ORTAOKUL
yıllarımda yurtdışı haberleri içerisinde en hassas olduğum yer Afganistan’dı.
SSCB işgaline direnen Afgan mücahit aşiretlerine dair ulaşabildiğim her yazıyı
okur, her haberi izlerdim. 13-15 yaşlarındaki bu idrakin kavrayabildiği tek
nokta, “cihat” kelimesinin cazibesiydi elbette. Benzer nazarla ateşi dönem
dönem yükselip düşen Filistin haberlerini de takip ederdim. Bazı geceler
rüyamda Afganistanlı bir çocuk olup Sovyet tanklarına ateş eder, elime sapan
alıp İsrail askerlerini taşlardım.
Nitekim SSCB ordusu 1989’da Afganistan’dan çekilirken
bayram yapmıştım çocukça. Bir büyüğüm “Çok sevinme, asıl tehlike bundan sonra!”
dediğinde anlayamamıştım ne demek istediğini. Varşova Paktı yıkılırken sağdan
soldan duyduğum “Zulmün kızılı gitti, sıra karasın da” diyen sloganların
büyüsüne kapılarak “Her şey Afganistan ile başladı” demeye devam ediyordum.
Lakin kısa zaman içerisinde o büyüğümün haklı çıktığını görmeye başladım. Zira
SSCB misal ortak düşmana karşı gönül birlikteliği kurabilen mücahit aşiretler,
iktidarı devralır almaz birbirlerine girmişlerdi. Meğer onları bir araya
getiren çimento, inandıkları ilkelerin rahmeti değil, inanmadıkları şeylere
duydukları öfke ve kinmiş. Yâre dostlukta değil, ötekine düşmanlıkta
buluşabilmiş topluluklarmış. Yeni yetme aklım her ne kadar bu hayal kırıklığını
kabullenmek istemese de görüp, dinleyip, okuduklarıma binaen iyi kötü
kavrayabilmiştim bir şeyleri.
1992 yılına gelindiğinde yatılı bir okulda lise
öğrencisiydim artık. Bugünün Ortadoğu’suna nazire yaparcasına, günbegün katliam
haberleri yayınlanıyordu. TV’lerden canlı yayınla soykırım takip etme dönemi o
günlerde başlamıştı. Önce Ermeni işgal güçlerinin Azerbaycan-Karabağ’da
yaptıkları katliamları izlemiştik. Onun ateşi dinmeden, bu kez Batı’dan
haberler alır olduk. Bosna-Hersek’te de kardeşlerimiz katledilmeye başlamıştı.
Yatılı okula gazete sokmak yasaktı ama bir şekilde gün
aşırı da olsa temin ettiğimiz gazeteleri akşamları gizli gizli okuyorduk yurt
binasında. Gazeteler Hırvatistan ve Slovenya’da olduğu gibi Bosna’daki
olayların da birkaç hafta içerisinde durdurulacağını yazıyor, AB’nin,
Avrupa’nın göbeğinde katliama daha fazla müsaade etmeyeceği söyleniyordu. Öyle
ya, insan hakları şampiyonluğuyla övünen en uygar topluluğun gözü kör, kulağı
sağır olamazdı.
Derken meşhur “Pazar Yeri” katliamını verdi TV’ler.
Dağ bayır kaçışan Boşnak sivilleri, ekmek sırasında beklerken taranan
kadınları, Sırp keskin nişancılarının hedefindeki çocukları izledikçe AB
hayalinden sonuç çıkmayacağını düşünenler artmaya başladı. Yine de Sırpları
suçluyorduk genellikle ve Sırplara omuz veren Rusya’yı…
SSCB gitmiş ama yerine Rusya belası gelmişti. Üstelik
veto silahıyla BM’nin Bosna’da elini ayağını bağlamıştı güya. Yoksa dönemin ana
akım medyasının da vurguladığı üzere, BM bu kadar zulme müsaade etmezdi.
Sırplardan sonra Hırvatlar da Müslümanları katletmeye
başlayınca, toplumda “Küfür tek millet mi?” diye soranların sayısı artar
olmuştu. Yine de ülke içinde hâkim olan laik-antilaik geriliminde mevzi
gerilemesi oluşturabilir kaygısıyla böylesi tehlikeli sorular sumen altı
ediliyordu yurdum basınında.
