Aşk, gam suretinde gelen ferahtır

Gamın yatağı gönüldür. Gönül ise Hakk’ın evidir. Demek ki aşk bir ateştir, gamı ve hüznü içerir; gönlümüz de Yakub’un evi gibi bir külbe-i ahzan, yani “hüzünler evi”dir. Gönül hüzünler evi olsun ki sabr-ı cemili kavrasın. Gönül hüzünler evi olsun ki âlemin gözümüzde fazlaca ehemmiyeti olmasın.

“MAHREM-İ in hûş cüz bîhûş nist/ Mer zebanrâ müşterî cüz gûş nist.” (Nasıl ki kulaksa talibi dilin,/ Akla sırdaş da deliliktir, bilin!)

Bu aklın mahremi, onun zıddı olan akıldan başkası değildir. Yani beyitte geçen “bîhûş” ifadesini akılsızlık gibi çevirdiğimiz zaman, bizim anladığımız anlamdaki akılsızlık ile örtüşür ki bu, gerçek mânâyı vermez. Bu aklın mahremi, sırdaşı ve sırlarına mahrem olan, aslında bu akla zıt olandan başkası değildir. Demek ki bu akla zıt bir başka akıl daha var. O öyle bir akıl ki, aynı zamanda bu aklın mahremi ve onu da içeriyor. Bu akıl, o aklın bir parçası. Ve bu aklın ileri sürdüğü şeyler, o aklın söylediklerinden başka bir şey değil. Sadece o aklın söylediklerine zaman zaman kulak verip söylemiştir. Zira diyor ki, “Dilin söylediğinin müşterisi, kulaktan başkası değildir. O akıl bu aklın dili, bu akıl da o aklın kulağıdır”. Burada ince dikkat gerektiren bir şey var: Düz ve zahirî yorumcular bunu delilik gibi anlıyorlar ama öyle değildir!

Mevlâna bu beyitte, bu âleme ilişkin olan aklın müşteri olduğunu, dinleyen olduğunu söylüyor. Bu akla zıt olan öbür akıl ise dildir, anlatımdır. Bu o kadar güzel bir tespittir ki modern psikiyatrinin, psikanalizcilerin gelip gelip takıldıkları düğümü çözüvermektedir. Meşhur psikanalizci Jung’un temel tezi şudur: “Şuur dediğimiz şey, şuur dışının kendini ifade etmek istemesinden başka bir şey değildir. Şuur zannettiğimiz, şuur dışının bir anlatımıdır. Şuur, anahtar deliğinden bakan bir kişiye benzer. O delikten görüp de âlem diye tarif ettiği şey, aslında şuur dışıdır. Ama nerede başlar, nerede biter, ben de bilmiyorum…”

Mevlâna’ya nispeten oldukça aşağı perdeden bir anlatımdır Jung’unki. Bizim “akılsızlık” diye çevirdiğimiz, “delilik” zannettiğimiz şey Mevlâna için dile gelen, söyleyen bir şeydir. Bu akla zıt olan akıl konuşur, bu akıl da ona müşteri olur, onu dinler. Haliyle akıl diye peşinden koştuğumuz şey, aslında bir amaç değil, araçtır. Kendisi de bir himmete muhtaç imiş. Yaptığı nedir? Aldığını satmaktan başka bir şey değil…

Bu olguya böyle bir zatın idrakiyle bakıldığında aklın ne kadar fukara kaldığını görürüz. Bir bakıma Mevlâna şunu demek istiyor: “Aslında deli olan sizsiniz!” Ancak bunu hikmet üslubuyla “Deli biziz” diye söyler. Bu da velînin latifesidir. Zaman zaman böyle hikmetleri latife ile anlatırlar; olumsuzlukları kendi üzerlerine alır, olumluyu bize verirler.

Millet olarak kendi değerlerimizin farkında olmadığımız zaman “Jung şöyle dedi, Freud böyle dedi” diyerek söylemlerin peşine düşüyoruz. Jung de, Freud de gelsin, Hazretin rahlesine otursun, bir de tövbe istiğfar getirsinler de aradıkları hakikati burada bulsunlar.

İnsan fıtrî olarak neşeli olur, ta ki aşk gelinceye kadar. Aşk gelip bu sathi ve sahte neşeyi sürer, yerine gamı ikame eder. 

Olumlu mu olumsuz, olumsuz mu olumlu?

