
“MAHREM-İ in hûş cüz bîhûş nist/ Mer zebanrâ müşterî cüz gûş nist.” (Nasıl ki
kulaksa talibi dilin,/ Akla sırdaş da deliliktir, bilin!)
Bu
aklın mahremi, onun zıddı olan akıldan başkası değildir. Yani beyitte geçen
“bîhûş” ifadesini akılsızlık gibi çevirdiğimiz zaman, bizim anladığımız anlamdaki
akılsızlık ile örtüşür ki bu, gerçek mânâyı vermez. Bu aklın mahremi, sırdaşı
ve sırlarına mahrem olan, aslında bu akla zıt olandan başkası değildir. Demek
ki bu akla zıt bir başka akıl daha var. O öyle bir akıl ki, aynı zamanda bu
aklın mahremi ve onu da içeriyor. Bu akıl, o aklın bir parçası. Ve bu aklın
ileri sürdüğü şeyler, o aklın söylediklerinden başka bir şey değil. Sadece o
aklın söylediklerine zaman zaman kulak verip söylemiştir. Zira diyor ki, “Dilin
söylediğinin müşterisi, kulaktan başkası değildir. O akıl bu aklın dili, bu
akıl da o aklın kulağıdır”. Burada ince dikkat gerektiren bir şey var: Düz ve
zahirî yorumcular bunu delilik gibi anlıyorlar ama öyle değildir!
Mevlâna
bu beyitte, bu âleme ilişkin olan aklın müşteri olduğunu, dinleyen olduğunu
söylüyor. Bu akla zıt olan öbür akıl ise dildir, anlatımdır. Bu o kadar güzel
bir tespittir ki modern psikiyatrinin, psikanalizcilerin gelip gelip
takıldıkları düğümü çözüvermektedir. Meşhur psikanalizci Jung’un temel tezi
şudur: “Şuur dediğimiz şey, şuur dışının kendini ifade etmek istemesinden başka
bir şey değildir. Şuur zannettiğimiz, şuur dışının bir anlatımıdır. Şuur,
anahtar deliğinden bakan bir kişiye benzer. O delikten görüp de âlem diye tarif
ettiği şey, aslında şuur dışıdır. Ama nerede başlar, nerede biter, ben de
bilmiyorum…”
Mevlâna’ya
nispeten oldukça aşağı perdeden bir anlatımdır Jung’unki. Bizim “akılsızlık”
diye çevirdiğimiz, “delilik” zannettiğimiz şey Mevlâna için dile gelen,
söyleyen bir şeydir. Bu akla zıt olan akıl konuşur, bu akıl da ona müşteri
olur, onu dinler. Haliyle akıl diye peşinden koştuğumuz şey, aslında bir amaç
değil, araçtır. Kendisi de bir himmete muhtaç imiş. Yaptığı nedir? Aldığını
satmaktan başka bir şey değil…
Bu
olguya böyle bir zatın idrakiyle bakıldığında aklın ne kadar fukara kaldığını
görürüz. Bir bakıma Mevlâna şunu demek istiyor: “Aslında deli olan sizsiniz!”
Ancak bunu hikmet üslubuyla “Deli biziz” diye söyler. Bu da velînin
latifesidir. Zaman zaman böyle hikmetleri latife ile anlatırlar; olumsuzlukları
kendi üzerlerine alır, olumluyu bize verirler.
Millet olarak kendi değerlerimizin farkında olmadığımız zaman “Jung şöyle dedi, Freud böyle dedi” diyerek söylemlerin peşine düşüyoruz. Jung de, Freud de gelsin, Hazretin rahlesine otursun, bir de tövbe istiğfar getirsinler de aradıkları hakikati burada bulsunlar.
İnsan fıtrî olarak neşeli olur, ta ki aşk gelinceye kadar. Aşk gelip bu sathi ve sahte neşeyi sürer, yerine gamı ikame eder.
Olumlu
mu olumsuz, olumsuz mu olumlu?
Edebiyatta
“tenasüp” ve “leff ü neşr” dediğimiz bazı sanatlar vardır; beliğ anlatımın
şartlarıdır bunlar. “Tenasüp”, birbirleriyle anlam yakınlığı olan kavramları
bir arada kullanmak; “leff ü neşr” de ilk dizede söylenen unsurlara, benzetme
ilgisinden yararlanarak ikinci dizede karşılık koymaktır. Mesela ilk dizede gül
ve sümbül varsa, ikinci dizede sevgilinin yüzü ve saçını zikretmek, leff ü
neşre örnektir. Bu beyitte de bu sanatlar kullanılmıştır. Burada akıl, kulağı
işaret ediyor; akla zıtlık da dili gösteriyor. Yani akıldan maksat kulak, bîhûştan,
yani akılsızlıktan maksat da dilmiş. Demek ki onun Mecnun dediği kişi “hakikati
konuşan” kimse, akıllı dediği de “o hakikati dinleyen” kimsedir. “Siz
delisiniz!” diyor ama buradan şöyle bir şey de çıkıyor: “Eğer dinlerseniz
akıllı sizsiniz, deli biz…”
Bir
kelam varsa, bir de dinleyen vardır. Kelam, dinlenmek içindir. Dolayısıyla
burada üst perdeden konuşan ney, aslında aklımızla kavrayamayacağımız, akla zıt
bir âlemin hakikatini söylüyor. Buradaki akılların kavradığı, keşfettiği,
bulduğu, kitaplar dolusu yazdığı şey de ondan dinledikleridir.
