
ASR sûresi, Kur’an-ı
Kerîm’in en kısa sûrelerinden biridir ve Kur’an’ın özeti hükmündedir. Bu sûre
insanı anlatır. İmam-ı Şafii bu sûreyle ilgili olarak, “Şayet Kur’an’da başka bir şey nazil olmasaydı, şu pek kısa sûre bile
insanlara yeterdi. Bu sûre, Kur’an’ın bütün ilimlerini kucaklıyor”[i]
demiştir.
“Asr”ın
birçok mânâsı vardır.[ii] “Kişinin içinde
bulunduğu an, kişinin ya da insanlığın ömrü, ikindi vakti, Resûlullah’ın elçi
olarak görevlendirildiği ahir zaman”, bu anlamlardan bazılarıdır.
Asr
Sûresi, “zamana yeminle” başlar. Yemin, bir tereddüdü gidermek için önemli olan
bir şey üzerine yapılır. Aslında yemin, şahit tutmaktır. Sûrede insanın
gerçekten zarar içinde olduğu, zaman şahit gösterilerek ifade ediliyor. Zaman,
insanın yaşadığı her ânına veya ömrüne şahitlik ediyor, dolayısıyla çok önemli.
Neden mi? Zaman, yerine konulması, geri döndürülmesi, yenilenmesi, depolanması,
satın alınması mümkün olmayan ve ancak bir kez kullanılabilen bir değerdir.
Yaratıldığından bu yana durmaksızın akıp gitmektedir. Hâkim olunamayan bu zaman,
anbean tükeniyor. O hâlde zamanın boşa gitmesine izin verilmez ve iyi
yönetilmesi gerekir.
Sûrede
zamanın öneminin fark edilmesi istenmektedir. Bunun farkında olan insan zamana
tâbi olmaz, zamanı kendisine tâbi kılar. İnsan zamanın kadir kıymetini bilip
salaha çalışmazsa hüsrana uğrar.
Allah,
“Asra yemin olsun ki”[iii] buyurarak kar
gibi eriyip giden insan hayatının önemine dikkat çeker. Akıp giden zamanla insan hayatından her
saniye bir parça eksilmektedir. İnsan, hayatını yaratılış gayesine göre
düzenleyemezse zamanın peşinden sürüklenir gider. İşte bu durumda olan insan
için Allah, “İnsan gerçekten hüsran
içindedir”[iv] buyurur.
Hüsran, kazanacak yerde
kaybetmek, sermayeyi zayi etmek demektir. Ömür,
insanın en kıymetli sermayesidir. Ancak o, her nefes alış verişte ve her saniye
tükenmektedir. Her nefesle bu nimetin hesabını verme zamanı yaklaşmaktadır. İslâm
inancına göre ömür, insanın kendi mülkü değildir. Yaratan Allah’ın mülkü olup,
O’nun namına tasarruf ederek kârından istifade etmesi için insana sınırlı ve
hesaplı olarak verilmiş bir sermayedir. İnsan, Sermaye Sahibine hesap gününde
hesap verecektir. Kendisine kalacak olan kâra göre kendisini kurtaracak ve o
nispette mükâfatlandırılacak veya verdiği açığa göre müflis olarak hüsran ve
azapta kalacaktır. Her an ölüme doğru giden insanın hüsran içinde olduğu inkâr
edilemez.
Aslında her geçen nefes, bir ölümdür.
İnsan ne kazanacaksa, kendine verilen o zaman dilimi içinde kazanır. Kazançsız
geçen her lahza, heder edilen o sermayeden zarardır. Dolayısıyla insan, içinde
bulunduğu vaktin kıymetini bilmeli ve o vakitte yarın için elde edilebilecek hangi
kazanç mümkünse onu kazanmaya çalışmalıdır. Ömürden harcanan her nefes, ya bir
işe ya da boşa sarf edilir. Boşa sarf edildiyse elbette o bir ziyandır. Bir işe
sarf edildiyse, o iş de ya hayırdır veya şerdir. Eğer şer ise o da hüsrandır.[v] Her insan hem hayır, hem de şer işlemeye potansiyel
olarak adaydır. Çünkü insanda hem fücur, hem de takva özelliği vardır.[vi]
Zamanı takva sandalıyla geçmek
Bazı insanlar fücur yönünde tercih yaparlarken,
bazıları da takva yönünde tercihte bulunurlar. Fücur yönünde tercih yapanlar,
zarar ziyan içinde kalan insanlardır. Takva yönünde tercih yapanlarsa hüsrana
düşmeyecek olanlardır ki, Allah bunları dört grupta dikkatimize sunar.
