“BABAANNE, ödevim var! Seninle bir röportaj yapacağım, sen sorularıma
Tercan şivesiyle karşılık vereceksin” dedi çıtkırıldım torunu. Torun deyip
geçmeyin, onun gözünde “Banu Sultan”…
“Eskiden” diyerek başladı anlatmaya: “Ramazanlarda
şöyle yapar, uzun kış akşamları bir araya gelir, birbirimize hikâyeler anlatır,
‘Mektup yazdım gış idi,/ Galemim gümüş
idi./ Hele çoh yazıyordum/ Soyuh idi, ellerim donmuş idi’ diyerek maniler söyler, ‘Allah yaradmış beş yemiş,/ Beşi de
birbirini görmemiş,/ İkisi güneş görmüş/ Üçü görmemiş’ (beş vakit namaz)’ şeklinde bilmeceler sorar, eğlenirdik…”
“Allah seni yeddi oğulla bi sofraya oturda”, “Emegin boşa
getmeye”, “Ne muradın varsa göresen” şeklinde dua eden babaanne, Hacı Ali-Fadime Ateş çiftinin en büyük kızı Avniye Hanım’dır.
Mükerrem, Yılmaz, Abdullah, Şahset, Mesude ve Nevzat
kardeşlerin ablası, Remzi Bey’in eşi, Ramiz, Nilüfer ve Fuat’ın da annesi,
Nurbanu, Ömer, Nurefşan, Elif Esin, Halid, Ahmet ve Adil Efe olmak üzere yedi
torunun babaannesi/anneannesidir. Kiminin kayınvalidesi, yengesi, kiminin de teyzesi
yahut halasıdır.
1 Temmuz 1931 senesi başlayan hayat hikâyesi, buraya
sığmayacak kadar uzun, neşredilecek kadar da değerlidir.
Her şey, güneşin en güzel doğup battığı,
Kommagene Kralı 1. Antiochos tarafından yaptırılan devasa heykellerin yükseldiği
Nemrut dağı eteklerindeki Kâhta’dan çıkan bir gencin, Saltukoğulları
Beyliği'nin hükümdarı Mama Hatun Türbesi’nin bulunduğu ve Otlukbeli Savaşı’yla Osmanlı’ya katılan bölgeye, Tercan ilçesine atanmasıyla başlar.
Çok geçmeden Mors alfabesini çözen şık giyimli
gence, ilçe siyasetinin etkin ismi Hacı Ali’nin kızı aday olarak işaret edilir.
Hâliyle adayı görmek ister. Karanlık geceyi ikiye bölen sokak lâmbasının ışığı
altında pencere önünden ayakuçlarına basarak bir iki turlar, perde hafiften
aralanır ve göz göze gelirler. Hepsi bundan ibarettir. Telli duvaklı gelin olur
Avniye Hanım. Çok geçmeden Remzi Bey müdürlük kadrosu alır ve PTT lojmanlarına
yerleşirler.
“Hatırım için!”
Eşiyle, evlâtlarıyla, dostları ve komşularıyla
hasbihâl etmekten büyük keyif alırdı. Israrcıydı, kapıdan giren kim olursa
olsun, ikramsız çıkarmazdı. “Hatırım için!” der, ikinci tabağı, bilmem kaçıncı
çayı, en kötü ihtimâlle zayıf bilekleriyle çalkaladığı ayranı uzatırdı.
Karı koca, ikisi de merhametliydi. Neredeyse ellerinden
tutmadıkları, işe almadıkları genç kalmamıştı. Bildiklerini ve birikimlerini
paylaşmayı severlerdi. O dönem kota dâhilinde müdür kadrosuna verilen ücretsiz telefon
hakkından olacak ki, telefon görüşmelerine aşinalık kazanmıştı. Öyle ki, konu
komşusuna, eve gelen misafirlerine ahizeyi uzatır, araması gereken yeri bizzat
bağlatırdı. Bu hak önce yüzde 50’ye indirildi, daha sonra da ücretli hâle
getirildi, ama o bu alışkanlığından hiç vazgeçmedi.
Bir diğer alışkanlığı ise, ağrı kesici aldığında etrafındakilere
şeker ikram eder gibi hap uzatmasaydı. Yeniliğe ve değişikliğe açık, temizliğe
dikkat eden bir yapısı vardı. İlerleyen yaşına aldırış etmeden, yakın
periyotlarla perdeleri indirip yıkardı. Tembeli ve tembelliği sevmezdi.
Namazına düşkündü; vakitleri kaçırmaz, zamanında
eda ederdi. Sabah namazına uyandıktan sonra bir daha yatağına girmez, başucunda
duran tespihe sarılarak şükreder, diline yerleşen isimleri duasına dâhil
ederdi. İster misafir olsun, ister olmasın, üç öğün sofra tam vaktinde
kurulurdu.
“Her hayrın başı ‘Bismillah’tır!”