Edebiyatta “tenasüp” ve “leff ü neşr” dediğimiz bazı sanatlar vardır; beliğ anlatımın şartlarıdır bunlar. “Tenasüp”, birbirleriyle anlam yakınlığı olan kavramları bir arada kullanmak; “leff ü neşr” de ilk dizede söylenen unsurlara, benzetme ilgisinden yararlanarak ikinci dizede karşılık koymaktır. Mesela ilk dizede gül ve sümbül varsa, ikinci dizede sevgilinin yüzü ve saçını zikretmek, leff ü neşre örnektir. Bu beyitte de bu sanatlar kullanılmıştır. Burada akıl, kulağı işaret ediyor; akla zıtlık da dili gösteriyor. Yani akıldan maksat kulak, bîhûştan, yani akılsızlıktan maksat da dilmiş. Demek ki onun Mecnun dediği kişi “hakikati konuşan” kimse, akıllı dediği de “o hakikati dinleyen” kimsedir. “Siz delisiniz!” diyor ama buradan şöyle bir şey de çıkıyor: “Eğer dinlerseniz akıllı sizsiniz, deli biz…”

Bir kelam varsa, bir de dinleyen vardır. Kelam, dinlenmek içindir. Dolayısıyla burada üst perdeden konuşan ney, aslında aklımızla kavrayamayacağımız, akla zıt bir âlemin hakikatini söylüyor. Buradaki akılların kavradığı, keşfettiği, bulduğu, kitaplar dolusu yazdığı şey de ondan dinledikleridir.

Şöyle bir tespit yapabiliriz: Mevlâna’da olumsuz görünen kavramlar aslında olumlu, olumlu görünen kavramlar da olumsuzdur. Ancak iyi cins okuyucular için olumsuz kavramlar, diğerleri içinse olumlu kavramlar işe yarar. Herkesin işine yarayacak şeyler vardır yani.  

Sıradan okuyucu kendisini çok yetkin bulur. Çok da sık hüküm verir. Haliyle onlar okuyunca yadırgamazlar. Biraz mânâdan nasibi olan okuyucu da kavramların dikkat avlamak için konulduğunu görür. Mevlâna bu konuda şöyle der: “Bu sır, herkesin anlayabileceği bir hikmet değildir. O yüzden dikkatli olanlar için kavramlar arasında bir geçişme yapayım, onlar zaten bulurlar.”


Gam, âşığın orağı

“Der gam-ı mâ rûzhâ bîgâh şod/ Rûzhâ bâ sûzhâ hemrâh şod.” (Aşk derdimizle durgun aktı günler,/ Ateşlere dost olup yaktı günler.)

Beyitte geçen “bîgâh” kavramı, kelime olarak “vakitsiz” gibi bir anlama geliyor. Bazı yorumcular bunun akşam olduğunu söylerler. Yani “Gamla vakit akşama erdi”. Bendeniz bu vakitsizliği böyle değil, “uzadıkça uzayan bir vakit” gibi anlıyorum. Zira gam içerisindeki bir kişinin zaman şuuru çok geniş, saadet içerisinde olanın zaman şuuru ise çok dardır. Dolayısıyla kişi gamlıyken vaktin geçmesini, saadetteyken de durmasını ister.

Tasavvufta çok bahsi geçen tayy-i zaman kavramı, yani zamanın iptali, zamanın kendi hakikatine dönmesi demektir. Cenab-ı Hakk’ın “Ol!” emri, bütün zamanları kuşatan bir emirdir. Haliyle şimdiki zamanı da kapsar. Sufilerin meşhur söyleyişlerinde olduğu gibi, “Dem, bu dem!”dir. Bu bilince varmak için gam gerekiyor. Gam, sureta acı veren bir şeydir. İnsanı dilhun eden, yaralayan bir şey... Kişi gam içre olduğunda zaman çok genişler ve bu genişleme de ruhu üzerinde tazyike sebep olur. Burada diyor ki, “Bizim gamla geçen günlerimiz hep böyledir. Biz bu halet içerisindeyken günler uzadıkça uzar”.

Gam daima aşkla ilgili bir haldir. Gamdan maksat, aşk gamıdır. Edebiyatta “mürsel mecaz” denilen sanatla bu gamın aslında aşkı işaret ettiğini anlarız. Bir mutasavvıf “gam, dert, acı, feryat veya figan” diyorsa, biliniz ki hepsi de aşka aittir.

Gam, aşk hakikatini kavramada bir merhaledir. Gam olmazsa, yani gönül dilhun olmazsa mânâyı alıcı hale gelmez. İnsanlar aşk içerisindeyken gönülleri yaralıdır. Çok üst perdeden bir hassasiyete maliktirler. Gam deryasına batmış halimizi düşünelim; o haldeyken söylenen sözlerde ne kadar çok mânâ görürüz. Hiç dikkat etmediğimiz şeylerin aslında ne kadar önemli olduklarını fark etmeye başlarız. Bunu bize veren unsur, gam şuurudur. Gamdan dolayı böyle algılarız. Hani derler ya “Sağlık bir devlettir ama bunu hastalar bilir” diye, asıl saadeti gören, kimya-yı saadeti asıl arayan “gam içindeki insandır”. Fuzulî’de “gam merhalesi” diye bir kavram var. Bu yolda gamın da bir merhale/makam olduğunu anlıyoruz.