Şöyle
bir tespit yapabiliriz: Mevlâna’da olumsuz görünen kavramlar aslında olumlu,
olumlu görünen kavramlar da olumsuzdur. Ancak iyi cins okuyucular için olumsuz
kavramlar, diğerleri içinse olumlu kavramlar işe yarar. Herkesin işine
yarayacak şeyler vardır yani.
Sıradan okuyucu kendisini çok yetkin bulur. Çok da sık hüküm verir. Haliyle onlar okuyunca yadırgamazlar. Biraz mânâdan nasibi olan okuyucu da kavramların dikkat avlamak için konulduğunu görür. Mevlâna bu konuda şöyle der: “Bu sır, herkesin anlayabileceği bir hikmet değildir. O yüzden dikkatli olanlar için kavramlar arasında bir geçişme yapayım, onlar zaten bulurlar.”
Gam, âşığın orağı
“Der gam-ı mâ rûzhâ bîgâh şod/ Rûzhâ bâ sûzhâ hemrâh
şod.” (Aşk derdimizle durgun aktı günler,/ Ateşlere dost olup yaktı günler.)
Beyitte
geçen “bîgâh” kavramı, kelime olarak “vakitsiz” gibi bir anlama geliyor. Bazı
yorumcular bunun akşam olduğunu söylerler. Yani “Gamla vakit akşama erdi”.
Bendeniz bu vakitsizliği böyle değil, “uzadıkça uzayan bir vakit” gibi
anlıyorum. Zira gam içerisindeki bir kişinin zaman şuuru çok geniş, saadet
içerisinde olanın zaman şuuru ise çok dardır. Dolayısıyla kişi gamlıyken vaktin
geçmesini, saadetteyken de durmasını ister.
Tasavvufta
çok bahsi geçen tayy-i zaman kavramı, yani zamanın iptali, zamanın kendi
hakikatine dönmesi demektir. Cenab-ı Hakk’ın “Ol!” emri, bütün zamanları
kuşatan bir emirdir. Haliyle şimdiki zamanı da kapsar. Sufilerin meşhur
söyleyişlerinde olduğu gibi, “Dem, bu dem!”dir. Bu bilince varmak için gam
gerekiyor. Gam, sureta acı veren bir şeydir. İnsanı dilhun eden, yaralayan bir
şey... Kişi gam içre olduğunda zaman çok genişler ve bu genişleme de ruhu
üzerinde tazyike sebep olur. Burada diyor ki, “Bizim gamla geçen günlerimiz hep
böyledir. Biz bu halet içerisindeyken günler uzadıkça uzar”.
Gam
daima aşkla ilgili bir haldir. Gamdan maksat, aşk gamıdır. Edebiyatta “mürsel
mecaz” denilen sanatla bu gamın aslında aşkı işaret ettiğini anlarız. Bir
mutasavvıf “gam, dert, acı, feryat veya figan” diyorsa, biliniz ki hepsi de
aşka aittir.
Gam,
aşk hakikatini kavramada bir merhaledir. Gam olmazsa, yani gönül dilhun olmazsa
mânâyı alıcı hale gelmez. İnsanlar aşk içerisindeyken gönülleri yaralıdır. Çok
üst perdeden bir hassasiyete maliktirler. Gam deryasına batmış halimizi
düşünelim; o haldeyken söylenen sözlerde ne kadar çok mânâ görürüz. Hiç dikkat
etmediğimiz şeylerin aslında ne kadar önemli olduklarını fark etmeye başlarız. Bunu
bize veren unsur, gam şuurudur. Gamdan dolayı böyle algılarız. Hani derler ya “Sağlık
bir devlettir ama bunu hastalar bilir” diye, asıl saadeti gören, kimya-yı
saadeti asıl arayan “gam içindeki insandır”. Fuzulî’de “gam merhalesi” diye bir
kavram var. Bu yolda gamın da bir merhale/makam olduğunu anlıyoruz.