Henüz lise çağlarında olduğumuz halde medyanın
kayıtsızlığının farkındaydık arkadaşlarımızla. Tespitlerden ziyade sloganlar
eşliğinde Bosna ve Azerbaycan’ı konuşuyorduk aramızda. Bilgimiz azdı belki,
kanaatlerimiz de hakeza, ama duygumuz...
Kaç gece yurt yatakhanesinde arkadaşlarımızla
ağlamıştık. Kardeşlerimizin derdine ve bizim çaresizliğimizeydi gözyaşlarımız. Birkaç
gece rüyamda Boşnak mazlumların yardımına koşmuştum. Bu kez esmer değil,
sarışın kardeşlerimiz vardı yardım bekleyen.
Her nedense Mostar Köprüsü’nün Hırvat topçularınca
vurulma anını hiç unutamıyordum. Yıkılan, harap olan Afganistan, Azerbaycan ve
ille de Bosna-Hersek şehirlerini izledikçe içimde beliren cihat nostaljilerine
teknik bir ideal giydirip inşaat mühendisliği okumaya karar vermiştim.
Evet, âlem-i İslam tüm bu savaşların nihayetinde âbâd
olmalıydı. Bu âbâd işinde ben de naçizane mühendis olarak katkıda bulunacaktım
o günkü hayallerimle…
1994 yılına gelindiğinde İTÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü
öğrencisiydim. Afganistan hâlâ haraptı ve eskinin mücahit aşiretleri boğaz
boğaza birbirlerine girmişlerken, Pakistan’dan gelen Taliban adındaki yeni
aktör, güney şehirlerinden başlayarak Afganistan’ın kontrolünü ele geçirmeye
başlamıştı. Kardeşkanı döktükleri için sebep-sonuç-nedensellik misali
analizlere gir(e)meden soğumuştum Afganistan haberlerinden. Ama Bosna…
Her dem sıcacıktı gönlümde Bosna. 95 Temmuz’undaki
Srebrenitsa katliamından sonra kor ateş oluvermişti iyiden iyiye. BM veya
NATO’nun gözü önünde ve hatta teşvikleriyle binlerce Müslüman kadın, çocuk, yaşlı
ve de genç katledilmişti. Artık çocukça hüzünlerin değil, matemlerin nesnesiydi
Bosna.
Bilge Kral
Ve Aliya, Bilge Kral… İsmiyle müsemma “İzzetbegoviç”… “Doğu
ile Batı Arasında İslam”, ondan okuduğum ilk kitaptı. Her cümlesinde hikmet
vardı, bilgelik kokuyordu satırları. İzzetli ve vakur duruyordu TV
haberlerinde. Mağdurdu ama ezik değildi, mazlumdu ama acınmıyordu…
“Ben Müslümanım ve Müslüman olarak kalmaya kararlıyım.
Bu, hayatımın sonuna kadar böyle devam edecek. Çünkü İslam, benim için iyi ve
asil olmanın en doğru ifadesidir” demişti.
“Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için gökyüzünün
öğrencisi olmak lazım” cümlesi de, “Hayat, inanıp salih ameller işleyenler
dışında kimsenin kazanamadığı bir oyundur” cümlesi de onundu. “Düşmanlarımıza
bir borcumuz var, o da adaletli olmak” demişti. Zira bugün maalesef yitirmiş
olduğumuz “haklı olmanın haklı kalmak kadar önemli olduğu” gerçeğinin tastamam
farkındaydı. Mücadele ahlakını başta Efendimiz’den (sav) ve ismini de aldığı
İlmin Kapısı’ndan (kv) öğrenmiş olmalıydı.
“Savaşta nasıl davranacağımızı
düşmanlarımızdan değil, inancımızdan öğreniriz” deyişiyle Afganistan’daki
mücahitler misali ötekine düşmanlıkla değil, “Dost” bildiğine yarenlikle
yüceldiğini de anlatabilmişti zımnen.
“Sırplar bizim
öğretmenimiz değiller, onlar gibi davranmayacağız. Kitap’a uymazsak, zulme
karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz!” derken, “Kişi sevdiğiyle birliktedir” hadis-i şerifinin nefes alıp verebilen
beyanı oluvermişti adeta.
