardır.

18’inci asrın sonunda Edward Gibbon, anıtsal eseri 6 ciltlik ‘The History of The Decline and Fall of The Roman Empire’ çalışmasında, Batı Roma’nın yıkılışı için çok önemli bir bakış açısı ortaya koymuştur. Bu geniş ve yapısalcı bakış açısı sayesinde Kavimler Göçü’nün de altında yatan farklı ve dışsal nedenler gündeme getirildi.

Giderek soğuyan Kuzey Doğu Avrasya bozkırlarının halklarının sistematik şekilde Akdeniz havzasına akın etmesi ve bu baskının gücünün zaten Akdeniz’deki iklimsel dengesizlikle bozulan Roma’yı aşama aşama çöküşe götürmesi, artık daha çok kabul gören bir yorum.

Yaklaşık bir asır önce, İngiliz meteorolog Hubert Lamb, Akdeniz ve Kuzey Avrupa’yı kapsayan bir çalışma ile çok sayıda paleoklimatolojik bulgu topladı ve yorumladı. Sonuçlar bir hayli şaşırtıcıydı. Zira sonuçlar, Geç Holosen’de yani son 3-4 binyıl içinde iklimsel duraylılığın olmadığı göstermişti. Ve bu da yoğun olarak çevresel etkilere maruz kalındığını ortaya koymuştur. Özellikle yapılan çalışmaların tarihlendirilmesi ve tarihsel verilerle karşılaştırılması sonucu, özellikle Roma’nın gücünün zirve yaptığı dönemlerin sıcak periyotlara rastladığı görülmüştür (Roman Warm Period). Yüksek ve stabil solar aktivite ve buna mukabil zayıf volkanik aktivite, Roma için ciddî olarak istikrarlı bir hüküm dönemi sağlamış ve müreffeh bir toplum ortaya konulmuştur. Son yıllarda tarihçiler bu paleoklimatik verileri değerlendirmeye başlamışlardır. Bu konuda bir örnek, Yaşlı Plinius’un notlarında yer almıştır.

Romalı doğa bilimci Plinius, Milât’tan sonra birinci yüzyılda çizdiği çevresel bir tasvirinde, kayın ağaçlarıyla kaplı yüksek dağlardan bahseder. Ki kayın ağaçları alçak rakımlara özgüdür. Bu örnek bile iklimsel sıcak dönemi göstermesi açısından bir kanıttır. Paleoklimatik verilere göre, Milât’tan sonra 150-450 arası, ‘iklimsel dengesizlik dönemi’ olarak kabul edilmiştir ve Kavimler Göçü’nün tetiklendiği dönemi kapsar. Bu geçiş periyodu ise Milât’tan sonra 450 ile 700 arasındaki ‘mini buz çağına’ kavuşur ve sık sık kuzeyden ve doğudan göçer kitlelerin Avrupa içlerine girişine tanıklık edip klasik Orta Çağ’ı başlatacaktır.

Uzun dönemli iklim değişikliği sonucu ‘Kavimler Göçü’ denen kitlesel hareketler sık sık tekrarlanmıştır. Zira Gotların göçünü müteakip Alanlar, Alemanniler ve Frank grupları bu kitlesel hareketi gerçekleştirmiştir.

Kısacası, disiplinler arası çalışmaların yoğunlaşmaya başladığı çağımızda Kavimler Göçü gibi tarihsel olaylara sadece siyâsî ve askerî yönlerden değil de sosyal, ekonomik ve en temelde doğal etkiler üzerinden bakmak çok daha sağlıklı ve gerçeğe yakın yorumların önünü açabilir.”

Bu satırları “Kavimler Göçü” başlıklı Vikipedi sayfasından aldım. Peki, bu dosyayı kaleme alırken niçin “Kavimler Göçü” araştırması yaptım? Çünkü dijitalizmin harman gibi savurduğu dünyanın son hamlesi iklim değişikliği konusuydu ve bu fakir, dünyanın yaşadığı iklim değişikliği dönemlerini araştırmaya karar verdi. Nereden mi aklına esti bu iş? Yûsuf Sûresi’nden…

Yûsuf Sûresi, 43 ilâ 56’ncı ayetler, en güzel kıssanın şu bölümünü aktarıyor:  

“Bir gün melik dedi ki, ‘Ben rüyamda, yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz rüya tabir edebiliyorsanız, benim bu rüyamın tabirini bana bildirin’. Dediler ki, ‘Rüya dediğin şey karmakarışık hayâllerdir. Biz ise böyle karışık hayâllerin yorumunu bilemeyiz’.

