“KADIN” ve “aşk”
üzerine yazılarıma bakanlar, beni bir kadın düşmanı zannederler. Oysa kadınlara
karşı en acımasız satırlarımda bile en yüce duygularımın saklı olduğunu
göremezler. Aşktan canı yanan bir erkeğin kadınlardan halen vazgeçememesinin
bir sonucudur o yazılar. Dünyanın en güzel yaratığı olan kadınlara erkeğin
düşman olması kadar aptalca ne olabilir?
Peki, kadınlar konusunda en
açık ve içten satırları yazanlara karşı kadınlar neden düşman gözüyle bakarlar?
Bu, aslında kadının kendini bütün çıplaklığıyla görmek istemeyişinden kaynaklanır.
Bir erkek zihninde nasıl algılandığını bilmek istemez sanki. Bu durum, aynı
zamanda erkek için de geçerlidir. Kadın zihnindeki erkek algısıyla erkeğin
kendi algısı aynı değildir. Kadının erkek zihnindeki algısıyla kadının kendi
algısı da örtüşmez. Hatta kadın-erkek arasındaki ebedi savaşın/çatışmanın bir
nedeni de budur.
Bir kişi diğerini “var” kabul
ediyorsa, o diğer kişi bir “anlam” ifade ediyor demektir. İster olumlu, ister
olumsuz anlamda olsun, “sevişen” veya “çatışan” iki cins, birbiri için anlamlıdır.
Necip Fazıl’ın bir şiiri bu durumu çok güzel tasvir eder: “Ey düşmanım! Sen benim ifadem ve hazımsın./ Gündüz geceye muhtaç, bana
da sen lazımsın…”
Bu mısrada geçen “düşman”
sözcüğünün yerine “sevgilim” sözcüğünü koyunuz, mısranın anlamının değişmediğini
görürsünüz.
“Sevgili/düşman” sözcüğü,
burada tanımlamaya çalıştığımız “aşk/nefret” gibidir. Sevginin büyüklüğü,
nefretin büyüklüğüyle orantılıdır. Dolayısıyla birbirini besleyen duygulardır
aşk ve nefret.
Aşk ve nefret, iki farklı ve
zıt duygu; tıpkı kadın ve erkek gibi… Ama bu zıt duygu, aynı zamanda birbirinin
nedeni ve sonucu. Aşk, şartsız teslimiyet, nefretse şartsız bir isyanın
sonucudur. Aşk ve nefretin aynı yürekte yankılanmasının en güzel örneği,
sanırım Dostoyevski’nin “Kumarbaz” romanındaki kahramanın dilinden
dökülenlerdir. Kumarbaz şöyle düşünür: “Öyle
anlar oldu ki, onu boğabilmek için yaşamımın yarısını verirdim. Yemin
edebilirim ki, bir hançeri yavaş yavaş göğsüne daldırmak olanağı geçseydi
elime, bunu derin bir zevkle yapardım sanıyorum. Böyle olmakla birlikte,
namusum üzerine kesinlikle söylüyorum ki, eğer Sehlangenber’de bana gerçekten ‘Kendini
uçuruma at!’ deseydi, hemen atardım seve seve…”
Aşk ve nefretin tek bir ruhta
nasıl kendini dışa vurduğunu bu satırlardan daha iyi ifade eden başka bir cümle
bulunmaz sanırım. Sevdiğinizi gözünüzü kırpmadan öldürmek veya onun için
gözünüzü kırpmadan ölüme gitmek… Aşk cinayetlerinde öldüren, genellikle sevendir,
ölen ise sevilen. Yani seven de özne, öldüren/nefret eden de...
***
Aşk ve nefret duyguları,
aşırılığı içinde bulunduran hastalıklı duygulardır. Hastalıklı olduklarından
dolayı, toplum nezdinde genellikle temkinli karşılanmış, âşıklara deli veya
meczup gözüyle bakılmıştır. Nefret duygusunu besleyense güçlü bir
eziklik/eksiklik duygusudur. İster seven kişinin duygusu, ister nefreti,
kölenin efendisine karşı hissettiklerine benzer.
