Aşk bir dâvâya benzer

Sevdiği insanla güzel bir yuva kurmak, mutlu mesut yaşamak isterken bunlarla birlikte birtakım sorunlar yaşayabileceğini çoğunlukla göz ardı eder. Kişi, her nedense bu hayâle etrafında gördüğü olumsuz evlilikleri hiç dâhil etmezken, kendi kurduğu yuvanın çok daha farklı olacağını düşünür.

MUTLU olmak isteyenler ne yaparlar, bilir misin? Suçlamazlar, aşağılamazlar, eleştirmezler. Savaşmazlar, sevdikleriyle aralarına duvar örmezler. Güzele odaklanırlar. Olumsuzlukları sevdiklerinden bilmez, kendilerinden bilir ve sorumluluk alırlar. Sevdiklerinin karşısında olmak yerine yanında yer alırlar. Duygularına sahip çıkarlar. Susup beklemez, eylemleriyle, seçimleriyle ve güzel söylemleriyle konuşurlar.

“Onlar sizin için, siz de onlar için birer elbisesiniz.” (Bakara, 187)

“Dünyayı döndüren sevgidir.”

Hepimiz için hayat hikâyesinin başladığı yerdir aile. Orada dünyaya gözlerimizi açar, orada büyür, okullarımıza oradan gideriz. Evlenerek toplumun yeni bir yapıtaşını yani kendi ailemizi kurmak üzere yuvadan uçarız. Ailelerimiz, kendimiz olarak var olabildiğimiz ve kendimiz olmaktan dolayı sual edilmediğimiz güvenli limanlarımızdır. Hayata dair çoğu şeyi orada öğreniriz. Tıpkı bir çınar ağacının köklerinden beslenmesi gibi, bizler de bizi biz yapan değerlerimizi köklerimizden alırız.

“Yaşam” dediğimiz karmaşık yolculuğun en güçlü pusulası ailemizdir. Sevgi, saygı, muhabbet ve hoşgörüyle güçlenen ve hayatın zorluklarına karşı bizi koruyan en kavi kalemiz, ailemizdir. Toplumu oluşturan en küçük yapı, aile kurumudur. Bu nedenle mutlu ailelerin geleceğin sağlıklı ve güçlü toplumlarını oluşturacağı unutulmamalıdır.

Aile; evlilik ve kan bağına dayanan, karı-koca, çocuklar, kardeşler ve benzeri unsurların arasındaki ilişkilerin oluşturduğu toplum içindeki en küçük bütündür. Geçmişte “geniş aile” dediğimiz büyükanne, büyükbaba veya evlenmiş çocukların görümce, elti, kayınbirader gibi kendi aileleriyle birlikte oturduğu bir modele sıkça rastlanıyordu. Zaman içerisinde modernleşmeyle birlikte değişen ekonomik ve sosyal koşullar nedeniyle günümüzde “çekirdek aile” dediğimiz, sadece anne, baba ve çocuklardan oluşan bir modele geçildiğini görüyoruz.

Aile, içinde bulunduğu toplumun değer yargılarını, kültürünü, gelenek ve göreneklerini yansıtır. Ayrıca kendi içinde özel bir düzeni olan, çevresiyle iletişim hâlinde olan bir kurumdur. Aile bireyleri değerli olma duygusunu kendini güvende (emniyette) hissetme isteğini, yakınlık ve dayanışma ihtiyacını, sorumluluk duygusunu, zorluklarla mücadele etme becerisini, mutluluk ve kendini geliştirme ortamını, manevî yaşamın gereklerini sağlıklı bir aile ortamında kazanır. Sağlıklı ve müreffeh toplumlar için bu yapının temelleri ve sağlamlığı ayrıca bir önem taşır.

