Aşk’a dair: Kara hüzün (1)

Onca şey arasında âşık sayesinde bir anda maşukluk safhasına erişen, neyi ile hak etmişti o mâkâmı? Ölüm neydi, yaşamak ne bu diyarda? Gizlenmesi gereken aşkın kendisi miydi, adı mıydı, hâli miydi acep?

KİMİ üzerine eserler yazdı, kimi çizdi, kimi besteledi… Kimi bir ömrünü bu dairede harcadı, kimi “Oldum” sandı, bilinmez, kimi oldu… Kimi “Öldüm” sandı, bilinmez, kimi öldü…

Hikmet ehli muhtelif tanımlar, tarifler yaptı. Lâkin belki de bir sırdı aşk… Ve belki ilk kanunuydu lâl olmak âşıklık unvanına erişmenin… Belki de ne kadar uğraşsa âşık, tarif edemeyeceği bir acziyeti de kabullenmeliydi…

Hikmet ehlinin, “Ölüm ölüm dediğin nedir ki gülüm,/ Ben senin için yaşamayı göze almışım” dediği noktadan başlayalım dairemizdeki tefekkürümüze…

Maksadın kavuşmak olmadığı noktadır burası ve hattâ kabahattir kavuşmak murâdı...

Bir egoizm içeren bu durumda aşktan bir kâr beklentisi söz konusudur. Oysa aşkta sadece verirsiniz; gerekirse can dâhil... O hâlde neyi sevdiğine bakılmaz, niçin sevdiğine bakılır. Eğer sevilen can olsa, ancak canâna sunulmak yolunda ise hakikî âşıklıktır bu sevgi.

Diğer bir noktada, “Aşk, uçurumun dibine düşmek gibidir; onun için sevgilinin adını yâr koymuşlar” diye tarife çaba gösterilir. Veyahut “Serden geçmektir, yok etmiyorsa aşk değildir o… Aslı vermektir aşkın, vermek ve hep vermek”...

Ancak başka bir dairede, “lâmbada titreyen alevi üşüten de aşktı, sarılıp yatmadıkça baştan gitmeyen de, kavuşmaların mahşere bırakıldığı şey de aşk”… Bir dertti ki bu, bin dermana değişilmezdi. Lokman Hekim gelse iyileştiremezdi. Öyle bir tufandı ki Nûh gelip, asıl tufan nedir gelip görmeliydi…

Başka diyarları gezer isek, önemli olan, âşık olunan değil, âşık olmanın kendisiydi. Can evini söken de olsa, düşman olmamayı ummaktı. Bir başkasında kendini bulmaktı…

Kimine yeşillendi, kimine mavilendi, kiminde gri kaldı… Nihâyetinde kırmızı kazandı lâkin karalar hep daha samîmi durdu, daha derine hitap etti; belki de ısınmak değildi aşk… Kara sevdâ gibi…

Vatan oldu, bayrak oldu, dâvâ oldu, ilim oldu, kadın oldu, evlât oldu, ben oldu, Peygamber oldu, İlâhî oldu…

Mekânımız dar, hazîneden yoksuluz. Bu sebeple daireleri genişletemedik ama nihâyetinde kelâmın devamı için son durak, yine bir hikmet ehlinden “bilmeyenin konuştuğu, bilenin de sustuğu” oldu… Merakımız şu ki, sorgulayanın hâli niceydi?

Hakikaten neydi aşkın tanımı, var mıydı tarifi? Neydi âşığın murâdı? Veyahut murâdı olana denir miydi âşık? “İmkânsız” dedikleri safsata mıydı yoksa?

Onca şey arasında âşık sayesinde bir anda maşukluk safhasına erişen, neyi ile hak etmişti o mâkâmı? Ölüm neydi, yaşamak ne bu diyarda? Gizlenmesi gereken aşkın kendisi miydi, adı mıydı, hâli miydi acep? Bunca eser neyin çabasıydı?

Netîce olarak, o kadar dairede misafir ettik nicelerini de, bir ağırlık gördük duygusal düşüncede… Ve yoğunluktan öte aşırılık… Başkalarının dairesini sunduk, kendi dairemizi öteledik… Velilik midir, delilik midir, bilinmez.

Denir ki o başka dairelerde, “Kim ne derse desin, tıbben her aşırılık, hastalıktır”.  Bu dairelerde gezinmeye devam edeceğiz…