1.
“Ancak iman edenler müstesna…”[vii]
Onlar
hüsrana düşmezler. İman, güvenmek ve güvendiğine teslim olmaktır. İnsan,
güvendiğine inanır, inandığına da güvenir. İman bilgi, tasdik, ikrar ve amel
boyutları olan bir bütündür. İman, bir ağaç misali üzerinden anlatılacak olsa;
“bilgi” ağacın köklerini, “tasdik” gövdesini, “ikrar” dallarını ve “amel” de
meyvelerini temsil eder.[viii]
Allah’a
iman, insanı hüsrana düşmekten korur; fakat istenilen düzeyde değildir. Örneğin
ağacın kökleri, gövdesi ve dalları vardır, fakat meyvesi yoksa etrafındaki
canlılara pek faydası dokunmaz. Sûrede imanın eyleme dönüşmesi istenir. İman
yalnız gönülde ve dilde kalmamalı, kişinin bütün akıl, his ve mevcudiyetine
nüfuz etmeli, yapılan işler Allah rızasına uygun olarak yapılmalıdır. Yani
ancak salih amel işleyenlerin ziyanda olmayacağı belirtilir.
2.
“Ve salih amel işleyenler…” Bu kimseler hüsranda olmayacaklardır.
Kur’an-ı
Kerim’deki birçok ayette, iman ve salih amel birlikte yer alır. Salih amel;
ibadetleri, iyi, doğru ve güzel işleri de içine alan geniş bir kavramdır.
Ayrıca Allah’ın yasakladığı kötü söz ve davranışları terk etmek de salih
ameldendir. Salih ameli Elmalılı Muhammed Hamdi iki açıdan değerlendirir.
Birincisi, kişinin bizzat kendi salahına yarayan namaz ve oruç gibi ameller,
ikincisi ise zekât ve sadaka gibi başkalarına faydası dokunan amellerdir.[ix]
Kişisel
ibadet bireyi ıslah edip olgunlaştırırken, salih amelse toplumu düzeltir ve
ıslah eder. Zarardan kurtulmanın yollarından biri de insana ve insanlığa
faydalı işler yapmaktır. Bunların içinde en önemlisi, Hakk’a davet ve O’nun
yolunda mücadeledir.
3. “Ve birbirlerine hakkı tavsiye edenler…” Bu
kimseler de hüsranda olmayacaklardır.
“Hakk”,
Allah’ın isimlerinden biridir.[x] Buna da iki
açıdan bakmak mümkündür. Birincisi, tavsiyede bulunacak kişinin önce bizzat
kendisinin Hakk’a uyması gerekir ki yaptığı tavsiyenin bir anlamı olsun.
İkincisi ise, insanlara gerçek ve doğruları tavsiye etmek, yanlışlar hususunda
da uyarılarda bulunmaktır. Yani kişi Hakk’ı önce kendi nefsine, sonra
başkalarına tavsiye etmelidir.
Hak,[xi] Kur’an-ı Kerim’in isimlerinden biridir. Bu
bağlamda vahiy ön plânda tutulmalı, anlatılmalı, önemsenmeli ve tavsiye
edilmelidir. Yani insanlar hakkın, doğrunun ve hayırlı olanın yanına
çağrılmalıdır.
İnsanın bütün eylemleri, yani imanı, ameli ve sözü Hakk’a yönelik ve o yola
sarf edilmiş olmalıdır. Hüsrana uğramayacak olan iman ve amel, ancak Hakk’a
iman ve Hakk yolundaki ameldir.[xii] Diğer bir
ifadeyle iman da, amel de Hakk’a masruf olmalıdır.
4. “Ve birbirine sabrı tavsiye edenler…” Bu kimseler de
hüsrana uğramayacaklardır.
