
İSLÂM tarihindeki önemli dramatik olaylardan biri, Kerbelâ
Olayı’dır.
Hicrî 10 Muharrem 61’de (Milâdî 680) günü Irak’ın
başkenti Bağdat’ın 100 kilometre kadar güneyindeki Kerbelâ adlı yerde Hazreti
Hüseyin ve yanındaki 72 akraba ve dostunun vahşice, Emevîlerin Kûfe Valisi İbni
Ziyad’ın gönderdiği askerler tarafından katledilmesi olayıdır.
“Kerbelâ” adının Akkadca ve Asûrice “sivri külâh”
anlamına gelen “karballatu” kelimesinin Orta İbranice ve Ârâmicede “Karbelâ”
şekline dönüştüğü yaygın bir görüştür. İkincisi, Arapça “Bâbil çevresi”
anlamına gelen “Kuver Bâbil” tamlamasından ileri geldiği de etimolojisi
hakkındaki bir bilgidir. Üçüncü görüş ise Yâkut el-Hamevî’de zikredildiği
üzere, “ayakların yere yumuşak basması, ayakların yumuşak zemine basması, çamurda
yürümek” ve “buğdayı ayıklamak ve temizlemek” anlamlarına gelen “kerbele”
kökünden geldiği ileri sürülmüştür.
Kerbelâ; Necef ve Samarra gibi, Şiilerce önemli
sayılan türbelerden dolayı adı “atebât-ı âliye” veya “atebât-ı mukaddese”
olarak anılan mekânlardan birisidir. (E. Honigmann, “Karbalâ”, İA, C.IV,
İstanbul Tarihsiz, s.580-582; Mustafa Öz, “Kerbelâ”, DİA, C. XXV, s. 271.)
***
İslâm tarihinde “Kerbelâ” ismiyle ilgili ilk bilgiler,
Hâlid Bin Velid’in Hire’nin fethinden sonra bir sefer dönüşünde ordusuyla
634’te Kerbelâ’ya gelip konaklamasından dolayı yer almıştır. (E. Honigmann,
a.g.m.)
Hazreti Hüseyin’in yakınlarıyla birlikte 10 Muharrem
günü katledilmesi, sonuçları bakımından tarihin şahit olduğu önemli olaylardandır.
Ancak Hazreti Hüseyin’den sonra gelen dokuz imam zamanında bir Aşura Günü
töreni yapılmamıştır. Abbasiler döneminde Hazreti Hüseyin için Kerbelâ’da
yaptırılan türbe/mezar özellikle ziyaret edilmiştir. Türbenin masraflarının
karşılanabilmesi için de Halife Mehdi-Billah’ın (ö. 785) annesi Ümmü Mûsâ bint
Mansûr tarafından bir vakıf oluşturulmuştur.
Ne var ki, bir başka Abbasî Halifesi Mütevekkil
‘Ale’llâh (ö. 861) ise Şia’ya düşmanlığından dolayı Hazreti Hüseyin’in türbesi
ve çevresindeki ev ve muhtelif yapıları yıktırıp düzlettirerek burayı tarım
alanına çevirtmiştir. Burayı ziyarete gelenleri de en ağır şekilde
cezalandıracağını ilân etmiştir. Abbasilerin Şiilere ve özellikle onların
ziyaret yerlerine karşı tutumları farklılık göstermiştir. Ancak Abbasiler
döneminde bugün yapılagelen Aşura/ Muharrem/ Kerbelâ törenlerinin bir
benzerinin yapıldığını gösteren hiçbir bilgi yoktur.
Bugün yapılmakta olan Kerbelâ törenleri Büveyhoğulları
(934-1062) ile birlikte ortaya çıkmıştır. Büveyhî Sultanı Müîzü’ddevle, 963
yılı Muharrem’inin 10 uncu gününde, Bağdat’ta çarşı ve pazarların
kapatılmasını, ticaretin durdurulmasını ve halkın da kaba çuldan elbiseler
giyerek sokaklarda ağıtlar yakmasını emretmiştir. Kadınların da siyah
kıyafetlerle sokaklara çıkmaları, gruplar hâlinde şehirde dolaşmaları,
elbiselerini parçalamaları, yüzlerine vurmaları ve ağıt yakmalarını istemiştir
(İbnü’l-Esîr, El-Kâmil Fit-Tarih, C. VIII, s.549).
