KİMİ üzerine eserler
yazdı, kimi çizdi, kimi besteledi… Kimi bir ömrünü bu dairede harcadı, kimi “Oldum”
sandı, bilinmez, kimi oldu… Kimi “Öldüm” sandı, bilinmez, kimi öldü…
Hikmet
ehli muhtelif tanımlar, tarifler yaptı. Lâkin belki de bir sırdı aşk… Ve belki
ilk kanunuydu lâl olmak âşıklık unvanına erişmenin… Belki de ne kadar uğraşsa
âşık, tarif edemeyeceği bir acziyeti de kabullenmeliydi…
Hikmet
ehlinin, “Ölüm ölüm dediğin nedir ki
gülüm,/ Ben senin için yaşamayı göze almışım” dediği noktadan başlayalım
dairemizdeki tefekkürümüze…
Maksadın
kavuşmak olmadığı noktadır burası ve hattâ kabahattir kavuşmak murâdı...
Bir
egoizm içeren bu durumda aşktan bir kâr beklentisi söz konusudur. Oysa aşkta
sadece verirsiniz; gerekirse can dâhil... O hâlde neyi sevdiğine bakılmaz,
niçin sevdiğine bakılır. Eğer sevilen can olsa, ancak canâna sunulmak yolunda
ise hakikî âşıklıktır bu sevgi.
Diğer
bir noktada, “Aşk, uçurumun dibine düşmek
gibidir; onun için sevgilinin adını yâr koymuşlar” diye tarife çaba
gösterilir. Veyahut “Serden geçmektir,
yok etmiyorsa aşk değildir o… Aslı vermektir aşkın, vermek ve hep vermek”...
Ancak
başka bir dairede, “lâmbada titreyen alevi üşüten de aşktı, sarılıp yatmadıkça
baştan gitmeyen de, kavuşmaların mahşere bırakıldığı şey de aşk”… Bir dertti ki
bu, bin dermana değişilmezdi. Lokman Hekim gelse iyileştiremezdi. Öyle bir
tufandı ki Nûh gelip, asıl tufan nedir gelip görmeliydi…
Başka
diyarları gezer isek, önemli olan, âşık olunan değil, âşık olmanın kendisiydi.
Can evini söken de olsa, düşman olmamayı ummaktı. Bir başkasında kendini
bulmaktı…
Kimine
yeşillendi, kimine mavilendi, kiminde gri kaldı… Nihâyetinde kırmızı kazandı
lâkin karalar hep daha samîmi durdu, daha derine hitap etti; belki de ısınmak
değildi aşk… Kara sevdâ gibi…
Vatan
oldu, bayrak oldu, dâvâ oldu, ilim oldu, kadın oldu, evlât oldu, ben oldu,
Peygamber oldu, İlâhî oldu…
Mekânımız
dar, hazîneden yoksuluz. Bu sebeple daireleri genişletemedik ama nihâyetinde
kelâmın devamı için son durak, yine bir hikmet ehlinden “bilmeyenin konuştuğu, bilenin de sustuğu” oldu… Merakımız şu ki,
sorgulayanın hâli niceydi?
Hakikaten
neydi aşkın tanımı, var mıydı tarifi? Neydi âşığın murâdı? Veyahut murâdı olana
denir miydi âşık? “İmkânsız” dedikleri safsata mıydı yoksa?
Onca
şey arasında âşık sayesinde bir anda maşukluk safhasına erişen, neyi ile hak
etmişti o mâkâmı? Ölüm neydi, yaşamak ne bu diyarda? Gizlenmesi gereken aşkın
kendisi miydi, adı mıydı, hâli miydi acep? Bunca eser neyin çabasıydı?
Netîce
olarak, o kadar dairede misafir ettik nicelerini de, bir ağırlık gördük
duygusal düşüncede… Ve yoğunluktan öte aşırılık… Başkalarının dairesini sunduk,
kendi dairemizi öteledik… Velilik midir, delilik midir, bilinmez.
Denir
ki o başka dairelerde, “Kim ne derse
desin, tıbben her aşırılık, hastalıktır”.
Bu dairelerde gezinmeye devam edeceğiz…