O ikiden kurtulmuş olanı (zindanda Hazreti Yûsuf’un rüyalarını tabir ettiği iki kişiden hizmetçi olanı) nice zamandan sonra hatırladı da dedi ki, ‘Ben size o rüyanın tabirini haber veririm, hemen beni gönderin’.

‘Ey Yûsuf, ey doğru sözlü! Bize şunu hâllet: Yedi semiz ineği yedi cılız inek yiyor. Ve yedi yeşil başakla diğer yedi kuru başak… Umarım ki, o insanlara doğru cevap ile dönerim, onlar da (senin kadrini) bilirler.’

Dedi ki, ‘Yedi sene eskisi gibi ekeceksiniz. Biçtiklerinizi başağında bırakınız; biraz yiyeceğinizden başka. Sonra onun arkasından yedi kurak sene gelecek, önceki biriktirdiklerinizin biraz saklayacağınızdan başkasını yiyip bitirecek. Sonra da onun arkasından yağışlı bir sene gelecek ki halk onda sıkıntıdan kurtulacak, (üzüm, zeytin gibi mahsulleri) sıkıp faydalanacak’.

O melik, ‘Onu bana getirin’ dedi. Emir üzerine Yûsuf'a gönderilen adam yanına gelince Yûsuf ona dedi ki, ‘Haydi efendine geri dön de ona sor bakalım; o ellerini kesen kadınların maksatları ne imiş? Hiç şüphe yok ki, Rabbim, onların oyunlarını çok iyi bilir’.

Melik, o kadınlara, ‘Derdiniz neydi ki o vakit Yûsuf’un nefsinden murad almaya kalktınız?’ dedi. Onlar, ‘Hâşâ, Allah için, biz onun aleyhinde hiçbir fenalık bilmiyoruz’ dediler. Azizin karısı, ‘Şimdi hak ve hakikat olduğu gibi ortaya çıktı. Aslında onun nefsinden ben murad almak istedim. O ise şeksiz şüphesiz doğrulardandır’ dedi.

 (Yûsuf dedi ki,) ‘İşte bu, şunun içindir: Bilsin ki, ben ona arkasından hainlik etmedim. Gerçekten Allah, hainlerin hilesini başarıya ulaştırmaz. Ben yine de nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefs, şiddetle kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin rahmetiyle yarlığadığı müstesna! Muhakkak ki, Rabbim bağışlayıcı ve merhametlidir’.

Melik dedi ki, ‘Onu bana getirin, kendime tahsis edeyim’. Sonra onunla konuşunca, ‘Sen bugün yanımızda gerçekten büyük bir mevki sahibisin, güvenilir birisin’ dedi. O da ona dedi ki, ‘Beni bu ülkenin hazineleri üzerine getir. Çünkü iyi korurum, iyi bilirim’.

Ve işte Biz, böylece Yûsuf’u o yerde temkin ettik (yerleştirdik). Neresinde isterse orada mâkâm tutuyordu. Biz rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz. Ve iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmeyiz.”

Bu ayetlerde yer alan “yedi yıl bolluk ve yedi yıl kıtlık” şiarının bize çok özel bir referans sunduğunu burada özellikle görüyoruz. Yani bir dönüşüm, bir döngü, bir değişiklik söz konusu. Evet, bunun adı, “iklim değişikliği”!

Sûreden vermiş olduğumuz bu pasajın öncesi ve sonrasından öğreniriz ki, Yûsuf Peygamber’in babası olan Yakub Peygamber’in kavmi, Hazreti Yûsuf’un ikâmet ettiği Mısır’dan farklı bir bölge olarak Kenan’da ikâmet etmektedir. Kenan ülkesi, Lübnan-Ürdün-Suriye hinterlandını kapsar. Sûredeki anlatıya göre ağabeylerinin Mısır’a gelerek Yûsuf Peygamber’den (onu tanımaksızın) mahsul alması, sadece Mısır’ın değil, onun da bulunduğu daha büyük bir bölgenin büyük bir tedarik krizi yaşadığını gösterir.

