Asrın Şahidi: Aliya İzzetbegoviç ve bal rengi gözler

“Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için gökyüzünün öğrencisi olmak lazım” cümlesi de, “Hayat, inanıp salih ameller işleyenler dışında kimsenin kazanamadığı bir oyundur” cümlesi de onundu. “Düşmanlarımıza bir borcumuz var, o da adaletli olmak” demişti. Zira bugün maalesef yitirmiş olduğumuz “haklı olmanın haklı kalmak kadar önemli olduğu” gerçeğinin tastamam farkındaydı. Mücadele ahlakını başta Efendimiz’den (sav) ve ismini de aldığı İlmin Kapısı’ndan (kv) öğrenmiş olmalıydı.

ORTAOKUL yıllarımda yurtdışı haberleri içerisinde en hassas olduğum yer Afganistan’dı. SSCB işgaline direnen Afgan mücahit aşiretlerine dair ulaşabildiğim her yazıyı okur, her haberi izlerdim. 13-15 yaşlarındaki bu idrakin kavrayabildiği tek nokta, “cihat” kelimesinin cazibesiydi elbette. Benzer nazarla ateşi dönem dönem yükselip düşen Filistin haberlerini de takip ederdim. Bazı geceler rüyamda Afganistanlı bir çocuk olup Sovyet tanklarına ateş eder, elime sapan alıp İsrail askerlerini taşlardım.

Nitekim SSCB ordusu 1989’da Afganistan’dan çekilirken bayram yapmıştım çocukça. Bir büyüğüm “Çok sevinme, asıl tehlike bundan sonra!” dediğinde anlayamamıştım ne demek istediğini. Varşova Paktı yıkılırken sağdan soldan duyduğum “Zulmün kızılı gitti, sıra karasın da” diyen sloganların büyüsüne kapılarak “Her şey Afganistan ile başladı” demeye devam ediyordum. Lakin kısa zaman içerisinde o büyüğümün haklı çıktığını görmeye başladım. Zira SSCB misal ortak düşmana karşı gönül birlikteliği kurabilen mücahit aşiretler, iktidarı devralır almaz birbirlerine girmişlerdi. Meğer onları bir araya getiren çimento, inandıkları ilkelerin rahmeti değil, inanmadıkları şeylere duydukları öfke ve kinmiş. Yâre dostlukta değil, ötekine düşmanlıkta buluşabilmiş topluluklarmış. Yeni yetme aklım her ne kadar bu hayal kırıklığını kabullenmek istemese de görüp, dinleyip, okuduklarıma binaen iyi kötü kavrayabilmiştim bir şeyleri.  

1992 yılına gelindiğinde yatılı bir okulda lise öğrencisiydim artık. Bugünün Ortadoğu’suna nazire yaparcasına, günbegün katliam haberleri yayınlanıyordu. TV’lerden canlı yayınla soykırım takip etme dönemi o günlerde başlamıştı. Önce Ermeni işgal güçlerinin Azerbaycan-Karabağ’da yaptıkları katliamları izlemiştik. Onun ateşi dinmeden, bu kez Batı’dan haberler alır olduk. Bosna-Hersek’te de kardeşlerimiz katledilmeye başlamıştı.

Yatılı okula gazete sokmak yasaktı ama bir şekilde gün aşırı da olsa temin ettiğimiz gazeteleri akşamları gizli gizli okuyorduk yurt binasında. Gazeteler Hırvatistan ve Slovenya’da olduğu gibi Bosna’daki olayların da birkaç hafta içerisinde durdurulacağını yazıyor, AB’nin, Avrupa’nın göbeğinde katliama daha fazla müsaade etmeyeceği söyleniyordu. Öyle ya, insan hakları şampiyonluğuyla övünen en uygar topluluğun gözü kör, kulağı sağır olamazdı.

Derken meşhur “Pazar Yeri” katliamını verdi TV’ler. Dağ bayır kaçışan Boşnak sivilleri, ekmek sırasında beklerken taranan kadınları, Sırp keskin nişancılarının hedefindeki çocukları izledikçe AB hayalinden sonuç çıkmayacağını düşünenler artmaya başladı. Yine de Sırpları suçluyorduk genellikle ve Sırplara omuz veren Rusya’yı…

SSCB gitmiş ama yerine Rusya belası gelmişti. Üstelik veto silahıyla BM’nin Bosna’da elini ayağını bağlamıştı güya. Yoksa dönemin ana akım medyasının da vurguladığı üzere, BM bu kadar zulme müsaade etmezdi.

