Aşk cephesi

“Kalbini parlatmaya bak Ali! Allah En Büyük Sanatkârdır ve öyle güzel şeyler yaratır ki bir eşi ve benzeri bulunmaz. Ne olursan ol, hangi dar ve zor zamanlardan geçersen geç, bu güzelliklerin kalbine yansımasına mani olma ve asla kalbini karartma! Düşmanın dahi olsa, muhtaçsa bir yudum su vermeyi unutma!”

“HAYAT” dediğimiz, rahmetli Âşık Veysel’in deyimiyle “uzun ince bir yol”dur ki, bu yolda insanoğlu ne savaşlar verir! Verilen her savaş, esasında birbirinin aynıdır öz itibariyle. Hayatta kalma savaşı, kendini hayatta tutma savaşı… Günle yarışır insan, zamanla yarışır, lâkin yenik düşer her yaratılmış gibi. Çevresiyle savaşır her an, her yerde. Kendisiyle savaşır. Yenilemelidir kendisini; her gün yeni bir şey katmalıdır ki kendisine, hayatta kalabilsin, zamanın gerisine düşmesin.

Milletler savaşmışlardır bir de tarih boyunca, hâlâ da savaşmaktadırlar. Anadolu olarak verdiğimiz en büyük hayatta kalma mücadelesi var bir de hani; hani Boğaz Harbi var ya Türk’ün ayakta kalmak için yedi düvele karşı geldiği… Mehmet Âkif, “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?” diye sorar ya, yoktur elbet! Kurşunlar, top mermileri, cephane yağmur gibi yağarken bir yandan, bir millet hayatta kalmak için son mücadelesini verirken, diğer yandan hiç tanımadığı düşmana insanlığı göstermiştir ceddimiz o savaş meydanında. Vatanı için cansız toprağa düşerken bir Mehmet, can vermekte olan düşman neferine son nefesinde su yetiştirir bir diğer Mehmet. Öyle bir ceddin torunlarıyız ki biz, vatanımıza göz dikeni savaş meydanında vururken tam alnının ortasından, yine de kaybetmeyiz/unutmayız insan oluşumuzun gayesini. Bize kurşun sıkana gül sunmasını da biliriz, düşmanımızın ölümlüne ağlamasını da…

“Ali işte tam da böyle bir zamanda su matarasını kaptığı gibi siperinden çıktı ve yaralı askere doğru yürümeye başladı. Her iki cephedekiler de elinde su matarası olan, başı ve baldırı sarılı silahsız bu adamı izlemeye başladılar. Ali, Joe’nin yanına vardığında onun yaşadığını anladı ama kötü durumdaydı. Eliyle Joe’yi ensesinden kavradı ve başını hafifçe kaldırarak ağzına biraz su akıttı. Joe yutkunmakta zorlandı. Soluk bakışlarla Ali’yi izliyordu. (…)


Ali ağlıyordu. Gözlerinden akan yaş Joe’nin yanağına damladı. Joe de ağlamaya başladı. Her yanını bir titreme sardı. Elini, son gücünü kullanarak kaldırdı ve ceketinin iç cebine sokmaya çalıştı. Ali ona yardım ederek Joe’nin cebinden mektubu çıkardı. Siperdeki askerler çıt çıkarmadan iki askerin bu durumunu izliyorlardı. Joe gözlerini yumdu ve açtı. ‘Doğru, istediğim bu’ der gibiydi. Ali elindeki mektubu ona vermek istese de Joe parmaklarını yumruk yaparak mektubu almadı. Kaşları ile Ali’ye almasını işaret ediyordu. Ali mektubu alıp cebine koyduğunda Joe gülümsedi.[i]

Bahadır Yenişehirlioğlu’nun “Aşk Cephesi” romanı… Roman, zamanda geri giderek Selim’in okuduğu kitapta farklı karakterleri çıkarıyor karşınıza. Yer yer okumayı bırakıyor Selim. Sonra yeniden Selim’in başından geçenleri, Adara ile Kerim’i, Adara’nın torunu Angela’yı, hiç tanımadığı düşmanla savaşmak için Çanakkale’ye gelen Joe’yi görüyorsunuz. Acılarını, sevgilerini, özlemlerini, fedakârlıklarını ve gözyaşlarını içinizde hissediyorsunuz. Bir gönül medeniyetinin gönlü geniş insanlarıyla karşılaşıyorsunuz bir de. Bir hoş oluyor içiniz...

Bize ilk emredilen vazife okumaktır. Bilmek için, anlamak ve anladığımızı yaşamak, yaşantımızda göstermektir okumak. Yaşantımızda hayat bulmayan okuma, okuma değildir. Söz ederken de lâf çıkmayacak ağzımızdan; söz, kelâm olacak. Gayrısında hayır yoktur. Güzel insan olacağız, güzel insan olmaya gayret edeceğiz. Ya hayır söyleyeceğiz yani, ya susacağız!

