Atalar dini ve İslâm

Ortada iki din vardır: Bunlardan birisi “atalar dini”, diğeri ise “İslâmiyet”. Bu iki din binlerce yıldan beri hayatiyetini sürdürerek günümüze kadar gelmiştir. Muhtemelen kıyâmete kadar da bu şekilde devam edip gidecektir. Ancak bu iki din, aynı zamanda birbirlerine taban tabana da zıttır.

SOSYOLOJİK ve antropolojik olarak hiç şüphesiz insanoğlunun bir geçmişi vardır. Bu geçmiş, silsile-i merâtip yoluyla hem demografik, hem de kültürel olarak günümüze kadar gelmiştir. Bu mânâda elbette bir “atalar” olgusu ve kültü vardır. Bu da insan neslinin devamlılığı ve kültürel zincirin sürekliliği açısından son derece tabiî bir durumdur.

Lâkin “din” olgusu söz konusu olduğunda durum hepten farklılaşmaktadır ve bu meyanda iki temel gerçeklik ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birisi “atalar dini”, diğeri ise Allah’ın dini olan “İslâm”. İşte burada yollar kesinkes ayrılmaktadır! Atalar dininin kaynağı ve oluşum süreci bizâtihî insanoğlunun kendisidir. Diğerininki ise Allah’tır.

Peki, atalar dini neden ve nasıl ortaya çıkmıştır?

İnsanoğlunun geçmişi sosyolojik, antropolojik, arkeolojik ve dinler târihi açısından incelendiğinde, târihin hiçbir döneminde hiçbir kavmin veya topluluğun dinsiz bir hayat sürdüğüne şahit olmuyoruz. Başka bir deyişle, insanlar şu veya bu biçimde, doğru veya yanlış, hak veya bâtıl olarak mutlaka bir dine, bir tanrıya veya tanrılara inanmışlar, inanma ihtiyacı içinde olmuşlardır. Bu gerçeklik Doğu’dan Batı’ya, Güney’den Kuzey’e tüm kadîm kavim ve medeniyetlerin istisnasız hepsinde vardır. Acaba bu neden böyle olmuş ve hangi ihtiyaçlar bu sonucu doğurmuştur?

Aslında bunun cevabını din psikolojisi açısından insan psikolojisinde aramak gerekir. Bu mânâda tüm araştırmalar gösteriyor ki, “insan” denilen varlık, bir yönüyle son derece âciz ve güçsüz bir varlıktır. Özellikle bireysel psikoloji açısından mesele irdelendiğinde insanoğlunun bu acziyeti ve güçsüzlüğü karşısında kendisini teselli, rehabilite ve motive etmek için sürekli bir arayış içinde olduğu görülür. Bununla birlikte bir sığınma ve korunma psikolojisi olarak aşkın bir varlığa inanma ve tapınma ihtiyacı da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Diğer yandan bu psikoloji, öldükten sonraki hayatın mâmur edilebilmesi ve mutluluk içinde ebedî bir hayatın yaşanabilmesi için insan zihnini sürekli olarak baskı altında tutmaktadır. Ebedî kurtuluşun yolu da bu psikolojik duygu ve anlayışın müspet mânâda tahakkuk etmesini içermekte ve bunun gerçekleşmesi içinse insan zihninin her an teyakkuz hâlinde olmasını ortaya koymaktadır. Mâmâfih ağır tabiat şartları ve muazzam tabiat olayları da kadîm insanın muhayyilesinde aşkın bir varlığa tapınmayı zorunlu kılmaktadır.

Hakikatte ise Yaratıcı ontolojik ya da fıtrî olarak insanoğlunun özüne, cevherine, tabiatına inanma dürtü ve olgusunu daha baştan koymuştur. İşte bu dürtü ve olgu, adı ne olursa olsun, aşkın bir varlığa inanma ihtiyaç ve psikolojisini beraberinde getirmiştir.

Hâl böyle olunca, bu mânâda insanlık târihinde muazzam bir “dinler külliyatı” oluşmuştur. İşte bu külliyat “atalar dini”ni de beraberinde getirmiştir. Bu durum bütün kavimler için geçerlidir.

“Atalar dini” denilince içinde bizâtihî insanoğlunun ürettiği her şey vardır. Destanlar, menkıbeler, hikâyeler, masallar, kültler, kültürler, mitler, mitolojiler, kamlar, şamanlar, putlar, sahte tanrılar, adaklar, kurbanlar, tapınmalar ve daha binbir çeşit nice ritüelin hepsi ama hepsi buna dâhildir. İşte bütün bunlar zaman içerisinde muazzam bir geleneksel yapı oluşturmuş ve nihâyetinde “kültürel dinlerin” ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Mesele kültür olunca, sosyal temaslar neticesinde ve interaktif biçimde tüm kültürel dinler bundan etkilenmiş ve eklektik (ilâveli, ulamalı) bir yapıya bürünmüştür. Ne yazık ki, yaşayan Müslümanlık da bir şekilde bundan epeyce nasibini almıştır.

Hak Din olan İslâm’a gelince…

Allah, kaynağı insan olan ve insanoğlunun ürettiği atalar dinine karşılık tâ ezelden “İslâmiyet” denilen bir dini iyilik olsun diye insanlara göndermeyi ihmâl etmemiş ve daha Âdem’den başlamak üzere tüm Nebî ve Rasûller aracılığıyla bu dini insanlara göndermiştir. Emir ve yasaklarından ya da hükümlerinden de onları doğrudan sorumlu tutmuştur. Ancak, bütün bunlara rağmen pek az insan gerçek mânâda İslâmiyet’e inanmış, çoğunluk ise atalar dini üzerinde olmayı ve kalmayı tercih etmiştir. Bir anlamda “ataperest” olmayı kendilerine uygun görmüşlerdir. Binâenaleyh, Allah insanları bu konuda uyararak şöyle demiştir: “Ne zaman onlara ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki,) ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara Sûresi, 170’nci âyet, Kur’ân Fihristi)

Başka bir âyette ise şunları söylemiştir: “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde, ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. (Peki,) ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse?” (Maide Sûresi, 104’üncü âyet, Kur’ân Fihristi)

Görüldüğü gibi, ortada iki din vardır: Bunlardan birisi “atalar dini”, diğeri ise “İslâmiyet”. Bu iki din binlerce yıldan beri hayatiyetini sürdürerek günümüze kadar gelmiştir. Muhtemelen kıyâmete kadar da bu şekilde devam edip gidecektir. Ancak bu iki din, aynı zamanda birbirlerine taban tabana da zıttır. Ne yazık ki atalar dininden (geleneksel ve kültürel olarak) Müslümanlar da önemli ölçüde etkilenmişlerdir. Bunun böyle olduğunu anlayabilmek için Müslümanların din adına yapıp ettiklerine bakmak yeterli olacaktır. Ayrıca itikad, ibâdet, taat ve muamelâta bakmak da bu tezimizi doğrular mahiyette olacaktır. Bundan dolayı tüm Müslümanları Allah’ın dininin kitabı olan Kur’ân’a dâvet etmekten başka yol yoktur. Çünkü Allah’ın Rasûlü de böyle yapmıştı. İşte gerçek Sünnet budur! Vesselâm…