O da ne? “Tedarik krizi” mi dedik?

Suriye üzerinden gelen ilk göç etkisini Türkiye ile durdurdu Avrupa. Afganistan’dan gelen ikinci göç etkisini de durdurdu Avrupa. Afrika’dan gelen genel göç etkisini zaten Türkiye ile durduruyordu Avrupa. Peki, Rusya’nın baskısıyla Belarus üzerinden gelen üçüncü göç etkisini ne yapacaktı? Orada bir Türkiye yok! 

Dünyanın bugün içinde bulunduğu tedarik krizi, Kovid-19 Salgını ile mi ortaya çıkmıştır? Yani salgın, bugünkü tedarik krizinin nedeni midir? Yoksa salgın, bugünkü tedarik krizinin görünme sebebi midir?

Burada bir detay vererek Kovid-19 Salgını’nın, söz konusu tedarik krizinin zaten yaşandığını ortaya çıkaran en önemli ayraç olduğunu şöyle açıklayalım:

Salgının ilk günlerinden itibaren, salgından etkilenmemek yahut en kolay şekilde atlatmak için tavsiye edilen ilk takviye D vitamini oldu. D vitamini üzerinde düşünürken, içinde bulunduğumuz küresel yüksek enflasyon sürecine ve bu sürecin “tedarik krizi” olarak adlandırıldığına şahit oldum.

D vitamininin ilk kaynağı güneştir. Birçok bitkide ve hayvansal gıdada bulunur. Ancak en çok da balıklarda mevcuttur. Ecza olarak satılan D vitaminleri ise koyun yünü yağı içerir.

Artık kültürel bir miras şeklinde algılanıyor; ancak yün yatak, yün yorgan, yün yastık, yün ceket, yün kazak, yün fanila ve yün çorap, sadece soğuktan korunmaya vesile olduğu düşünülen birer eşyaydı. Peki, eczacılarda satılan D vitamini ampullerinin koyun yünü yağından yapıldığını öğrendikten sonra yün eşyaya nasıl bakmalı? D vitamini, bağışıklık seviyesinin arttırılması ve yorgunluk, durgunluk gibi fizyolojik şikâyetlerden kurtulması için hastalara hekimler tarafından tavsiye edilen bir takviye… Buradan yorumlandığında, yün yatakta uykusunu alan kimsenin yorgunluk yerine çalıştığı işte bütün gün yorulmaksızın nasıl dinç kaldığını akletmek, sanırım zor olmasa gerek. Tabiî bir de çalıştığı sürede kapalı bir ofiste değil de güneş ışığını doğrudan aldığını düşününce, o kimsenin bir D vitamini zengini olduğunu ve bağışıklığının kuvvetini fark etmek olağan olacaktır.

D vitamininin en çok bulunduğu besinse “balık”. Kovid-19 sürecinde ne yiyeceğini şaşıran insanlara her gün ana haber bültenlerinde bir veri fısıldanıyor: “Bu sezon balık bolluğu yaşanıyor!” Bakar mısınız, tedarik krizinin yaşandığı bu durumda bir bolluk süreci de var! Yani her şeyin kıt, tedarik zincirlerinin iflâs ettiği bir zamanda balık bolluğunun yaşanması da ne?

Bir ayet silsilesi daha geliyor aklıma:

“Bulutu üstünüze gölge yaptık. Size, kudret helvası ile bıldırcın indirdik. ‘Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin’ (dedik). Onlar (verdiğimiz nimetlere nankörlük etmekle) Bize zulmetmediler, fakat kendilerine zulmediyorlardı. Hani, ‘Şu memlekete girin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin. Kapısından eğilerek tevazu ile girin ve ‘Hıtta!’ (‘Ya Rabbi, bizi affet’) deyin ki, Biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. İyilik edenlere ise daha da fazlasını vereceğiz’ demiştik. Derken, onların içindeki zalimler, sözü kendilerine söylenenden başka şekle soktular. Biz de haktan ayrılmaları sebebiyle o zalimlere gökten bir azap indirdik. Hani Mûsâ, kavmi için su dilemişti. Biz de, ‘Asânı kayaya vur’ demiştik, böylece kayadan on iki pınar fışkırmış, her boy kendi su alacağı pınarı bilmişti. ‘Allah’ın rızkından yiyin, için. Yalnız, yeryüzünde bozgunculuk yaparak fesat çıkarmayın’ demiştik.