Köle, efendisini hem sever,
hem de ondan nefret eder. Kölenin bu duygusunun arka planında eksiklik,
ezilmişlik, yenilmişlik, yetersizlik, hatta bir mağduriyet vardır. Bu anlamda
efendi veya sevgili, güç/cazibe merkezidir, yani ilgiyi kendine çeker, kişide
bir hayranlık oluşturur. Bu duygu, hayranlık duyulan kişiyle bütünleşmediği
zaman rahatsızlık/nefret yaratır. Seven, sevilene karşı kendini mağlup görür.
Sevgilinin güzelliği veya cazibesinin gücü altında ezilmiştir çünkü. Bu
ezikliğini giderecek tek unsur, güçlü ve güzel gördüğüyle bütünleşmedir. Bunu
gerçekleştirdiğinde mükemmele ulaşabileceğini düşünür. Hatta yalnız kendisinin
değil, karşısındakinin de aynı mükemmelliği yakalayacağını sanır.
Bu duygulara ulaşılamadığı
zaman ise nefret kendini gösterir. Nietzsche’nin, Salome’nin karşısında
ezikliğinin iki unsuru vardır. Birincisi Salome, entelektüel ve akıllı bir
kadındır. Nietzsche, ancak Salome ile evlendiğinde mükemmel bir ikili
olabileceğini düşünür. Ama beklentisine Salome cevap vermeyince, bu defa en
keskin, en akıl almaz nefreti duyar Salome yüzünden kadınlara. Nietzsche’ye
göre kadın, adi ve aşağılık bir mahlûktur. Çünkü ona göre kadının en mükemmeli
olan Salome onu anlayamamıştır. Eğer onu anlayabileyecek bir kadın varsa, o
ancak Salome’dir. Salome kendisini anlamadığına göre, hiçbir kadın anlayamaz.
Kendini İsa gibi gören bir filozofu anlamayan kadın cinsi aptal, lanetli ve
adidir. Salome kendisini ezdiği için, “Kadınlara giderken kırbacını almayı
unutma!” der “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te, ezildiği için kadını ezmek ister. Bu
anlamda sevginin nefrete dönüşümünün en güzel örneğidir Nietzsche ile Salome
ilişkisi.
Yine buna benzer bir ruh
halini Dostoyevski’de görmek mümkündür. Dostoyevski, kendisini terk edip
başkasına giden sevgilisi Soslova için şöyle demiştir: “Belki o yakışıklıdır, gençtir, güzel konuşur. Ama hiçbir vakit benimki
gibi bir yürek bulamayacaksın onda!” Yani seven, sevdiğini kendisinden
başka birinin daha büyük ve yüce bir aşkla sevebileceğini aklından geçirmez.
Sevgiliyi hakkıyla sevecek biri varsa, o yalnız kendisidir. Bu yüzden bencil
bir sevgidir bu sevgi. Tasavvufî aşkta
da sevgi bencildir. Bunu kadın sufî Rabia el-Adaviye, bir şiirinde şöyle
anlatır: “İki biçimde severim seni: Bencilce/
Ve daha sonra da Sana layık olarak./ Bu bencil sevgide, Seni her düşünceyle/ Sevmekten
başka bir şey yapamam./ Hayranlık dolu bakışımdan örtüyü/ Kaldırdığında, saf
sevgidir bu;/ Bundan dolayı övünmem,/ Çünkü her ikisinde de övgü Sanadır.”[i]
Aşk bencildir ve bencil
olduğu için tehlikelidir. Araplar “Âşığın tedavisi, sevgiliye kavuşmaktır”
derken, onun bir hastalık olduğunu söylemek isterler. Bu psikolojik hastalık (aşk),
nefreti de büyütür içinde, sevgiyi de. Aşk ile nefret, ikiz kardeş gibidir,
özellikle de sevenler için. Trajik biten her aşkın yerini güçlü bir nefret
alır. Gazel vurmuş bağa dönen bir aşkın sonunda nefret, harabeler de öten
baykuşa benzer. Felaketler, kendini işte baykuşun bu ötüşünde gösterir. Bundan
dolayı nefretten ve aştan intihar ve cinayet doğar…