Suyuti, bu merasimin Hazreti Hüseyin adına Bağdat’ta
yapılan ilk tören olduğunu belirtilmiştir (Suyutî, Tarih, 347).
Muiziüd’devle, Aşura törenleri ile bir yas ve matem
günü kabul ettirmişken, aynı zamanda Zilhicce’nin 18 inci gününü de Ğadîrhum
Günü Bayramı” olarak ilân etmiştir. (İbnü’l-Cevzî, Muntazam, C.XIV, s.189, 196.)
Bu gün de şehirler süslenir, davullar çalınırdı. (Aktaran:
Ahmet Güner, Büveyhîlerin Şiî-Sünnî Siyaseti, İzmir 1999, s. 101-105.)
Büveyhîlerin ihdas ettikleri bu matem günü ve Ğadîrhum
Bayramı ile birlikte Hazreti Hüseyin’in şehit edildiği mekân Kerbelâ, daha da
büyük bir önem kazandı. Büveyhilerle birlikte Hazreti Hüseyin’in kabri/türbesi
yerine “meşhed” deyimi kullanılmaya başlanmıştır.
Kerbelâ’da Hazreti Hüseyin’in türbesinin etrafında
yapılan işler hakkında gözlemlerini aktaran ünlü kişilerden biri de seyyah İbni
Batuta’dır. Türbenin gümüşten yapılmış olan eşiğinin hürmetle öpüldüğünü,
mezarın bulunduğu yerde altın ve gümüş kandillerin asılı olduğunu, kapılarda
ipek perdelerin bulunduğunu belirtmiştir. İbni Batuta, şehir halkının İmâmiyye
mezhebine bağlı olduğunu ve şehrin Rahîkoğulları ve Fâizoğulları olarak iki
kısma ayrıldığını, aralarında kavga ve dövüşün hiç eksik olmadığını, bundan
dolayı da şehrin harap vaziyette olduğunu ifade etmiştir. (İbn Batûta
Seyahatnâmesi, Çev. A. Sait Aykut, C.I, İstanbul 2022, s.313)
Şiilik uygulamaları hakkında Safevî Devleti,
Büveyhoğullarının takipçisi olmuştur. Safevilerin iktidarıyla Şiilik hem İran,
hem de Irak’ta hâkim hâle geldi. Sünnîlik şiddetle bastırıldı, sufi türbeleri
tahrip edildi ve Şiî imamların türbelerini ziyaret, Mekke’ye hacdan daha ön plâna
çıkarıldı. Böylece Kerbelâ ve Necef’teki meşhetler birer hac merkezine
dönüştürüldü. (Lapidus, İslâm Toplumları Tarihi, Çevirmen: Tayfun Atay, C.1, s.
408, 410; Honigmann, a.g.m.)
Şah Birinci Abbâs, 1032 Şevvâl’de (Temmuz 1623)
Bağdat’ı kuşattı ve üç aylık zorlu muhasara sonrasında şehri ele geçirdi. Şehre
giren Safeviler Bağdat’ta Sünnîlerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde katliama
giriştiler ve bu esnada Ebû Hanife’nin daha önce Osmanlılar tarafından yapılmış
olan türbesi ile diğer mekânları da tahrip ettiler. (İsmail Hakkı, Osmanlı
Tarihi, Ankara 1995, III, 148-160.)
Kasr-ı Şirin Anlaşması ile tekrar Osmanlı yönetiminde
kalan Irak’ta mezhepler arasında uzun süre bir sükûnet sağlanmıştır. Bu sükûnet
barış dönemini, 1800 senesinde Necef’i ziyarete gelen Hazâ’il aşiretlerinden
bir grup Şiî ile buraya ticaret için gelen Vahhâbî topluluğu arasında büyük bir
çatışma çıkana kadar sürdü. Burada 300 Vahhâbî öldürüldü.
Necef’teki bu saldırı Vahhâbîler için güzel bir fırsat
oluşturdu. 1801 yılında Abdülaziz’in oğlu Su’ûd yönetimindeki 10 binin üzerinde
Vahhâbî, askerin olmadığı ve halkın da Muharrem matemlerinde olduğu Kerbelâ’ya
saldırdı. Hâlbuki Vahhâbîlere saldırı Necef’te olmuş idi. Necef’in müstahkem
olmasından dolayı Vahhâbîler korunmasız olan Kerbelâ’yı tercih ettiler. 20
Nisan 1801’de sabaha karşı batı kapısından Kerbelâ’ya girdiler. Önce bid’at
olarak gördükleri Meşhed-i Hüseyin’i tahrip ettiler. Mezarların kubbelerini
yıkıp süslemelerini bozdular ve altın ile gümüş namına değerli ne varsa ganimet
olarak aldılar.