Sırplardan sonra Hırvatlar da Müslümanları katletmeye başlayınca, toplumda “Küfür tek millet mi?” diye soranların sayısı artar olmuştu. Yine de ülke içinde hâkim olan laik-antilaik geriliminde mevzi gerilemesi oluşturabilir kaygısıyla böylesi tehlikeli sorular sumen altı ediliyordu yurdum basınında.

Henüz lise çağlarında olduğumuz halde medyanın kayıtsızlığının farkındaydık arkadaşlarımızla. Tespitlerden ziyade sloganlar eşliğinde Bosna ve Azerbaycan’ı konuşuyorduk aramızda. Bilgimiz azdı belki, kanaatlerimiz de hakeza, ama duygumuz...

Kaç gece yurt yatakhanesinde arkadaşlarımızla ağlamıştık. Kardeşlerimizin derdine ve bizim çaresizliğimizeydi gözyaşlarımız. Birkaç gece rüyamda Boşnak mazlumların yardımına koşmuştum. Bu kez esmer değil, sarışın kardeşlerimiz vardı yardım bekleyen.

Her nedense Mostar Köprüsü’nün Hırvat topçularınca vurulma anını hiç unutamıyordum. Yıkılan, harap olan Afganistan, Azerbaycan ve ille de Bosna-Hersek şehirlerini izledikçe içimde beliren cihat nostaljilerine teknik bir ideal giydirip inşaat mühendisliği okumaya karar vermiştim.

Evet, âlem-i İslam tüm bu savaşların nihayetinde âbâd olmalıydı. Bu âbâd işinde ben de naçizane mühendis olarak katkıda bulunacaktım o günkü hayallerimle…

1994 yılına gelindiğinde İTÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü öğrencisiydim. Afganistan hâlâ haraptı ve eskinin mücahit aşiretleri boğaz boğaza birbirlerine girmişlerken, Pakistan’dan gelen Taliban adındaki yeni aktör, güney şehirlerinden başlayarak Afganistan’ın kontrolünü ele geçirmeye başlamıştı. Kardeşkanı döktükleri için sebep-sonuç-nedensellik misali analizlere gir(e)meden soğumuştum Afganistan haberlerinden. Ama Bosna…

Her dem sıcacıktı gönlümde Bosna. 95 Temmuz’undaki Srebrenitsa katliamından sonra kor ateş oluvermişti iyiden iyiye. BM veya NATO’nun gözü önünde ve hatta teşvikleriyle binlerce Müslüman kadın, çocuk, yaşlı ve de genç katledilmişti. Artık çocukça hüzünlerin değil, matemlerin nesnesiydi Bosna.

Bilge Kral

Ve Aliya, Bilge Kral… İsmiyle müsemma “İzzetbegoviç”… “Doğu ile Batı Arasında İslam”, ondan okuduğum ilk kitaptı. Her cümlesinde hikmet vardı, bilgelik kokuyordu satırları. İzzetli ve vakur duruyordu TV haberlerinde. Mağdurdu ama ezik değildi, mazlumdu ama acınmıyordu…

“Ben Müslümanım ve Müslüman olarak kalmaya kararlıyım. Bu, hayatımın sonuna kadar böyle devam edecek. Çünkü İslam, benim için iyi ve asil olmanın en doğru ifadesidir” demişti.

“Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için gökyüzünün öğrencisi olmak lazım” cümlesi de, “Hayat, inanıp salih ameller işleyenler dışında kimsenin kazanamadığı bir oyundur” cümlesi de onundu. “Düşmanlarımıza bir borcumuz var, o da adaletli olmak” demişti. Zira bugün maalesef yitirmiş olduğumuz “haklı olmanın haklı kalmak kadar önemli olduğu” gerçeğinin tastamam farkındaydı. Mücadele ahlakını başta Efendimiz’den (sav) ve ismini de aldığı İlmin Kapısı’ndan (kv) öğrenmiş olmalıydı.

“Savaşta nasıl davranacağımızı düşmanlarımızdan değil, inancımızdan öğreniriz” deyişiyle Afganistan’daki mücahitler misali ötekine düşmanlıkla değil, “Dost” bildiğine yarenlikle yüceldiğini de anlatabilmişti zımnen.