Gam,
bizim zaman şuurumuzda geçmiş ve geleceği yok eden, zaman şuurumuzu kâinata,
oluşa ve Hakk’ın zamandan murat ettiği şeye dönüştüren bir şeydir. Gam, bizim
oluş ve yaratılışla teyellenmemiz anlamına geliyor. Yıktığımız köprüyü
onarmamız anlamına geliyor. O yüzden gam çok gerekli bir duygudur. Gamın yatağı
gönüldür. Gönül ise Hakk’ın evidir. Demek ki aşk bir ateştir, gamı ve hüznü
içerir; gönlümüz de Yakub’un evi gibi bir külbe-i ahzan, yani “hüzünler evi”dir.
Gönül hüzünler evi olsun ki sabr-ı cemili kavrasın. Gönül hüzünler evi olsun ki
âlemin gözümüzde fazlaca ehemmiyeti olmasın. Demek ki gam, aynı zamanda otları
biçen bir makas gibi gönül evimizde biten yabanî otları biçiyor.
İnsan
fıtrî olarak neşeli olur, ta ki aşk gelinceye kadar. Aşk gelip bu sathi ve
sahte neşeyi sürer, yerine gamı ikame eder. Gamı ikame ettikten sonra kişi önce
tedirgin olup kaybettiği neşeyi arar, bir müddet sonra eğer farkındaysa neşenin
yerine ikame ettiği şeyin ferah olduğunu kavrar. O yüzden velîlerin dilinde
gam, ferah sayılır. Bakınız, kavram yine zıddını ifade etti! Demek ki insan
ferah halindeyken zaman genişlermiş. Zamanın genişlemesi aslında tayy-i zaman
demektir; yani “zamanın devre dışı bırakılması”. Tayy-i zamana geçildiğinde,
kişi keramet boyutuna da geçmiş olur. Keramet de öyle ulu orta mendil sallamak
gibi bir şey değildir. Bunu Mevlâna çok şiddetli bir şekilde kınar. Birtakım
hallerden sonra keramet izhar etmeye çalışan, keramete düşkün olan bazı zatları
feci şekilde kınadığına şahit oluyoruz. Hatta bunlara, bir kâfire ya da
münafığa kızdığından daha çok kızıyor. Keramet, ordu sancağı gibi taşınacak bir
şey değildir, gizlenilesi bir şeydir. Ondan mahcup olmak lazımdır.
Gamın,
Mevlâna’nın dilindeki aslı demek ki ferahtır. Bize bununla birlikte şunu da
söylemeye çalışıyor: “Ey can, sen gam içinde olduğunu zannediyorsun ama bunun
Hakk’ın lügatindeki adı ferahtır, müsterih ol!”
Beytin
ikinci mısraında şöyle diyor: “Günler ateşlerle dost olup gitti.” Demek ki gam
merhalesi geldiğinde bizi yakan, perişan eden günler ateşlerle dost oluyormuş.
Ateş nedir? Hakk’ın emirle kesen kılıcıdır.
Mevlâna
bir Yahudi hükümdarını anlatır: Bu hükümdar, zulümle insanları puta tapmaya
zorlar. Büyük bir ateşin önüne bir put koydurur ve kim bu puta tapmazsa ateşe
atacağını söyler. Putun önünde secde etmeyen herkesi ateşe attırır. Bir kadın
secde etmekte tereddüt edince kucağındaki çocuğu ateşe attırır. Anne, çocuğunu
kurtarmak için, inanmadığı halde puta secde etmeye niyetlenince çocuk ateş
içinde dile gelip bağırır: “Ey anne, burası zahirde bir ateşliktir ama
hakikatine bakarsan güllük gülistanlık bir bahçedir!” Çocuk ateşin içerisinde
insanları öyle bir ateşle ateşe çağırıyor ki bir müddet sonra herkes ateşe
koşuyor. Hükümdar bu kez de ateşe girmelerini engellemeye çalışıyor…
Ateşlere
dost olmak, aşkın kişiye getirdiği bir halettir. Çünkü ateş sizi yakıyor ve bir
müddet sonra sizi kendisinde yok ediyor. Demek ki aşk, bizim manevî
kirlerimizi, cüruflarımızı attıktan sonra vazifesini tamamlamış oluyor. O zaman
da bizi ateşe dost kılarak gitmiş oluyor. Ateş düşman gibi gelmişti, yakmış, perişan
etmişti ama en sonunda görüyoruz ki meğer bunların hepsi bizi ateşle dost
kılmak içinmiş. O yüzden de gam, Hakk katında ferahtır ve ateş de bir gülistan.
Az
evvelki kıssada ateşin çocuğu yakmadığını gören hükümdar ateşe dönüp diyor ki,
“Niye yakmıyorsun, tabiatın mı değişti?”. Ateşin cevabı şöyle: “Ben Hakk
kılıcıyım, emirle keserim!”