Yarım gün süren bu saldırıda 3 binden fazla Şiî
katledildi. (Zekeriya Kurşun, Necid ve Ahsâ’da Osmanlı Hakimiyeti, Vehhâbî
Hareketi ve Suud Devleti’nin Ortaya Çıkışı, Ankara 1998, s. 34,39; E.
Honigmann, a.g.m.)
Öldürülen insanların arasında Muharrem törenlerine
gelen İranlılar da bulunuyordu.
***
Vahhâbî işgalinden sonra kitlesel olamayan Aşura
törenleri, Baas Partisi’nin askerî bir darbeyle yönetimi ele geçirmesine kadar
(1968) yapılmaya devam etmiştir.
Baas döneminde yasaklanan bu törenler, ABD’nin Irak’ı
işgaliyle birlikte 2003’ten itibaren yeniden başlamıştır. İran’da Şehinşahlık
dönemi (1924) ile başlayan Aşura törenleri kesintisiz devam etmiş ise de 1979
Halk Devrimi’nden sonra bir çeşit devlet siyaseti olarak benimsendiğinden
dolayı artarak büyük kitlelerin katılımına teşvik edilmiştir.
Törenlerde kan akıtılması esastır. “Celde” adlı demir
bir kamçı ile katılımcılar sırtlarına vurup kanatarak, bıçaklarla her yaştan
insanın kafa derisi çizilip kanının akması temin edilerek, ağır cisimler
taşınarak Hazreti Hüseyin ve dostlarının çektiği acılar anlaşılmaya,
hissedilmeye çalışılmaktadır. Bu törenlere katılmak, büyük sevap getiren
hayırlı bir amel olarak kabul edilmiştir. Tören esnasında veya tören için
Kerbelâ’ya gitmiş olanların orada ölmeleri hâlinde günahlarının bağışlanmış
olacağı ve Kerbelâ’da gömülen cenazelerin Cennet’e gideceği inancı Şii nüfus
arasında baskındır.
Hazreti Hüseyin’den sonra gelen imamların
yapmadığı/yaptırmadığı ve 11’inci yüzyılda Büveyhî Şahı Muizü’d-devle’nin icat
ettiği Aşura Matem ve Ğadîrihum törenleri kesintilerle günümüze kadar gelmiş,
günümüzde ise Şii toplulukları arasında bir çeşit yarış ve kendini gösterme,
ispatlama günleri olarak değerlendirilir olmuştur.
Doğrusu zalimlikte Emevileri aratmayan Büveyhilerin
icat ettiği bu törenlerin Hazreti Hüseyin adına sahiplenilmiş olmasını
açıklamak zordur.
Tarihin ender rastladığı bir zulüm örneği ile Hazreti
Hüseyin ve dostlarının katledildiği Aşura Günü, belli ki zulmü, iktidarlarının
temeli sayan idareler tarafından kendilerini bir çeşit aklama fırsatı olarak
görülmektedir. Halkın mezhebî asabiyeti ve bu törenler ile zalim iktidarlar
kendi zulümlerini halk katında örtmeye çalışmaktadırlar.
2011’den beri Suriye’de milyondan fazla masum,
savunmasız insanın katliamından doğrudan sorumlu olan İran yönetimi de
Büveyhilerin bu bid’at törenlerini diri tutmaya, mümkün olduğu kadar kitlesel
katılımlar için devlet imkânlarını seferber etmeye çalışmaktadır. Aşura
törenleri Suriye, Irak ve Yemen gibi ülkelerde yapılan katliamları, işlenen
zulümleri örtmeye yeter mi? Günümüzde Aşura törenleri halkı aldatma ve uyutma
aracı hâline dönüşmüştür. Katliamcıların, zalim diktatörlerin Hazreti
Hüseyin’in adını ve acısını kirli/kanlı işleri için bir örtü olarak
kullanmaları, İslâm dünyası için oldukça hüzün verici bir sonuçtur.