Aşkın dil(i)

Bir arayış içerisindeyiz. Arayışımızı kimi zaman şiir, kimi zaman mûsikîyle dile getirmeye çalışıyoruz. Bu öyle bir arayış ki, her yol ve yöntemle dile getirilemez. Şiir ve mûsikînin seçilişi bilinçli bir tercih. Bu tercihimizde bazen bir def, bazen bir rebap yoldaşımız oluyor. Onlara fısıldıyoruz en büyük sırrımızı, onlarla fısıldıyoruz. Çünkü herkesin harcı değil o sırra malik olmak.

HER şiir bir sesleniş, yakarış, varış değil midir? Peki, bu feryad u figanlar için seçilen kılavuz neden şiirdir? Ondaki sırlar nedir? Sırları ona işlemek, gizlemekteki gaye ne peki? Bunca büyük zat, gönül kadehindeki meyi sebepsiz yere ona dökmüş olamaz.

İnsanlığın varoluşuyla yaşıttır şiirin vücut bulup mevcut olması. Dili, dini, rengi, yaşı ne olursa olsun, her can meramını şiirle anlatma yoluna gitmiştir. Her insan, her meramını şiirle anlatamaz elbette. Çünkü şiir, herkesle temas kurmaz. He şiir de şiir olmaz. Şiirle temaşaya geçebilmek için önce can olmak, can için var olan ateşte yanmak, bütün çeri çöpü yakıp can kalmak gerekir. Çer çöple kastettiklerimiz, bizi o aşkın dilinden alıkoyan yol engelleridir. Onlardan kurtulmadığımız müddetçe dünya zindanına takılıp kalır, asıl vatanın iştiyakıyla yanarız.

Şiirle kastettiğimiz, oturup çalakalem yazılan, uyağa kafiyeye vurulan, dünya dertleri anlatılıp durulan manzumeler değil elbette. Aşkın dili olan, Yunus’ta özünü, Mevlâna’da közünü, neyde sözünü bulan; iki âlem arasında yol olan, bize elestteki sesi hatırlatıp bizi yollara vuran o aşkın, taşkın, coşkun sevgi dilini anlatmaktır derdimiz.

Binelim o aşkın Burak’ına, vuralım gönlümüzü yollara. Kim bilir, belki muhatap olarak bizi de seçer. “Can!” deyip biz divaneye de kollarını açar.

 “Sâki! Doldur, vakit tamam./ Artık istesem de uyanamam./ Tatmışım o meyin tadın,/ İçmemeye dayanamam.”

Bir sesleniş de bizim şiirimizde var sevgili okur. Bu sesleniş, sâkiye. Sâki kim? Sâki, mursity; sâki, kılavuz; sâki, insan-ı kâmil. Rüyasında Hindistan’ı gören biz fillere yolunu gösterecek, oraya ulaşmamızı sağlayacak rehberimiz. Evet, bu yolda bir rehbere ihtiyacımız var. Çünkü kılavuzsuz kuş uçmaz. Uçsa da hedefine varamaz, yolunu bulamaz.

O meyin -aşk meyinin- tadını ilk ve son defa canlar meclisinde, elestte tattık. Gül yüzlü yâre orada “Belâ!” dedik. O tat, daim gönül damağımızda. Onun hasretiyle, gurbetiyle yanıp tutuşuyoruz. O tat aklımıza geldikçe daha bir sarhoş, daha bir hoş oluyoruz. O hoşluktan uyanmak ne mümkün! O sarhoşluktan ayılmak mümkünsüz.

Ona dönmek, kavuşmak, ulaşmak tüm gayemiz. Bu özlemle sesleniyoruz sâkiye. Gel artık, vakit bizde tamam olsun. O mestlikten uyanamıyor, onsuzluğa dayanamıyoruz. Bizi asıl vatana kavuştur.

“Sansınlar bırak beni sarhoş./ Can ki oldu şimdi bir hoş./ Kırk yıl geçmiş boşa zaman,/ İçmemeye dayanamam.”

İnsanın en büyük gafletlerindendir unutuş. Dünya zindanına düşen gafil, çer çöple uğraşırken özünü, közünü, aslını unutur. Boşa kürek çeker, yorar, yorulur. Yıllar birbirini kovalar bu boşlukta. “Hoşluğu boşlukta buldum” sanan bîçare de avutur yıllar yılı kendini. Yaş kırka varıp kemâl bulduğunda büyük bir şiddetle çarpar kafasını o boşluğa. Sonra sorular soru üstüne: “Neydim, ne oldum, ne olacağım?” Fark eder ve sarsılır. Boşa geçmiştir onca zaman. “Zararın neresinden dönersek kârdır” der ve hatırlar sarhoşluğunu. O meyin tadı gelir hatırına. Vurur kendini yollara. İçtikçe sarhoş olur, sarhoş oldukça içer. Gaflet bir demdir, her cana uğrar geçer.