Hani, ‘Ey Mûsâ! Biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız. O hâlde, bizim için Rabbine yalvar da O bize yerden biten sebze, kabak, sarımsak, mercimek, soğan versin’ demiştiniz. O da size, ‘İyi olanı düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyleyse inin şehre, istedikleriniz orada var’ demişti. Böylece zillet ve yoksulluk onları kapladı. Onlar, Allah’ın gazabına uğradılar. Bunun sebebi, onların, Allah’ın ayetlerini inkâr ediyor, peygamberleri de haksız yere öldürüyor olmaları idi. Bütün bunların sebebi ise, isyan etmek ve aşırı gitmekte oluşlarıydı.” (Bakara, 57-61)


Salgın sürecinde koyun yünü ve dolayısıyla küçük baş hayvancılık ile balıkçılığın, içinde bulunduğumuz sürecin kudret helvası ile bıldırcını olduğuna dair bir yorum da getirilebilir bu ayetlerle. Ancak konu sadece bu kadar kısıtlı değil. Öyle ya, Fransa ile İngiltere arasındaki balıkçılık krizi bu paralelde tekrar hortladı. Roma’daki G-20 Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye konusunda ABD Başkanı Biden’e ne diyeceği bütün dünyada konuşulurken, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile İngiltere Başbakanı Boris Johnson balıkçılık sorununu konuşuyordu.

İngiliz ve Fransız yetkililerden yapılan açıklamalara göre, Johnson, zirvedeki görüşmede, hâlihazırda İngiltere-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerini etkileyen en önemli konu olarak nitelediği Kuzey İrlanda Protokolü’nü gündeme getirdi. Katolik ayrılıkçılar ile İngiltere’ye karşı AB yanlısı Protestanlar arasındaki savaşı sona erdiren Belfast Anlaşması’nı korumak için acilen çözüm üzerinde anlaşmaya varılması gerektiğini vurguladı. Ayrıca Johnson, Macron’un “İngiltere’nin AB'den ayrıldığı için cezalandırılması gerektiği” yönündeki önerisi de dâhil, son günlerde Fransız Hükûmeti’nin ortaya koyduğu tehdit söylemini de eleştirdi. Bakınız, balıktaki bolluk, Birinci Dünya Savaşı’nın ortaklarını nasıl da birbirine düşürmüş!

İngiltere ile Fransa arasında balık bolluğundan kaynaklanan rant kavgası bu durumdayken, Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan aracılığıyla G-20 Zirvesi’nde şöyle diyordu:

“Aşı milliyetçiliğinin farklı yöntemlerle hâlen sürdürülmesi, Dünya Sağlık Örgütü tarafından tanınan aşıların özellikle uluslararası arenada ayrımcılığa tâbi tutulması kabul edilemez. Aynı şekilde, aşının şantaj veya politika kitle aracı olarak da kullanılması son derece yanlıştır! Bu hissiyatımızı ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması yönündeki değerlendirmelerimizi diğer G-20 liderleriyle de paylaştık. Nitekim biz, Türkiye olarak kendi geliştirdiğimiz aşımız TURKOVAC ile ilgili çalışmalarımızı insan odaklı bir yaklaşımla yürütüyoruz. Klinik deneylerinin son aşamasına geldiğimiz yerli aşımızı inşallah vatandaşlarımızla birlikte tüm insanlığın istifadesine sunacağız.

Dünya, bencilce tüketilmeye devam edilmesi hâlinde nefes alınabilecek atmosfer, içilecek bir damla su, ekilecek bir karış toprağın dahi kalmayacak bir yere dönüşecek. Son dönemde yaşanan doğal afetlerin ve iklim değişikliğinin tabiat üzerindeki olumsuz etkileri, bunu açıkça ortaya koydu. İklim değişikliği; insan hayatı, iktisadî büyüme ve sürdürülebilir kalkınma için ciddi bir tehdit kaynağı hâline gelmiştir.

