Asla vazgeçmeyecekler, biliyoruz!

Ertesi gün, üçünün cenaze namazını Altunizade İlâhiyat Camiî’nde beraberce kıldık. Cumhurbaşkanı Erdoğan da oradaydı. Usta hatip, iki kelâm etmekte zorlandı. Cümleler yarımdı. Gerisi gelmedi. Gözyaşları içinde kalmıştı. Mustafa târihe çok meraklıydı. Menkıbeleri de severdi. “Padişahın işi ne?” hikâyesini kaç defa anlattığını gördüm. Aynı şeyin başına geleceğini söyleseler, nasıl da gülerdi…

AKŞAM yemeğinden sonra hem biraz yürüyüş olsun, hem de birer çay içelim düşüncesiyle semt parkına gittik. Epeyce kalabalıktı. Sıcak bir günün ardından insanlar güneşi emmiş evlere sığmıyor.

Banklarda, masalarda oturanlar, çekirdek çitleyenler; bisiklete binen, kaykayla, patenle dolaşan çocuklar… Koşanlar, yürüyenler… Tel örgüyle çevrilmiş köşede gürültüyle basket oynayan gençler…

Şakaklarında ter derecikleri oluşan garsonlar, servise yetişemiyor. Ocaktakinin hâli hepsinden zor. Ensesine koyduğu havlu, can simidi…

Kasada oturan şişman Boşnak kadın, vantilatörü kendine çevirmiş, bir nebze serinlemeye çalışıyor. Yoksa Makedon muydu? Geçmiş gün, tam hatırlamıyorum. Aradan tamı tamına beş yıl geçmiş.

Etraftan Arapça, Rusça, Boşnakça konuşmalar geliyor. Suriyeli aileler, uzaktan baş bağlama şekliyle kendini belli ediyor. Afganlar da var tek tük. 

Havuzun fıskiyeleri altında kendini ıslatan çocuklar, kahkahalar eşliğinde güreşe tutuşuyor, şamata yapıyorlar.

Bebeklerini gezdirenler, tatlı bir yorgunluk içinde. Bir rüzgâr esse diye bekleyenlere karşı, ihtiyarlardan bazıları, “Bu da bir şey mi? Biz ne sıcaklar gördük. Harman yapardık Temmuz ortasında harman” edasıyla bakınıyor ve az sonra dile getiriyor içindekini. Çünkü artık edadan anlayana rastlamak mesele...

Benimse içimde adını koyamadığım bir sıkıntı. O kadar bâriz ki… Az sonra kaza olacak hissi… Sanki bir araba gelecek, bisiklete binen çocukların arasına dalacak, birkaçını ezecek.

Neredeyse gördüğüm bir tablo gibi. Yahut fragmanına rastlamışım da filmi görmenin endişesi sarmış. Aşırı bunaldım.

Hâlbuki, parkın içine araç girme ihtimâli yok. O park, yalnızca yayalara açık.

“Haydi kalkalım” dedim, çok tuhaf bir hâl içindeyim.

Hakikaten boş yere değilmiş o his.

Bir süre sonra telefonlar çalmaya başladı. Bir şeyler oluyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz.

Köprü askerler tarafından kesilmiş.

Meğer darbe teşebbüsü ile ülke yönetimine el koymaya niyetlenenlermiş onlar.

Bazı söylentilerde geçtiği şekilde terör olayı, tatbikat vesaire olmadığı anlaşıldı.

Tanklar arabaların üstünden geçti. İnsanları ezdi. Kurşunlar atılmaya başlandı. Yağmur gibi. Uçaklar tepemizden uçtu. Büyük patlamalar eşliğinde. Bomba atıldı sandık.

O gece 251 vatan evlâdı şehit düştü.

Ülkemizin yiğit çocuklarıydı onlar.

Parktayken bir kara bulut gibi gelip çöken his, boşuna değilmiş.

Elinde silah olmayan, göğsünü ve gövdesini siper eden o kahramanlar, canlarını verdi ama kirli bir darbeyi de engelledi. Zâten temizi olmaz ki.

Vatan Caddesi üzerinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü önünde toplanan kalabalığa karıştık.

Giderken, bankamatikler önünde sıraya girenleri görünce, vallahi hiçbir anlam verememiştim.

