Aslımızdan neslimize

Din bir yaşam tarzıdır; eğer onu kaybedersek, biz de kaybolur gideriz. Elbette dil de öyle… Aslına hürmeti olmayan, neslinden de hürmet beklemesin boş yere. Koltuğa oturup muhabbet ederken minnet borcu ile okunan bir Fâtiha neleri değiştirir, bir kerecik düşünsün! Yok, bu da yetmez bana kalırsa! Okusun o Fâtiha’yı ve sonucu görsün...

ÇOK değiştik ama çok gelişmedik, neden? “Neden?” diye sormak bile güzel; çâre aramak, hele ki bulmak çok daha güzel!

Gelişmek için illâ değişmek gerekmez. Kültüre, inanca sıkı sıkıya bağlılık da gelişmenin önünü açar. Kökünden sökülen bir fidana su vermenin ne anlamı olur? Kök yerinde kalır, dal budanır. “Gelişelim” derken değişime açtık yelkenlerimizi. Köklerimizi inkâr edip yok sayınca, Batı kültürünü noktası virgülüne taklit edince, “Geliştik” sandık. Hâlbuki Doğu’yla, Batı’yla işimiz yoktu bizim. “Önceliğimiz nedir?” diye oturup düşünmeliydik.

Orta Asya bozkırlarında at koşturan savaşçı bir milletin İslâm’la şereflendiği/bütünleştiği koskoca bir varlık sahamız var. Anadolu’ya yakışmışız bir kere. Bu topraklar bizi çağırmış; bu kader, biliyorum! Göktürkleri, Hunları, Selçukluları, Osmanlıları şanlı bir tarih olarak alnımızın akı olarak kalbimizde taşımadıktan sonra nasıl tarih yazıp hayatta kalabiliriz?

Bir işimiz var, çok güzel. Her şey çok rahat, tatil için yerimizi ayırtmışız, çocuklar özel okullarda okuyor, bir dedikleri iki olmuyor... Koltuğumuza kurulup kahvemizin, lokumumuzun tadını çıkartırken yorum yapasımız geliyor. Misafir de gelmiş, hazır; karizmamız yerinde, elimizde kumanda, atmışız bacak bacak üstüne, kahvemizi de yudumlamışız... Oh, keyfimiz beyde yok. Sıra gelmiş muhabbete…

“Nedir efendim o aruz vezni, şimdi serbest vezin varken çekilir mi onlar?! Bunca modern tasarım varken çini desenli fincanlara bile tahammül edemiyorum vallahi! ‘Pay-i Taht’ diye kafe ismi mi olur, daha neler?! Bir yığın modern yabancı isim varken, tarz bir isim seçememişler mi? Hâlâ akılları Osmanlı’da mı kalmış bunların?”

Böylece uzayıp giden cümleler… İyi de, “bunlar” dediği kim, kendisi kim?

Sevgili torunlarının bir gün bunları konuşacaklarını duysalar, bilmem coşarak/koşarak gelir de yurt tutarlar mıydı bu toprakları? Bu mübarek topraklar uğruna can verip yavuklusunu, yeni doğmuş çocuğunu, anasını, bacısını koyup kurşunlara etten kale olurlar mıydı acaba? Olurlardı bence ya! Bin canları olsa yine fedâ ederlerdi. Çünkü vatan kuru bir toprak değil ki, üstünde Allah’a secde edilir, yuva kurulur, o yuva her türlü şerden korunur, saklanır. Onlar söz verdiklerinde söz namustu, senetti o zamanlar. Önce Allah’a, sonra kendilerine söz verdiler ve yurdumuz, yuvamız oldu şimdi.

Kazanılmış vatan toprakları üstünde, bir apartman dairesinde koltuğuna kurulunca, her şey tıkır tıkır yolundayken, acımasızca ateş püsküren, geçmişine saldıran, utanan bu modern nesil, bir kere daha dönüp baksaydı ardına, hatâlarıyla, sevaplarıyla, olduğu gibi kabul etseydi her şeyi, tarih tabulaşmaz ya da ona sövülmezdi. Bindiği dalı kesenler, düşene kadar neye tutunduğunu unuturlar ama düşmek, acı bir tecrübedir ve telâfisiz bir ahmaklık!

Anne babalığımız Batı formatında. Sahillere inince görüyorum ki, yabancı bir turistle yerli turist arasındaki tek fark, dil. Bu kadar değişmeden de gelişebilir, köklerimizi sökmeden yeşerebilirdik. Bizim neslimiz de bizi unuttuğunda, bir Fâtiha okuyacak, bir besmele çekecek zamanı kalmadığında belki anlayacağız atalarımızı. Ne yazık ki geç olacak!

İnsan, eski yaşam tarzlarını küçümseyince modernleşmez. Dil, ilk günkü tazeliğini korudukça güç kazanır, din ilk günkü gibi kıymet verilince korunur, hayat bulur. Bu iki kök yerinde durdukça dallar meyveye durur.

Selâmdan utanılır, abdeste üşenilir, secdeden kaçılır mı? Bizim yarışımız kendimizle ve temeli nasıl attıysak, üzerine her bir taşı kendi elimizle biz koyarız. Bu köklü medeniyeti devredeceğimiz öz neslimizden vefâ bekliyorsak, oturduğumuz yerde aslımıza sövmeyi bırakıp gururla yâd etmeliyiz. Yâd etmek için üç beş kelime yetmez elbette. Anadolu’ya giren atlıların nal seslerini duyar gibi, Hira’da “Oku!” emriyle gelen Cebrail’i görür gibi, Akşemseddinlerin, Selahaddin Eyyûbilerin, Alp Er Tungaların, Fâtihlerin, Alparslanların Yavuzların, Mete Hanların, Şeyh Edebalilerin, Yûnusların, Mevlânaların kalplerini bilir gibi yâd etmeliyiz.

Zor zamanlarda, insanın içindeki bütün saklı kalmış güçler ortaya çıkarmış. Dost düşman o vakit belli olurmuş. “Savaş çıktı da ben koltuğumdan kalkmadım mı?” diye savunabilir insan kendini. Ama savaş yüz yıllardır, bin yıllardır bitmedi. Yolu yöntemi değişti. Kılıca karşı kalkan çok gerilerde kaldı artık. Siber saldırılar, algı operasyonları, gıda terörü, asimilasyon için yapılan her şey savaş. Çocukların çizgi filmleri, bilgisayar oyunları ve daha pek çok şey savaşın ta kendisi!

Din bir yaşam tarzıdır; eğer onu kaybedersek, biz de kaybolur gideriz. Elbette dil de öyle… Aslına hürmeti olmayan, neslinden de hürmet beklemesin boş yere. Koltuğa oturup muhabbet ederken minnet borcu ile okunan bir Fâtiha neleri değiştirir, bir kerecik düşünsün! Yok, bu da yetmez bana kalırsa! Okusun o Fâtiha’yı ve sonucu görsün...