AKŞAM yemeğinden
sonra hem biraz yürüyüş olsun, hem de birer çay içelim düşüncesiyle semt
parkına gittik. Epeyce kalabalıktı. Sıcak bir günün ardından insanlar güneşi
emmiş evlere sığmıyor.
Banklarda,
masalarda oturanlar, çekirdek çitleyenler; bisiklete binen, kaykayla, patenle
dolaşan çocuklar… Koşanlar, yürüyenler… Tel örgüyle çevrilmiş köşede gürültüyle
basket oynayan gençler…
Şakaklarında
ter derecikleri oluşan garsonlar, servise yetişemiyor. Ocaktakinin hâli
hepsinden zor. Ensesine koyduğu havlu, can simidi…
Kasada
oturan şişman Boşnak kadın, vantilatörü kendine çevirmiş, bir nebze serinlemeye
çalışıyor. Yoksa Makedon muydu? Geçmiş gün, tam hatırlamıyorum. Aradan tamı
tamına beş yıl geçmiş.
Etraftan
Arapça, Rusça, Boşnakça konuşmalar geliyor. Suriyeli aileler, uzaktan baş
bağlama şekliyle kendini belli ediyor. Afganlar da var tek tük.
Havuzun
fıskiyeleri altında kendini ıslatan çocuklar, kahkahalar eşliğinde güreşe
tutuşuyor, şamata yapıyorlar.
Bebeklerini
gezdirenler, tatlı bir yorgunluk içinde. Bir rüzgâr esse diye bekleyenlere
karşı, ihtiyarlardan bazıları, “Bu da bir şey mi? Biz ne sıcaklar gördük. Harman
yapardık Temmuz ortasında harman” edasıyla bakınıyor ve az sonra dile getiriyor
içindekini. Çünkü artık edadan anlayana rastlamak mesele...
Benimse
içimde adını koyamadığım bir sıkıntı. O kadar bâriz ki… Az sonra kaza olacak
hissi… Sanki bir araba gelecek, bisiklete binen çocukların arasına dalacak,
birkaçını ezecek.
Neredeyse
gördüğüm bir tablo gibi. Yahut fragmanına rastlamışım da filmi görmenin endişesi
sarmış. Aşırı bunaldım.
Hâlbuki,
parkın içine araç girme ihtimâli yok. O park, yalnızca yayalara açık.
“Haydi
kalkalım” dedim, çok tuhaf bir hâl içindeyim.
Hakikaten
boş yere değilmiş o his.
Bir
süre sonra telefonlar çalmaya başladı. Bir şeyler oluyor, ne olduğunu anlamaya
çalışıyoruz.
Köprü
askerler tarafından kesilmiş.
Meğer
darbe teşebbüsü ile ülke yönetimine el koymaya niyetlenenlermiş onlar.
Bazı
söylentilerde geçtiği şekilde terör olayı, tatbikat vesaire olmadığı anlaşıldı.
Tanklar
arabaların üstünden geçti. İnsanları ezdi. Kurşunlar atılmaya başlandı. Yağmur
gibi. Uçaklar tepemizden uçtu. Büyük patlamalar eşliğinde. Bomba atıldı sandık.
O
gece 251 vatan evlâdı şehit düştü.
Ülkemizin
yiğit çocuklarıydı onlar.
Parktayken
bir kara bulut gibi gelip çöken his, boşuna değilmiş.
Elinde
silah olmayan, göğsünü ve gövdesini siper eden o kahramanlar, canlarını verdi
ama kirli bir darbeyi de engelledi. Zâten temizi olmaz ki.
Vatan
Caddesi üzerinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü önünde toplanan kalabalığa
karıştık.
Giderken,
bankamatikler önünde sıraya girenleri görünce, vallahi hiçbir anlam
verememiştim.
Birkaç
kişi, “Sokağa çıkma yasağı kondu. Hemen eve dönün” diye uyarıda bulunuyordu.
“Ulan
hasta mısın? Böyle bir zamanda kim sokağa çıkmayı yasak edebilir?”