“‘İkra!’ (Oku!)… Mânâsını bilmeden kelimeleri tekrar etmekten ibaret olan eylemin adı ‘kelime tekrarı’dır, ‘taklit’tir, ‘telaffuz’dur. Tilâvette okunan metnin anlamını bilmek vardır. Bu anlamı kavrayıp, toplayıp düşünerek hissetmek, ders çıkarmak, ibret almak, yaşama geçirmek, anlamak ve anlatmakla okuma yerini bulur. Okununca, Kur’an’la yoğrulmuş kâinata, varlık âlemine lâyık insan olunur. Arzu edilen budur; kâinatın nabız atışını hissetmek gibi...”[ii]

Ceddimizin kurup bize miras bıraktığı bir medeniyetimiz var çok şükür. Ve bu medeniyet, olsa olsa en güzel “Gönül Medeniyeti” olarak adlandırılabilir. Batı medeniyetlerinde bu kelimenin tam karşılığı yoktur bile. İşte böyle güzel bir medeniyetin insanlarıyız bizler. Gönlümüz güzel olmalı. Güzel tutmalıyız sol yanımızı. Yüreğimizi her daim açık tutmalıyız. Yaratılmışa ve eşyaya dahi güzel bakmalı, güzel görmeli ve güzel davranmalıyız ki biz, biz olabilelim.

“Kalbini parlatmaya bak Ali! Allah En Büyük Sanatkârdır ve öyle güzel şeyler yaratır ki bir eşi ve benzeri bulunmaz. Ne olursan ol, hangi dar ve zor zamanlardan geçersen geç, bu güzelliklerin kalbine yansımasına mani olma ve asla kalbini karartma! Düşmanın dahi olsa, muhtaçsa bir yudum su vermeyi unutma!”[iii] Unutmayalım inşallah!

Sık sık bu bilincin kaybına uğrasak da, her şey ama her şey hayır üzerinedir. Vakıa, elemde ve kederde de hayrı görebilmektir, sabretmektir. Başımızdan geçen türlü tecrübeler bizi biz yapmaktadır. Yaşadığımız her an, her şey hayatımızı oluşturmaktadır. Hiç ummadığımız anda yaşadığımız karşılaşmalar, en umutsuz ânımızda gönderilen yardım, o İlahî elin sol yanımıza dokunmasıdır hep.

“Zaten hayatı farklı ve anlamlı kılan, hiç umulmadık zamanlarda yaşadığımız tecrübelerimiz değil miydi?”[iv]

“Hayat” dedik de, aşksız bir hayat düşünülebilir mi hiç? Bu yakınlarda bir söz duydum: “Ne yaparsan yap, aşk ile yap!” Heyhat! Ne güzel bir söz değil mi? Aşk ile yapılan her ne ise, eğri de olsa doğru olarak kabul görür. Gerçeği şu ki, aşk ile bakan kişi, eğri yapılanın da doğru yanını görür. Cismanî aşkla başlayan yolculuk İlahî aşka kapı aralamışsa eğer, gönlüne merhamet düşer gönlüne aşk düşenin. Hayata aşk ile bakmaya başlar gayrı göz. Her şeyde o kudreti görür. Her şeyde o sanatı hisseder ve yüreğinin en derininde. Âşık olun! Ama gerçekten âşık olun o hâlde… Ve sınanmaya bırakın kendinizi. İmtihanı aklınızdan bir an bile çıkarmayın. “Aşk” dediğinin en büyük imtihanı ayrılıkla olsa gerek. Ya mesafe girer araya da ayrılık olur, ya ecel alır sevgiliyi. Fakat “Ölüm nedir ki aşkın yanında?”[v]… Ayrılık, en büyük ölümlerden beterdir. Söylenmemiş sözler varsa hele bir de, sineniz dolar dolar taşar. “Bütün sözlerim içimde ukde kaldı”[vi] diyenler kervanında bir garip âşık olurverirsiniz siz de. Öyle ya da böyle, aşksız hayat mı olurmuş? Yaşanmış sayılır mıymış hiç aşksız hayat? “Aşksız geçmişse bir ömür ne beyhudedir!”[vii]

Bahadır Yenişehirlioğlu

1962, Akhisar doğumlu olan Bahadır Yenişehirlioğlu, evli ve 2 çocuk babasıdır. 1979 yılında Akhisar Lisesi’ni bitirdikten sonra Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandı ve 1985 yılında mezun oldu. Daha sonra Manisa-Akhisar’da serbest avukat olarak çalışmaya başladı. Çin, Fransa, İspanya, İsviçre, İtalya, Almanya, İngiltere, Bosna-Hersek, Karadağ, Hırvatistan, Fas, Tunus, Mısır, İran, Pakistan, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye, Dubai, Bahreyn gibi ülkelerde halklar ve toplumlar üzerine araştırmalarda bulunmuştur. Meydan Yayınları’ndan “Beyaz Usta, Siyah Çırak”, Everest Yayınları’ndan da “Kerime ve Son Hasat” isimli romanları yayınlanmıştır. 2014’ün Mayıs ayında TİMAŞ Yayınları’ndan “Aşk Cephesi” romanını çıkarmıştır.



[i] Aşk Cephesi / Bahadır Yenişehirlioğlu

[ii] Aşk Cephesi / Bahadır Yenişehirlioğlu

[iii] Aşk Cephesi / Bahadır Yenişehirlioğlu

[iv] Aşk Cephesi / Bahadır Yenişehirlioğlu

[v] Aşk Cephesi / Bahadır Yenişehirlioğlu

[vi] Aşk Cephesi / Bahadır Yenişehirlioğlu

[vii] Aşk Cephesi / Bahadır Yenişehirlioğlu