“Gördükten sonra gül yüzü,/ Yetti onun tek bir sözü./ Söndür sinemdeki közü,/ İçmemeye dayanamam.”

Gül yüzlü yâri bir kez görmek nasip oldu cana. O görüş ki, “perdeler kalkar, perdeler iner”. O vuslatta duyduğu “Elestü bi Rabbiküm?” sözü, köz etti canın sinesini. Talip oldu o mestlikle tüm belâlara. Çünkü o belâlar kavuşturacak canı yâre. O ahdinin peşinde yıllar var ki arar yâri. Kim aradığını bulamamış, kim vefa gösterip kavuşamamış, kim sabredip ulaşamamış? “Sözüm söz” diyen canlar da inşallah ulaşacak Hindistan'a.

“Yoktur defle, rebapla işim./ Gayrı hepsinden geçmişim./ Gülistanda şarap içmişim./ İçmemeye dayanamam.”

Bir arayış içerisindeyiz. Arayışımızı kimi zaman şiir, kimi zaman mûsikîyle dile getirmeye çalışıyoruz. Bu öyle bir arayış ki, her yol ve yöntemle dile getirilemez. Şiir ve mûsikînin seçilişi bilinçli bir tercih. Bu tercihimizde bazen bir def, bazen bir rebap yoldaşımız oluyor. Onlara fısıldıyoruz en büyük sırrımızı, onlarla fısıldıyoruz. Çünkü herkesin harcı değil o sırra malik olmak. Gülistanda içtiği şarabı unutup külistanı vatan bilen karganın ne hâddine o büyük muştu! Bırakın kargalar külistanda, bülbüller gülistanda kalsın. Kim hangi ateşe talipse, onda yansın!

“Gittiyse akıl başımdan,/ Geçmişim varlık düşünden,/ O ter ü taze peşinden/ İçmemeye dayanamam.”

Akıl gelirse aşk, aşk gelirse akıl gider baştan. Bu tespitin doğru tarafları da var, eksik tarafları da. Çünkü bir müddet aklın aşka, aşkın da akla ihtiyacı vardır. Aşk mayası gönlümüze düştüğünde, akıl kapağı onu muhafaza etmeli, vakit tamam olunca da baştan çekip gitmelidir. Çünkü aşk öyle bir sırdır ki her vakit ve her zeminde ifşa edilemez. Aksi olduğunda yani zamansız ve zeminsiz dillendirildiğinde büyü bozulur, her şey tuzla buz olur. Buna mani olmak da aklın görevidir. Aşkın akla ihtiyacı var da aklın aşka ihtiyacı yok mu? Var elbette, hem de ziyadesiyle. Zira aşktan yoksun akıl, baharı görünce çiçeklenmeyen kuru dal gibidir. İsmi var, cismi yok. O yokluk ki, tarifi sığmaz kaleme. Ne var, ne yok. Hem var, hem yok. İllâki yokta var, varda yok.

“Ne bal, ne petekte gözüm,/ Özünde erisin özüm./ Nurum, canım, iki gözüm,/ İçmemeye dayanamam.”

Hakikat sırrına eren, varlığı yoklukta gören bir can için bu dünya metaı bir yüktür, bir yol kesicidir, yol engelidir. Bir an önce bu yükten kurtulmak ve canlar canına ulaşmak için yolları açmak ister. Bu uğurda her vardan vazgeçer. Hiçlik yolunu seçer. Onun için yâre ulaştırmayan bütün yollar balsız petek gibidir. Ne tadı vardır, ne de tuzu. Yegâne gayesi özünü yârin özünde eritmek, onun nuruyla nurlanmak ve bu yoklar âleminden varlığa sırlanmaktır. Bu gayeyle yola çıkan âşıkın o meyi içmesine kim mani olabilir? Kimse elbette!

“Kalksın örtü aramızdan,/ Haber gelsin kılavuzdan,/ Vallahi o ses gelirse sazdan,/ İçmemeye dayanamam.”

Dem, o dem değil. Can ile canan arasında perdeler var. “O perdeler ki perdemizi yırtar.” Bu ayrılık odu öyle dayanılmaz oldu ki cana… Feryadı inletiyor dağı taşı. “Yetsin” diyor “Artık kalksın örtüler aramızdan. Haber bekliyorum o yüceler yücesi kılavuzdan”. Hâlâ kulakları da o sazdan gelecek seste. Bir duyarsa, duyabilirse, duyurursan o sesi, vallahi kimse tutamaz candan uçmak isteyen nefesi. Sen bir “Can!” de, yeter.

Vaktidir, inelim aşkın Burak’ından. Bakalım gönül telinden dökülen sözlere. Hata bendenize mahsus, af sizlere. “Sürç-i lisan etti isek affola!” Halis niyetlerle çıkalım her yola…