Elini neye atarsa atsın, önce “Bismillah” der,
adımlarını besmele ile atar, kapısını besmele ile açar, ayağa besmele kalkar,
yemeğe tuzu besmele ile katar, suyu hep besmele ile içer, yatağına besmele ile
girer, sonra da “Yattım sağıma, döndüm soluma, melekler şahit olsun dinime imanıma”
şeklinde başlayan o meşhur duasını yapardı.
Hikmetini sual edene şu meseli anlatırdı:
“Dinine bağlı bir kadının güzel bir alışkanlığı
vardı. Her işe besmele çekerek başlardı.
Bu kadıncağızın bir de inancı zayıf, dinî
hususlarla alay eden kocası vardı ki, o da karısının her işinde besmele çekmesine
kızarak, ‘Ne lüzumu var hanım her seferinde ‘Bismillah’ çekip durmanın?!’
derdi. ‘Bir gün ben buna bir oyun yapayım da besmelenin bir işe yaramadığını
öğrensin!’ diye düşündü ve karısına bir kese altın verip, ‘Bunu sağlam bir yere
sakla, sakın kaybolmasın!’ diye tembihte bulundu.
Kadın, kocasının elindeki keseyi ‘Bismillah’
diyerek aldı ve saklamak için de sandığa doğru yürüdü. Kocası da gizlice onu
takip ediyordu. Kadıncağız, besmele çekip keseyi sandığa koydu, ağzını da
kapattı.
Aradan bir iki gün geçtikten sonra adam, kadının
haberi olmadan sandığı açtı ve içinden altın kesesini alarak avludaki su
kuyusuna attı. Başını kuyuya uzatıp baktığında, kesenin helezonlar oluşturarak
dibe battığını gördü. Sonra karısına, ‘Hanım, altınlar lâzım oldu, şu keseyi
getiriver!’ dedi. Adam, karısının altın kesesini sandıkta bulamayacağını ve
dolayısıyla da besmele çekmenin faydasız bir amel olduğunu ispat etmek
istiyordu.
Kadıncağız her zamanki âdeti veçhile ‘Bismillahirrahmanirrahim’
diyerek sandığı açtı, keseyi almak için uzattığı elinde ıslak bir kese belirdi.
Hem kadın şaşırmıştı, hem de onu kapı eşiğinden takip eden kocası. Adam hayretler
içindeydi. Çünkü biraz evvel altın kesesini kuyuya bizzat kendisi atmıştı. Durumu
gördükten sonra adam meseleyi kadına anlatmak zorunda kaldı. Artık sabredecek
durumda değildi. ‘Hanım, senden habersiz sandığı açtım ve seni denemek için keseyi
kuyuya attım. Fakat görüyorum ki, çektiğin besmele seni mahcup olmaktan
kurtardı. Artık ben de besmelenin kerametine inandım. Ne olur beni affet!’ dedi…”
Kuru gözlüydü
İnanılmaz derecede kanaatkârdı. Olduğunda da,
olmadığında da tüketeceği miktar hep aynıydı. İsraftan kaçınır, evine gelenlere
karşı da son derece cömert davranırdı. Hep içine, kendi derinliğine gözyaşı
dökerdi. O yüzden kimse onun gözyaşı döktüğüne şahitlik etmedi.
Ömrünün son zamanlarında şeker illetine
yakalanmış ve elden ayaktan düşmüştü düşmesine, ama imdadına elli yıllık
sırdaşı Remzi Bey yetişmişti. Bir yandan insülin iğnesini vuran sıhhiye eri
oluyordu, diğer yandan önlüğü takıp mutfağa giriyordu. Buna rağmen mönü yine
onun direktifleriyle belirleniyordu. Aralarında bizim bilmediğimiz bir sevgi
bağı vardı; birbirlerine kızsalar da birbirlerini toplum önünde incitmez, kem söz
sarf etmezlerdi. İkna kabiliyeti vardı ve ne yapıp eder, sözünü mutlaka
geçirirdi. Hoşnutsuzluk çıksın istemezdi. Her şeyi alttan alır, parmaklarını
dudaklarına götürerek “sus” işareti yapardı.
Seneler seneleri kovaladı, derken 2012 baharı,
onu Remzi Bey’den ayırdı. Bu âni ölümle âdeta yıkıldı. Eşinin ardından hep
güzel cümleler kurdu ve sabah akşam ona dualar gönderdi. Gözü gurbet eldeydi.
Dönmesini beklediği torunları vardı. Yaz tatilinde hasret giderse de o, daimî
bir vuslattan yanaydı. Elli yıllık hayat arkadaşını toprağa vereli üç yıl
olmuştu. Kızının yanında kalıyordu. Yemeden içmeden iyice kesilmiş, sıklıkla
“Ben öleceğim” diyordu ama kimse ona bunu kondurmuyordu. Ta ki, 1 Mart sabahı
yoğun bakım ünitesinde kaldığı hastaneden gelen habere kadar…
Ebedî yurdu, Karşıyaka Mezarlığı D-21/1704 numaralı ada olup, gözü yolda Fatiha beklemektedir.