Üstelik tüm bu sözleri ertesi gün yayınlanacak bir gazete için masa başında, sırtı pek halde dillendirmiyordu, cephedeydi. Her gün öldürülen, binlerce kez yaralanan biriydi. Kalemini mürekkebe değil, kendi kanıyla doldurduğu hokkaya daldırıyordu. Çetin imtihanlar içerisindeydi ve Şehitler Efendisi Hz. Hüseyin’in azametinden nasipdâr bir hali vardı. “Katil olmak ile kurban olmak arasında seçim yapmamız gerektiğinde, biz kurban olmayı seçeceğiz” diyen o değil miydi?
Evet, Bosna benim için Kerbela idi artık. Mazlumun asil, mağdurun tertemiz olduğu tarihin kaydına ender düşen bir kavganın izzet abidesiydi. İslam’ın serhat beldesinde, imanın Batı hududunda beliren güneşti o. Sanki kıyamet arefesinde güneşin batıdan doğacağına delil olmak ister gibi bir hali vardı. Zulmün karanlığı içerisinde ümmetin yarınları adına parıl parıl parlıyordu.
Onca katliamın sonunda
dillendirilebildiği şu cümleyle birlikte artık âşık olmuştum Bilge Kral’a: “Sırplar
bir iki nesil daha bekleselerdi, muhtemelen hepimiz Batı kazanında kaynayıp Hıristiyan
olacaktık. Lakin şehitlerimizin kanlarıyla İslam, sökülmemek üzere kazıldı
artık bu topraklara…”
Bu sözün hikmet nazarındaki aslını bin
300 küsur yıl evvel Seyyide Zeyneb dillendirmişti Sırp kasaplarına bile rahmet
okutan o zalim Yezid’e karşı: “Kerbela günü de, evvelinde de, ahirinde de
Rabbimden güzellikten gayrısını görmedim…”
Bu azametli sözün 13 asır gecikmeyle
gelen şerhiydi Aliya’nın beyanı. Yüz binlerce kez öldükten sonra “Hamdolsun iman,
çıkmamak üzere kalplerimize girdi artık!” diyebilecek kaç şuuru tanıyabildi ki
asrımız?
Evet, Bosna’nın Bilge Kral’ı, 20.
asrın entelektüel kutbuydu. Günümüz Ortadoğu’sunun mücadele sahasında aradığı tüm
ahlakî ilkeyi çeyrek asır evvelinden dillendirendi. Ve aynıyla yarınları da
kurtarmanın derdindeydi.
“Dünya üzerindeki Müslümanların
vaziyetini düşündüğümde ilk sorum hep şu olur: Acaba hak ettiğimiz kaderi mi
yaşıyoruz? Vaziyetimiz ve mağlubiyetlerimiz konusunda daima başkaları mı suçlu?
Eğer biz suçluysak -ki ben böyle olduğu kanaatindeyim-, yapmamız gereken neyi
yapmadık? Yahut yapmamamız gereken neleri yaptık? Bana göre bunlar, bizim
imrenilmeyecek vaziyetimizle ilgili iki kaçınılmaz sorudur."
Doğru ve güzel sorunun “ilmin anahtarı” olduğunu fark
etmiş olan bu şuurun İslam ülkeleriyle ilgili genel bir önerisi de okullarda
“Eleştirel Düşünme Teknikleri” dersinin okutulmasıydı.
Vuslat vakti
Ve 2003… Türkmenistan’da inşaat mühendisiydim ve Türkmenistan-Afganistan
hududuna yakın bir yerde kimyasal tesis inşa ediyorduk. ABD savaş uçakları
bizden 200-300 kilometre ilerideki hedefleri vuruyordu peyderpey. Bir akşam
TV’den takip ettim, Bilge Kral Aliya vefat etmişti…
“Çok yaşadım ve epey yoruldum, artık Sevgilime kavuşma
zamanıdır” diyen izzet ve hikmet abidesi, Sevgilisine (sav) ve O’nun da sevdiği
Sevgililer Sevgilisine (cc) yürümüştü.
Haber bülteninde Aliya’nın kendisi için anıtmezar
istemediği söylenmişti. Sağlığı saraylarda geçmediği gibi, naaşının da görkem
veya ihtişamdan uzak kalmasını istiyor olmalıydı.