Sırplar bizim öğretmenimiz değiller, onlar gibi davranmayacağız. Kitap’a uymazsak, zulme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz!” derken, “Kişi sevdiğiyle birliktedir” hadis-i şerifinin nefes alıp verebilen beyanı oluvermişti adeta.

Üstelik tüm bu sözleri ertesi gün yayınlanacak bir gazete için masa başında, sırtı pek halde dillendirmiyordu, cephedeydi. Her gün öldürülen, binlerce kez yaralanan biriydi. Kalemini mürekkebe değil, kendi kanıyla doldurduğu hokkaya daldırıyordu. Çetin imtihanlar içerisindeydi ve Şehitler Efendisi Hz. Hüseyin’in azametinden nasipdâr bir hali vardı. “Katil olmak ile kurban olmak arasında seçim yapmamız gerektiğinde, biz kurban olmayı seçeceğiz” diyen o değil miydi?

Evet, Bosna benim için Kerbela idi artık. Mazlumun asil, mağdurun tertemiz olduğu tarihin kaydına ender düşen bir kavganın izzet abidesiydi. İslam’ın serhat beldesinde, imanın Batı hududunda beliren güneşti o. Sanki kıyamet arefesinde güneşin batıdan doğacağına delil olmak ister gibi bir hali vardı. Zulmün karanlığı içerisinde ümmetin yarınları adına parıl parıl parlıyordu.

Onca katliamın sonunda dillendirilebildiği şu cümleyle birlikte artık âşık olmuştum Bilge Kral’a: “Sırplar bir iki nesil daha bekleselerdi, muhtemelen hepimiz Batı kazanında kaynayıp Hıristiyan olacaktık. Lakin şehitlerimizin kanlarıyla İslam, sökülmemek üzere kazıldı artık bu topraklara…”

Bu sözün hikmet nazarındaki aslını bin 300 küsur yıl evvel Seyyide Zeyneb dillendirmişti Sırp kasaplarına bile rahmet okutan o zalim Yezid’e karşı: “Kerbela günü de, evvelinde de, ahirinde de Rabbimden güzellikten gayrısını görmedim…”

Bu azametli sözün 13 asır gecikmeyle gelen şerhiydi Aliya’nın beyanı. Yüz binlerce kez öldükten sonra “Hamdolsun iman, çıkmamak üzere kalplerimize girdi artık!” diyebilecek kaç şuuru tanıyabildi ki asrımız?

Evet, Bosna’nın Bilge Kral’ı, 20. asrın entelektüel kutbuydu. Günümüz Ortadoğu’sunun mücadele sahasında aradığı tüm ahlakî ilkeyi çeyrek asır evvelinden dillendirendi. Ve aynıyla yarınları da kurtarmanın derdindeydi.

“Dünya üzerindeki Müslümanların vaziyetini düşündüğümde ilk sorum hep şu olur: Acaba hak ettiğimiz kaderi mi yaşıyoruz? Vaziyetimiz ve mağlubiyetlerimiz konusunda daima başkaları mı suçlu? Eğer biz suçluysak -ki ben böyle olduğu kanaatindeyim-, yapmamız gereken neyi yapmadık? Yahut yapmamamız gereken neleri yaptık? Bana göre bunlar, bizim imrenilmeyecek vaziyetimizle ilgili iki kaçınılmaz sorudur."

Doğru ve güzel sorunun “ilmin anahtarı” olduğunu fark etmiş olan bu şuurun İslam ülkeleriyle ilgili genel bir önerisi de okullarda “Eleştirel Düşünme Teknikleri” dersinin okutulmasıydı.

Vuslat vakti

Ve 2003… Türkmenistan’da inşaat mühendisiydim ve Türkmenistan-Afganistan hududuna yakın bir yerde kimyasal tesis inşa ediyorduk. ABD savaş uçakları bizden 200-300 kilometre ilerideki hedefleri vuruyordu peyderpey. Bir akşam TV’den takip ettim, Bilge Kral Aliya vefat etmişti… 

“Çok yaşadım ve epey yoruldum, artık Sevgilime kavuşma zamanıdır” diyen izzet ve hikmet abidesi, Sevgilisine (sav) ve O’nun da sevdiği Sevgililer Sevgilisine (cc) yürümüştü.

Haber bülteninde Aliya’nın kendisi için anıtmezar istemediği söylenmişti. Sağlığı saraylarda geçmediği gibi, naaşının da görkem veya ihtişamdan uzak kalmasını istiyor olmalıydı.