Gam, bizim zaman şuurumuzda geçmiş ve geleceği yok eden, zaman şuurumuzu kâinata, oluşa ve Hakk’ın zamandan murat ettiği şeye dönüştüren bir şeydir. Gam, bizim oluş ve yaratılışla teyellenmemiz anlamına geliyor. Yıktığımız köprüyü onarmamız anlamına geliyor. O yüzden gam çok gerekli bir duygudur. Gamın yatağı gönüldür. Gönül ise Hakk’ın evidir. Demek ki aşk bir ateştir, gamı ve hüznü içerir; gönlümüz de Yakub’un evi gibi bir külbe-i ahzan, yani “hüzünler evi”dir. Gönül hüzünler evi olsun ki sabr-ı cemili kavrasın. Gönül hüzünler evi olsun ki âlemin gözümüzde fazlaca ehemmiyeti olmasın. Demek ki gam, aynı zamanda otları biçen bir makas gibi gönül evimizde biten yabanî otları biçiyor.

İnsan fıtrî olarak neşeli olur, ta ki aşk gelinceye kadar. Aşk gelip bu sathi ve sahte neşeyi sürer, yerine gamı ikame eder. Gamı ikame ettikten sonra kişi önce tedirgin olup kaybettiği neşeyi arar, bir müddet sonra eğer farkındaysa neşenin yerine ikame ettiği şeyin ferah olduğunu kavrar. O yüzden velîlerin dilinde gam, ferah sayılır. Bakınız, kavram yine zıddını ifade etti! Demek ki insan ferah halindeyken zaman genişlermiş. Zamanın genişlemesi aslında tayy-i zaman demektir; yani “zamanın devre dışı bırakılması”. Tayy-i zamana geçildiğinde, kişi keramet boyutuna da geçmiş olur. Keramet de öyle ulu orta mendil sallamak gibi bir şey değildir. Bunu Mevlâna çok şiddetli bir şekilde kınar. Birtakım hallerden sonra keramet izhar etmeye çalışan, keramete düşkün olan bazı zatları feci şekilde kınadığına şahit oluyoruz. Hatta bunlara, bir kâfire ya da münafığa kızdığından daha çok kızıyor. Keramet, ordu sancağı gibi taşınacak bir şey değildir, gizlenilesi bir şeydir. Ondan mahcup olmak lazımdır.

Gamın, Mevlâna’nın dilindeki aslı demek ki ferahtır. Bize bununla birlikte şunu da söylemeye çalışıyor: “Ey can, sen gam içinde olduğunu zannediyorsun ama bunun Hakk’ın lügatindeki adı ferahtır, müsterih ol!”

Beytin ikinci mısraında şöyle diyor: “Günler ateşlerle dost olup gitti.” Demek ki gam merhalesi geldiğinde bizi yakan, perişan eden günler ateşlerle dost oluyormuş. Ateş nedir? Hakk’ın emirle kesen kılıcıdır.

Mevlâna bir Yahudi hükümdarını anlatır: Bu hükümdar, zulümle insanları puta tapmaya zorlar. Büyük bir ateşin önüne bir put koydurur ve kim bu puta tapmazsa ateşe atacağını söyler. Putun önünde secde etmeyen herkesi ateşe attırır. Bir kadın secde etmekte tereddüt edince kucağındaki çocuğu ateşe attırır. Anne, çocuğunu kurtarmak için, inanmadığı halde puta secde etmeye niyetlenince çocuk ateş içinde dile gelip bağırır: “Ey anne, burası zahirde bir ateşliktir ama hakikatine bakarsan güllük gülistanlık bir bahçedir!” Çocuk ateşin içerisinde insanları öyle bir ateşle ateşe çağırıyor ki bir müddet sonra herkes ateşe koşuyor. Hükümdar bu kez de ateşe girmelerini engellemeye çalışıyor…

Ateşlere dost olmak, aşkın kişiye getirdiği bir halettir. Çünkü ateş sizi yakıyor ve bir müddet sonra sizi kendisinde yok ediyor. Demek ki aşk, bizim manevî kirlerimizi, cüruflarımızı attıktan sonra vazifesini tamamlamış oluyor. O zaman da bizi ateşe dost kılarak gitmiş oluyor. Ateş düşman gibi gelmişti, yakmış, perişan etmişti ama en sonunda görüyoruz ki meğer bunların hepsi bizi ateşle dost kılmak içinmiş. O yüzden de gam, Hakk katında ferahtır ve ateş de bir gülistan.

Az evvelki kıssada ateşin çocuğu yakmadığını gören hükümdar ateşe dönüp diyor ki, “Niye yakmıyorsun, tabiatın mı değişti?”. Ateşin cevabı şöyle: “Ben Hakk kılıcıyım, emirle keserim!”