Türkiye olarak Paris İklim Anlaşması’nı onayladık. Esasen ülke olarak bu konuda oldukça iyi bir seviyedeyiz. Yeşil Kalkınma Devrimi hedefiyle bu alanda tüm dünyada öncü bir rol üstleneceğiz. Bu çerçevede, belirlediğimiz 2053 net sıfır emisyon niyet beyanını G-20 liderleriyle paylaştık. Hazırlayacağımız eylem plânlarıyla bu alanda Türkiye’ye ve uluslararası camiaya katkılarımızı sunacağız…”

Hazreti Yûsuf, Kenan’dan kendisine gelerek iklim değişikliği nedeniyle yaşadıkları tedarik krizini atlatabilmek adına başvuran kardeşlerine de, tıpkı Mısır’dan ve dünyanın farklı yerlerinden gelen diğer topluluklara da dağıttığı ölçüyle vermişti. Sadece Mısır’ı düşünmemiş, ürün dağıtımında ırkçılık yapmamıştı. Acaba salgın nedeniyle üzerinde çalışılan Turkovac aşısından bahsederken iklim değişikliğine değinen ve bu aşıyı bütün insanlıkla paylaşacağını özellikle bütün dünyaya duyuran Erdoğan, kimin rolüne soyunmuş hâlde?

Yûsuf; bilgelik, erdem ve adalet… Ve daha adil bir dünya mümkün!

Türkiye, Rusya ile 1992-1995 Savaşı’nda karşı karşıya gelememişti. Ancak bugün Türkiye, Türk Devletleri Teşkilâtı ile Polonya’ya komşu Macaristan’ı da yanına net şekilde alarak muazzam bir kontrol ve etki alanı oluşturdu. Sırada niçin Polonya olmasın ki? 

Belarus-Polonya sınırı ile Bosna-Hersek’teki hareketlilik, Avrupa için en büyük tehlike!

İnsan niçin doğduğu yahut ikâmet ettiği yerden göçer? Bulunduğu yerde üretemiyordur da ondan… Yokluk nedeniyle, baskı nedeniyle, tedarik nedeniyle, engelleme nedeniyle üretemiyordur. Üretemeyince nasıl yaşasın? Yaşamak istiyorsa, göçecek! Tarihî kayıtlara göre bilinen ve İlk Çağ’ı kapatıp Orta Çağ’ı açan Kavimler Göçü’nün nedeni olarak gösterilen iklim değişikliği de hammadde ve yarı mamule erişimin yanında net üretimin kıtlığını, var olan koşulların üretimin engellemesini doğurmuştu. Ve toplumlar, askerî anlamda daha stratejik alanlar elde etmek yahut ülke arazisini genişletmek için değil, hayatta kalmak için yola çıktılar.

Suriye üzerinden gelen ilk göç etkisini Türkiye ile durdurdu Avrupa. Afganistan’dan gelen ikinci göç etkisini de durdurdu Avrupa. Afrika’dan gelen genel göç etkisini zaten Türkiye ile durduruyordu Avrupa. Peki, Rusya’nın baskısıyla Belarus üzerinden gelen üçüncü göç etkisini ne yapacaktı? Orada bir Türkiye yok!

Bugün Polonya’nın tam da bu süreçte Avrupa Birliği’nden ayrılmasını düşünen AB, Polonya’yı Rus etkisine kaptırmayı ne kadar hazmedebilir?

Maarif Vakfı Ukrayna Temsilcisi Emrah Dokuzlu’nun AA’ya yaptığı analizden bir parçayı buraya iliştirmek istiyorum. Şöyle:

“Yaşanan krizi sadece Polonya bağlamında ele almak yanıltıcı olabilir. Hukuk tartışmaları ile gün yüzüne çıkan sorunun temelinde esasen AB’nin kimlik sorunu ve birbirleriyle çatışan alanlar yatıyor. Brüksel elitlerinin diğer ülkelere karşı takındıkları tavır ve söylem sadece Polonya’yı değil, Macaristan gibi ülkeleri de rahatsız ediyor.