İnsan Hakk’ı tavsiye ederken, aslında sabrı da tavsiye
eder. Neden mi? Çünkü Hakk’ı söylemek ve hak yolda yürümek, birçok zorluğu da beraberinde
getirir. Onlarla mücadele etmek ancak sabırla olur. Sabır, kişinin iyi
işler yaparken veya kötülüklerden kaçınırken acıya ve zorluklara tahammül etme
gücüdür. Yani üzüntüye ve sıkıntıya katlanmak, zorluk, güçlük ve musibetlere dayanmak,
haksızlıklar karşısında ânî tepkilerden uzak durmak, arzular için kendini
frenlemek ve tahammül göstermektir.
Sabır,
iyilik yolunda yılmadan gayret göstermektir. Kötülüklere karşı dirençli olup,
başa gelen felâket ve musibetlere karşı Allah’a sığınarak ancak O’ndan yardım
istemektir.
Sabır,
bir eylemsizlik, tepkisizlik, her kötülüğe katlanmak ve her zillete boyun eğmek
değildir. Pislikler içine düşüp de her ne pahasına olursa olsun ondan kurtulmaya
çalışmamak hiç değildir. Sabır, şerre rıza değildir. Bir acizlik de değildir.
Aslında o bir direniş, kararlılık, dik durma çabasıdır. Yiğitliği gerektiren
sürekli bir mücadeledir. Etkin bir davranış biçimidir.
Nimete
de, musibete de Allah bilinci ile yaklaşmadır sabır. Hakk’a yönelmektir.
Değerlerini savunmaktır. Sabır, iman ve salih amelle hak ve hayır yolunda
şecaat, sadakat ve mertlik şiarıdır. [xiii] Aslında sabır ve
şükür iç içedir. İkisinin de özünde Allah bilinci yatar.
İnsan bazen nimetle, bazen de musibetle imtihana
çekilir.[xiv] Kimi zaman da iyilik ve kötülükle sınanır.[xv] İslâm düşüncesinde sabırlı olmak, üstün bir meziyet olarak kabul
edilir. Bir ayette, “Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir”[xvi] buyurulmuştur. Peygamberimiz de, “Hiç
kimseye sabırdan daha hayırlı ve iyi bir özellik verilmemiştir”[xvii] buyurarak sabrın önemine vurgu yapmıştır.
Sûrede
imanın, salih amel işlemenin, hakkı ve sabrı tavsiye etmenin art arda gelmesi
dikkat çekicidir. Çünkü inanmak, iyi ve güzel davranışlar yapmayı, inanılan
doğruları başkalarına da anlatmayı gerektirir. Bütün bunları yaparken
karşılaşılacak zorluk, sıkıntı ve güçlükler ancak sabırla aşılabilir.
Sûrenin
bu öneminden dolayı Sahabiler bir araya gelip de ayrılmadan önce, mutlaka
aralarından biri Asr Sûresi’ni okur, sonra selâmlaşarak ayrılırlarmış.[xviii]
M.
Akif Ersoy, Sahabenin bu güzel âdetini şöyle dile getirir: “Hani Sahabe-i
Kirâm ‘Ayrılalım’ derlerken,/ Mutlaka ‘Sûre-i Ve’l-Asr’ı okurmuş. Bu neden?/ Çünkü
meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh./ Önce iman-ı hakîkî geliyor, sonra a’mal-i
salâh./ Sonra hak, sonra sebât… İşte kuzum insanlık!/ Dördü birleşti mi, sana
hüsrân yok artık!”[xix]
Sonuç
Sonuç
olarak iman eden, salih amel işleyen, hakkı ve sabrı tavsiye eden kimseler
hüsrana uğramayacaklardır.[xx] Sûre bütün olarak
değerlendirildiğinde, kendini zamanın akışana bırakan insanın mutlak bir zarar
içinde olduğu, ancak imanlı kimselerin mutlak zarardan nispeten kurtulacağı,
fakat sadece iman etmiş olmanın Allah’ın istediği seviyede bir kulluk olmadığı
söylenebilir. Yani iman etmiş bir kimse eğer hayatını salih amelle, hakkı ve
sabrı tavsiye etmekle bezemezse, onun da zarara uğraması muhtemeldir.