Birkaç kişi, “Sokağa çıkma yasağı kondu. Hemen eve dönün” diye uyarıda bulunuyordu.

“Ulan hasta mısın? Böyle bir zamanda kim sokağa çıkmayı yasak edebilir?”

Düşünseydim, böyle bir cevap verirdim. Hatta suratını yakından görmek için yakasına yapışmak da isterdim.

Ancak o sırada etraflıca düşünmekten uzaktım.

Bir sele kapılmış gibiydik. Tekbirden başka bir şey çıkmıyordu dilimden.

“Allahü ekber, Allahü ekber… Lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber…”

Gece yarısını geride bıraktık, saat itibarıyla…

Yine de olan biteni tam anlamıyla idrak etmekten uzaktık.

Sadece bulunduğumuz yeri görüyorduk. Uzaklardan telefonla gelen bilgileri de üstüne ekliyorduk parça parça.

“Darbe ise, bu saatte darbe mi olur?” diyorduk. Çünkü tecrübemiz vardı. Hem de çok… Darbelerin her zaman gece yarısı üç ile dört civarında başladığını biliyorduk.

Ertesi güne girmiştik. 01’i çeyrek geçe Mustafa Cambaz aradı.

Çengelköy’de Çınaraltı’na indiğini söylüyordu. Askerlerin halkın üzerine ateş açtığını söylüyordu. Yere düşenler olduğunu söylüyordu.

“Aman dikkat et!” dediğimi hatırlıyorum. Ertesi gün için plânımız vardı.

Konuşmamız iki dakika sürdü sürmedi.

Kapattıktan bir iki dakika sonra onu da vurmuşlar. Göğsünden iki kurşunla...

Ellerini kaldırıp, “Siz kimin askerisiniz? Kime kurşun sıkıyorsunuz?” diye haykırdığını görenler var.

Sonrası çok ağır!

Onun gibi iki yüz elli yiğit daha düştü toprağa.

Binlercesi yaralandı. Bazılarının yarası bir süre sonra iyileşse de kimileri sakat kaldı.

O gece aldığı kurşunu vücudunda taşıyan, o kurşunla yaşamak zorunda kalanlar var.

Aziz arkadaşım Erol Olçok da oğlu Abdullah Tayyip ile beraber köprü üzerinde şehit düştü.

Ertesi gün, üçünün cenaze namazını Altunizade İlâhiyat Camiî’nde beraberce kıldık. Cumhurbaşkanı Erdoğan da oradaydı. Usta hatip, iki kelâm etmekte zorlandı. Cümleler yarımdı. Gerisi gelmedi. Gözyaşları içinde kalmıştı.

Mustafa târihe çok meraklıydı. Menkıbeleri de severdi. “Padişahın işi ne?” hikâyesini kaç defa anlattığını gördüm.

Aynı şeyin başına geleceğini söyleseler, nasıl da gülerdi.

Yıllar önce Gümülcine’den İstanbul’a gelmiş, Yunan ordusuna asker olmamak için pasaportunu konsoloslukta yırtmıştı.

Vatandaşlık işlemleri de bir türlü ilerlemiyordu.

Senelerce kimliksiz yaşadı.

Geçici ikâmet belgesinin süresi hep geçmiş olurdu. Yenisini çıkardığında bile...

Kim olduğunu soranlara bazen “Vatandaşın biriyim” der, sonra kendi kendine gülerdi: “Yok arkadaş, vatandaş bile değilim!”  

Kimliği yoktu ama kişiliği vardı. Hem de dağ gibi, dağlar gibi…

Gümülcine’deki köyünün adı “Menetler”...

Köylüler vaktiyle orayı işgal etmek isteyenleri men etmişler, köyün adı “Menettiler” olmuş. Sonra hece düşmüş.

Mustafa da kahraman ataları gibi yiğitçe davrandı, itçe davrananlara karşı direndi. O gece şehit olan tek gazeteciydi.

Aradan beş sene geçmiş. Fakat darbecilerin hevesi olduğu gibi duruyor. Niyetleri hiç değişmedi. Asla vazgeçmeyeceklerini, aynı kararlılıkla türlü oyunlara meyledeceklerini bilmek gerekir ve o oyunları vaktiyle görmek…