‘Hukukun üstünlüğü ilkesinin ihlâli’ ve ‘demokratik değerlere uyumsuzluk’ söylemleriyle farklı sesler çıkaran ülkelere karşı ekonomik yaptırımlar öngörülmesi, Brüksel elitleri ile Doğu Avrupa arasındaki fay hattını giderek derinleştiriyor. Hukuk zemininde başlayan tartışmaların aynı zeminde ilerlemek yerine ekonomik tehdit ve yaptırım kararlarına dönüşmesi, Polonya’yı rahatsız ediyor. Bu nedenle Polonya için hukuk başta olmak üzere başka birçok konuda, AB’nin ne kadar şeffaf olduğu hususunda soru işaretleri doğuruyor. Bu çerçevede Polonya’ya Kovid-19 yardım fonlarının kesilmesi dahi gündemde. Ayrıca finansal desteğin çekilerek demokratik yollarla seçilmiş olan iktidarın ekonomik darboğaza sokulmaya çalışıldığı düşüncesi de hâkim ülkede. Bunlar da Polonya’ya yönelik eleştirilerin ve yaptırımların çok daha derin bir arka plânı olduğunu gösteriyor.

AB’nin bazı hususlarda kontrol edemediği üyesini ekonomik yaptırımlarla diz çöktürmeye çalıştığı yorumları yapılıyor. Kontrol edilemeyen bir Polonya’nın demokratik değerlerden uzaklaşmakla itham edilmesi, ekonomik yaptırımlarla tehdit edilmeye çalışılması, esasında kulağa tanıdık geliyor. Nitekim benzer şekilde Türkiye de ne zaman AB ile görüş ayrılığı yaşasa aynı ithamlara maruz bırakılıyor.

Sonuç olarak, ‘Polexit’in şu aşamada sadece tartışmalar düzeyinde olduğunu belirtmek gerek. Ancak olası bir ‘Polexit’ senaryosunun, AB açısından Brexit’e kıyasla çok daha ciddî sorunlara yol açacağı tahmin ediliyor. Polonya’nın olmadığı bir Avrupa, uzun yıllar üzerinde çalıştıkları Birlik mefkûresinin de çöküşünü teyit eder. Diğer taraftan Polonya’nın tarihî, dinî, etnik ve nüfus yapısıyla Avrupa’nın içinde ve Avrupalı bir ülke olduğunu unutmamak lâzım.”

Rusya, Türkiye örneğiyle Avrupa’nın göç etkisinden ne kadar korktuğunu fark etmiş durumda. Belarus’un Rus destekli yönetimi de bu kapsamda Avrupa’nın korkusunun altını oyuyor. Polonya her ne kadar AB ile bir şekilde anlaşarak göç etkisini kırmaya çalışsın, peki yine Rus destekli Sırplara da güç yetirebilecek mi? Bırakalım Polonya’nın, AB’nin bile Sırplara ne kadar etki edeceğini düşünmek oldukça zor. Ve bu minvâlde, başlangıçta dile getirdiğimiz tarihî tevafuka doğru ilerleyen ve adresi Saraybosna, dolayısıyla Bosna-Hersek olan bir süreç işliyor.

Son aylarda Bosna-Hersek’te yaşanan gelişmeler, 1992-1995 yılları arasındaki vahşi Bosna Savaşı’nı hatırlatan dikkat çekici bir plâna doğru hızla ilerliyor.

ABD’nin bir önceki başkanı olarak ülkenin başına geçtiği seçimlerde Rusya’nın desteğini aldığı iddia edilen Donald Trump’la arası iyi bir eski sosyal demokrat, Bosna-Hersek’teki Dayton faciasının ürünü olan Sırp Cumhuriyeti’nin eski Cumhurbaşkanı Milorad Dodik, Bosna-Hersek’te ikinci bir ordu kurmak üzere ayrılıkçı fikirlerini uygulamaya soktu.

Dodik bir zamanlar, “Batı’nın liderlerine değil, sadece Erdoğan’a itimat ederim” ifadesini kullanarak her ne kadar Rusya’nın Balkanlardaki etkisini yükseltmek noktasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı kendisine angaje etmeye kalkışmış biri olsa da, son hamleleriyle ne denli tehlikeli biri olduğunu aşikâr etti.