Düşünseydim,
böyle bir cevap verirdim. Hatta suratını yakından görmek için yakasına yapışmak
da isterdim.
Ancak
o sırada etraflıca düşünmekten uzaktım.
Bir
sele kapılmış gibiydik. Tekbirden başka bir şey çıkmıyordu dilimden.
“Allahü
ekber, Allahü ekber… Lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber…”
Gece
yarısını geride bıraktık, saat itibarıyla…
Yine
de olan biteni tam anlamıyla idrak etmekten uzaktık.
Sadece
bulunduğumuz yeri görüyorduk. Uzaklardan telefonla gelen bilgileri de üstüne
ekliyorduk parça parça.
“Darbe
ise, bu saatte darbe mi olur?” diyorduk. Çünkü tecrübemiz vardı. Hem de çok…
Darbelerin her zaman gece yarısı üç ile dört civarında başladığını biliyorduk.
Ertesi
güne girmiştik. 01’i çeyrek geçe Mustafa Cambaz aradı.
Çengelköy’de
Çınaraltı’na indiğini söylüyordu. Askerlerin halkın üzerine ateş açtığını
söylüyordu. Yere düşenler olduğunu söylüyordu.
“Aman
dikkat et!” dediğimi hatırlıyorum. Ertesi gün için plânımız vardı.
Konuşmamız
iki dakika sürdü sürmedi.
Kapattıktan
bir iki dakika sonra onu da vurmuşlar. Göğsünden iki kurşunla...
Ellerini
kaldırıp, “Siz kimin askerisiniz? Kime kurşun sıkıyorsunuz?” diye haykırdığını
görenler var.
Sonrası
çok ağır!
Onun
gibi iki yüz elli yiğit daha düştü toprağa.
Binlercesi
yaralandı. Bazılarının yarası bir süre sonra iyileşse de kimileri sakat kaldı.
O
gece aldığı kurşunu vücudunda taşıyan, o kurşunla yaşamak zorunda kalanlar var.
Aziz
arkadaşım Erol Olçok da oğlu Abdullah Tayyip ile beraber köprü üzerinde şehit
düştü.
Ertesi
gün, üçünün cenaze namazını Altunizade İlâhiyat Camiî’nde beraberce kıldık.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da oradaydı. Usta hatip, iki kelâm etmekte zorlandı. Cümleler
yarımdı. Gerisi gelmedi. Gözyaşları içinde kalmıştı.
Mustafa
târihe çok meraklıydı. Menkıbeleri de severdi. “Padişahın işi ne?” hikâyesini kaç
defa anlattığını gördüm.
Aynı
şeyin başına geleceğini söyleseler, nasıl da gülerdi.
Yıllar
önce Gümülcine’den İstanbul’a gelmiş, Yunan ordusuna asker olmamak için
pasaportunu konsoloslukta yırtmıştı.
Vatandaşlık
işlemleri de bir türlü ilerlemiyordu.
Senelerce
kimliksiz yaşadı.
Geçici
ikâmet belgesinin süresi hep geçmiş olurdu. Yenisini çıkardığında bile...
Kim
olduğunu soranlara bazen “Vatandaşın biriyim” der, sonra kendi kendine gülerdi:
“Yok arkadaş, vatandaş bile değilim!”
Kimliği
yoktu ama kişiliği vardı. Hem de dağ gibi, dağlar gibi…
Gümülcine’deki
köyünün adı “Menetler”...
Köylüler
vaktiyle orayı işgal etmek isteyenleri men etmişler, köyün adı “Menettiler”
olmuş. Sonra hece düşmüş.
Mustafa
da kahraman ataları gibi yiğitçe davrandı, itçe davrananlara karşı direndi. O
gece şehit olan tek gazeteciydi.
Aradan
beş sene geçmiş. Fakat darbecilerin hevesi olduğu gibi duruyor. Niyetleri hiç
değişmedi. Asla vazgeçmeyeceklerini, aynı kararlılıkla türlü oyunlara
meyledeceklerini bilmek gerekir ve o oyunları vaktiyle görmek…