Bir acı hesap

Bu vefatın da üzerinden beş yıl geçmişti. Ve ben artık inşaat mühendisi değil, senaristtim, elim kalem tutuyordu ve bina yerine metin/mana inşası için uğraş veriyordum. Bosna-Hersek’te açılacak olan Türk üniversitesinden Kurtlar Vadisi ekibine davet gelmişti. 7 kişilik bir grup halinde Saraybosna’ya gitmiştik. Uçaktan iner inmez aldığım ilk nefeste matemin kokusunu almıştım buram buram.

Adımlarımızın ezdiği her yerin altında kilometrelerce tünel olduğunu söylemişti bizi karşılamaya gelen şahıs. Kuşatma günlerinde havalimanına inen uçaklar tepelerde konuşlanmış Sırp nişancılara açık hedef olduğu için karadan ve açıktan değil, ancak tünel kullanarak yerin altından bu yardımları şehre götürebiliyorlarmış.

Şehre girdiğimiz an itibariyle gözüm o meşhur “Pazar Yeri”ni aramaya başlamıştı. Aracımız tam da katliamın olduğu yerde duruverdiğinde, 17 yıl önce yaşanan tüm acılar birebir ve tazeymişçesine çekip alıvermişti beni.


İkinci durağımız şehitlikti. Bilge Kral’ın huzurundaydık. Orada öğrenmiştim, Aliya’nın kendisiyle ilgili yegâne vasiyetiymiş. Soykırım günlerinde şehit düşen askerlerinin arasında ve Osmanlı döneminden kalma bir mezarlığa komşu şekilde ebedî istirahatgâhındaydı. Tepesi açıktı. Güneşin ışıkları da, bulutlardan inen her bir rahmet damlası da doğrudan mezarına iniyordu.

Ve aynı ziyarette Cuma namazı için camideydik. Boşnakça olan vaazın yaklaşmakta olan Ramazan ayıyla ilgili olduğu Arapça bazı kelimelerden kendini ele veriyordu. Namaz için ayağa kalktığımızda imamın zikrettiği Boşnakça cümlenin, “Dışarıda kardeşlerimiz var, safları sıklaştıralım ey cemaat!” mealinde olduğu da iyi kötü belliydi.

Nitekim önümdeki safta bir kişilik yer açılmıştı. Hamle edip öne geçtiğim sırada, yanımdaki 17-18 yaşlarındaki Boşnak gence omuzlarım değmişti. Bir an dönüp bana bakıverdiğinde… Tam da o an, yıllar yılı unutamayacağım o “bal rengi gözleri” görüvermiştim oracıkta…

“Aşkın Şehidi” romanını okuyanların hemen hatırlayacakları bir tasvirdir bu. Roman boyunca Şehitler Efendisi Hz. Hüseyin’in bakışları bu tasvir ile anlatılagelmişti. Bal rengi gözlerin karşısında erimişti romanın tüm karakterleri.

Evet, o gözler ismini dahi öğrenemediğim Boşnak bir kardeşime aitti ve sanki 14 asırlık bir mazlumiyeti muhafaza ediyordu. Ondaki öyle derin bir bakıştı ki, “Sen!” diyerek hesap sormuştu hal dilince: “Ben öldürülürken, babam, ağabeyim, annem ve de ablam öldürülürken sen neredeydin ey kardeşim? Okul yatakhanesinde ağlamayı marifet mi bellemiştin?”

En derinden, bamtelimden yakalayıp sarsmıştı o bal rengi bakışlar. Bir anlık o bakış için üç kitap ve bin 300 sayfalık bir özür gelmişti sonradan. Karşılık bulup bulamadığını Allah bilir; tek bildiğim, “Bal Rengi Gözler”in sadece Boşnakça değil, Arapça, Kürtçe, Türkmence ve Ortadoğu’nun bilumum lisanlarınca hesap sormaya devam ettiği. Üstelik bu kez kardeşimi başkaları değil, kardeşi vurmakta…

Yaralı kartala sordular: “Neden bu denli matemdesin?” Dedi ki, “Beni vuran okun arkasında kardeşimin tüyleri var”.

Allah’ın salât ve selamı Bedir’den Kerbela’ya, Malazgirt’ten Çanakkale’ye, Bosna’dan Filistin’e tüm şehitlerimizin ve ağuşunu açmış bir halde onları bekleyen Efendimizin (sav) üzerine olsun…