Bir acı hesap
Bu vefatın da üzerinden beş yıl geçmişti. Ve ben artık
inşaat mühendisi değil, senaristtim, elim kalem tutuyordu ve bina yerine
metin/mana inşası için uğraş veriyordum. Bosna-Hersek’te açılacak olan Türk üniversitesinden
Kurtlar Vadisi ekibine davet gelmişti. 7 kişilik bir grup halinde Saraybosna’ya
gitmiştik. Uçaktan iner inmez aldığım ilk nefeste matemin kokusunu almıştım
buram buram.
Adımlarımızın ezdiği her yerin altında kilometrelerce
tünel olduğunu söylemişti bizi karşılamaya gelen şahıs. Kuşatma günlerinde
havalimanına inen uçaklar tepelerde konuşlanmış Sırp nişancılara açık hedef
olduğu için karadan ve açıktan değil, ancak tünel kullanarak yerin altından bu
yardımları şehre götürebiliyorlarmış.
Şehre girdiğimiz an itibariyle gözüm o meşhur “Pazar Yeri”ni aramaya başlamıştı. Aracımız tam da katliamın olduğu yerde duruverdiğinde, 17 yıl önce yaşanan tüm acılar birebir ve tazeymişçesine çekip alıvermişti beni.
İkinci durağımız şehitlikti. Bilge Kral’ın
huzurundaydık. Orada öğrenmiştim, Aliya’nın kendisiyle ilgili yegâne
vasiyetiymiş. Soykırım günlerinde şehit düşen askerlerinin arasında ve Osmanlı
döneminden kalma bir mezarlığa komşu şekilde ebedî istirahatgâhındaydı. Tepesi
açıktı. Güneşin ışıkları da, bulutlardan inen her bir rahmet damlası da
doğrudan mezarına iniyordu.
Ve aynı ziyarette Cuma namazı için camideydik.
Boşnakça olan vaazın yaklaşmakta olan Ramazan ayıyla ilgili olduğu Arapça bazı
kelimelerden kendini ele veriyordu. Namaz için ayağa kalktığımızda imamın
zikrettiği Boşnakça cümlenin, “Dışarıda kardeşlerimiz var, safları
sıklaştıralım ey cemaat!” mealinde olduğu da iyi kötü belliydi.
Nitekim önümdeki safta bir kişilik yer açılmıştı.
Hamle edip öne geçtiğim sırada, yanımdaki 17-18 yaşlarındaki Boşnak gence
omuzlarım değmişti. Bir an dönüp bana bakıverdiğinde… Tam da o an, yıllar yılı
unutamayacağım o “bal rengi gözleri” görüvermiştim oracıkta…
“Aşkın Şehidi” romanını okuyanların hemen
hatırlayacakları bir tasvirdir bu. Roman boyunca Şehitler Efendisi Hz. Hüseyin’in
bakışları bu tasvir ile anlatılagelmişti. Bal rengi gözlerin karşısında
erimişti romanın tüm karakterleri.
Evet, o gözler ismini dahi öğrenemediğim Boşnak bir
kardeşime aitti ve sanki 14 asırlık bir mazlumiyeti muhafaza ediyordu. Ondaki
öyle derin bir bakıştı ki, “Sen!” diyerek hesap sormuştu hal dilince: “Ben
öldürülürken, babam, ağabeyim, annem ve de ablam öldürülürken sen neredeydin ey
kardeşim? Okul yatakhanesinde ağlamayı marifet mi bellemiştin?”
En derinden, bamtelimden yakalayıp sarsmıştı o bal
rengi bakışlar. Bir anlık o bakış için üç kitap ve bin 300 sayfalık bir özür
gelmişti sonradan. Karşılık bulup bulamadığını Allah bilir; tek bildiğim, “Bal
Rengi Gözler”in sadece Boşnakça değil, Arapça, Kürtçe, Türkmence ve Ortadoğu’nun
bilumum lisanlarınca hesap sormaya devam ettiği. Üstelik bu kez kardeşimi
başkaları değil, kardeşi vurmakta…
Yaralı kartala sordular: “Neden bu denli matemdesin?”
Dedi ki, “Beni vuran okun arkasında kardeşimin tüyleri var”.
Allah’ın salât ve selamı Bedir’den Kerbela’ya, Malazgirt’ten Çanakkale’ye, Bosna’dan Filistin’e tüm şehitlerimizin ve ağuşunu açmış bir halde onları bekleyen Efendimizin (sav) üzerine olsun…