Bilgi,
ikrar, tasdik ve amel unsurlarından oluşan imanın pratik hayata yansıması
gerekmektedir. Bunun için içten dışa doğru bir eylemsel açılım yapılması
isteniyor. Kalpteki imanın söze, düşünce ve davranışlara dönüşmesi gerekiyor.
Konuşan dil hakkı söyleyecek, hakkı ve sabrı tavsiye edecek, organlar hakkın ve
sabrın gereğini yapacaklar. Salih amelle, hak ve sabrın tavsiyesi ile iman
bireysellikten çıkacak ve toplumsal ıslaha yönelecektir.
Sonuçta benden bize (fertten topluma) doğru bir kucaklama ve genişleme söz konusu olacaktır. Böylece kâmil bir imana sahip olan kişi, bencillikten kurtularak diğer insanları da hak ve hakikate çağırmanın, onları zarar ve ziyandan kurtarmanın huzur ve mutluluğunu yaşayacaktır.
[i]
Elmalılı,
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C 9, s. 6066; Muhammed Eroğlu, “Asr
sûresi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C 3, s. 502.
[ii]
Geniş bilgi için Bkz. Elmalılı,
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C 9, s. 6067-6076.
[iii]
Asr sûresi, 1. ayet.
[iv]
Asr sûresi, 2. ayet.
[v]
Bkz. Elmalılı,
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C 9, s. 6071-6077.
[vi]
“(Allah) Nefse günah (fücur) işlemeyi ve korunmayı
(takva) ilham etmiştir.” (Şems, sûresi, 8. ayet)
[vii]
Asr sûresi, 3. ayet.
[viii]
Mustafa İslâmoğlu, Bkz. http://www.kuranihayat.com/iman-allaha-guvenmek-İslâm-guvendigine-teslim-olmak-d477.html
(erişim,10.5.2016)
[ix]
Elmalılı,
Muhammed Hamdi Yazır, age, s. 6079.
[x]
“Çünkü Allah Hakk’ın ta kendisidir; o, ölüleri
diriltir; yine o, her şeye hakkıyla kadirdir.” Hac sûresi, 6. ayet.
[xi]
“Doğrusu biz seni Hak (Kur'an) ile müjdeleyici
ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.” Bakara sûresi,
ayet, 119; “O (vahiy), elbette mutlak
hakikattir.” Hakka sûresi, 51. ayet.
[xii]
Elmalılı,
Muhammed Hamdi Yazır, age, s. 6080.
[xiii]
Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, age, s. 6082.
[xiv]
“Her can ölümü tadacaktır. Biz, sizi sınamak için şer ve hayırla imtihan
ederiz. Sonunda Bizim huzurumuza getirileceksiniz.” Enbiya
sûresi, 35. ayet.
[xv]
“Onları yeryüzünde birçok topluluğa böldük. İçlerinden bazıları iyi kimselerdi;
bazıları ise böyle değildi. İyi olmayanları, yanlışlarından belki dönerler
diye, iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.” Araf sûresi, 168. ayet.
[xvi]
Bakara sûresi, 153. ayet.
[xvii]
Buhari, zekât,50.
[xviii]
Bkz. Elmalılı,
Muhammed Hamdi Yazır, age, s. 6084.
[xix]
Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Asım, s. 404.
[xx] Bu dört unsur kâmil imanın bir tezahürü demektir. Hak yolunda güzel ameller işleyen bir hayat, hiçbir zaman boşa gitmez ve hüsrana düşmez. Böyle bir imana mazhar olamayan hayat ise hüsrandan kurtulamaz. Batıla iman etmiş olanların da amelleri boşa çıkar. Ayrıca Hakk’a iman etmekle beraber salih amel işlemeyen, hak ve sabrı tavsiye etmeyen kimseler de hüsran dışında kalamazlar. Yani, imanı olup da imanına göre amil olmayanlar için bir nevi hüsran vardır. Ebedi olmamakla beraber, mümin için de cehennem vardır. İmanları en son onları kurtarırsa da kötülüğü iyiliğinden fazla olan müminler günahları temizlenene kadar cehennem azabı olan hüsranı göreceklerdir. Bkz. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, age, s. 6084.