Doğrusu Erdoğan’a yaptığı iltifatın nasıl ikiyüzlü bir oyun olduğunu, Dodik’in Sreprenica Soykırımı hakkındaki eski ifadelerinden haberdar olanlar bilirler. Dodik, son olarak bu hafta içinde yaptığı bir açıklamada, “Bosna-Hersek adıyla tek bir ülkenin artık var olmaması gerektiğini” net şekilde savunarak gözünü ne denli kararttığını göstermiş oldu. Bölgeden alınan  haberlere göre, son birkaç yıldır Bosna-Hersekli Sırpların yoğun biçimde silahlanmaya başladıkları ise son derece mühim ve tehlikeli hamlelerin Balkanları beklediğini gösteriyor.

Hâlihazırdaki ABD yönetimi, Balkanlardaki etkisini sürdürmek için Bosna-Hersek yönetiminin yanında olduğunu belirtmek üzere Bosna-Hersek Özel Temsilcisi aracılığıyla bir açıklama da yaptı. Ancak bu tavır üzerine, mevcut Sırp Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Zeljka Cvijanoviç ise, Milorad Dodik ve Sırp Cumhuriyeti hakkında görüşmeler yapmak üzere ABD’ye gideceğini açıkladı. Doğrusu bu gelişme, daha önce şahit olunmuş bir tutum olmadığı için dikkat çekici. ABD’de yapılacak görüşmeler son derece mühim!

Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı Üçlü Konseyi’nin eski Başkanı ve Balkanların Bilge Meliki Aliya İzzetbegoviç’in kıymetli oğlu, Boşnak lider Bakir İzzetbegoviç, söz konusu gelişmeler hakkında bir Boşnak televizyonuna şöyle bir açıklamada bulundu: “Görüntü, fiilen yeni bir çatışmaya doğru ilerliyor olduğumuz şeklindeydi, fakat işin oraya kadar gideceğini düşünmüyorum. Durumun netleşmeye başladığını söylerken aklımdan geçen bu!”

Balkan News’te de yayınlanan açıklamalarında İzzetbegoviç, Bosna-Hersek’te bir savaş tehdidi olup olmadığına ilişkin soruya, “Babam ülkeyi savunmaya hazırlanırken yani ülkenin savunması için ciddî çalışmalar içerisindeyken, ‘Rahat uyuyun, savaş olmayacak’ diyordu. Bunu insanları yatıştırmak ve olayların bu yönde gelişimini engellemek için yapıyordu. Savaş olmayacağını düşünüyorum fakat savaş olmaması için savaşa hazır olmamız lâzım” diyor ve ekliyor: “Eğer yaşamak istiyorsanız, ölmeye hazır olmanız gerekir. Eğer barış istiyorsanız, savaşa hazır olmanız gerekir. Bence insanların büyük bir kısmı Bosna-Hersek topraklarının bölünmesine izin vermemek için her şeye hazır…”


Avrupa Birliği, Türk Birliği’nden medet umacak!

Manzaraya bakınca, aklımıza ayrıca şöyle bir adım da geliyor: Azerbaycan’da karşı karşıya, Suriye’de karşı karşıya, Kırım’da karşı karşıya, Libya’da karşı karşıya ve Afganistan’da karşı karşıya olan Türkiye ile Rusya, Bosna’da da karşı karşıya gelir mi?

Türkiye, Rusya ile 1992-1995 Savaşı’nda karşı karşıya gelememişti. Ancak bugün Türkiye, Türk Devletleri Teşkilâtı ile Polonya’ya komşu Macaristan’ı da yanına net şekilde alarak muazzam bir kontrol ve etki alanı oluşturdu. Sırada niçin Polonya olmasın ki? Her ne kadar Trakya’da Yunanistan eliyle kırılmaya çalışılsa da Bulgaristan’da yükselen Türk etkisinin de AB tarafından görülüyor olduğunu düşünüyor ve ekliyorum: AB’nin Türkiye ve dolayısıyla Türk Devletleri Teşkilâtı ile bu süreçte akıllı bir işbirliği yapması, ismi “AB” olan yanardağın patlamasını engelleyebilecek en önemli hamle olacaktır. Değilse, Doğu Almanya etkisi bütün Avrupa’yı saracak ve dünya, yeni bir Kavimler Göçü ile yepyeni bir dizayn sürecine girecektir.

Ulusların ortadan kaldırılması şeklinde izlenen bu plânın tehlikesini sadece Türkiye üzerinden çözümleyemeyiz. Dijitalizmin net şekilde insanlığın emrinde işlemesi, ancak bu düşüncenin analiziyle mümkündür.