Evlenmek, her toplumda karşımıza çıkan yaygın, sosyal ve kişisel bir davranış modelidir. Her aile, gerekli koşulları sağlayan evlâtlarının bir yuva kurup mevcut yuvadan ayrılmasını arzu eder. Bu minvalde dinimiz de ayet ve hadislerle evliliği teşvik etmektedir: “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun varlığının ve kudretinin delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır” (Rum, 21)

Baskın anne-baba modellerinin evlilik üzerinde çok yaygın ve ciddî problemler oluşturduğunu görüyoruz. Bu tip ailelerde ebeveynler çocuklarının bireyselliklerini kabul edemedikleri için aşılması güç problemlerin çıkmasına neden oluyorlar. 

Evlilik, bireylerin bağlanma, sevilme, değer görme, cinsellik ve neslin devam ettirilmesi gibi hem içgüdüsel, hem de psikolojik ihtiyaçlarının karşılandığı kutsal bir kurumdur. İnsanoğlu yaradılış itibariyle her zaman bir ötekine ihtiyaç duyar. Tarafların evliliklerinde mutlu olmaları ve iyi ilişkiler kurmaları bireyleri olgunlaştıran ve geliştiren de bir süreçtir. Evli bireyler olayları analiz etme, psikolojik farkındalık kazanma, duygusal kavrayış gibi birçok yetilerini aynı ortamı paylaşma, fikir alışverişi ve olaylara farklı yaklaşım göstermeleri ve sürekli iletişim hâlinde olmaları nedeni ile birbirleri vasıtasıyla geliştirirler. Bu anlamda evliliğin bireyleri olgunlaştıran ve geliştiren bir süreç olduğu muhakkaktır.

Modernleşme ile birlikte sadece anne-baba ve çocuklardan oluşan mikro aile yapısına geçilmesine rağmen, ebeveynler bu sistemin dışında bırakılmaya çalışılsa da bizim gibi toplumlarda aile bireyleri evlilik kurumu üzerinde etkisini sürdürürler. Bu nedenle iki kişi arasında gerçekleşmesi gereken evliliğin müdahale edeni çok olur. Aldıkları evlilik kararı ile gençlerimizi onaylarken, yeni bir yuva kurma isteklerini can-ı gönülden destekler, bir an önce torun sahibi olmak dileriz. Bunun yanı sıra yaşantılarına müdahale etmekten de kendimizi alamayız. Bu durum çoğu zaman yeni kurulan aileler için sorunları da beraberinde getirir. Bu sorunlar yeni doğan çocuğa isim koymaktan tutun da bayramlarda önce hangi tarafın ziyaret edileceğine varana kadar devam eder. Son yıllarda çocuklara çift isim koyma furyası da bazı ailelerde bu soruna çözüm bulmak için bulunan bir yöntem olarak görülüyor.

Baskın anne-baba modellerinin evlilik üzerinde çok yaygın ve ciddî problemler oluşturduğunu görüyoruz. Bu tip ailelerde ebeveynler çocuklarının bireyselliklerini kabul edemedikleri için aşılması güç problemlerin çıkmasına neden oluyorlar. Böyle evliliklerde eşlerin problemlerini kendi aralarında çözmeleri gerekirken sorunlarını üçüncü şahıslar olan ebeveynlerine taşıdıklarını görüyoruz. Bu durum çoğu zaman büyütülmeyecek veya çok basit yollarla çözülecek konuların büyümesine neden olmaktadır. Kişilerin birbirlerini gereksiz incitmelerine, aralarındaki sevgi ve saygının azalmasına yol açtığı da görülmektedir.

Hiç kimse evlilik gibi uzun soluklu bir yolculuğa çıkarken ömrüne yarenlik edecek yol arkadaşı için olumsuz duygu ve düşünceleri aklından geçirmez. Bu yolculukla ilgili zihninde oluşturduğu tuvale özlemlerini ve ideallerini resmeder. Sevdiği insanla güzel bir yuva kurmak, mutlu mesut yaşamak isterken bunlarla birlikte birtakım sorunlar yaşayabileceğini çoğunlukla göz ardı eder. Kişi, her nedense bu hayâle etrafında gördüğü olumsuz evlilikleri hiç dâhil etmezken, kendi kurduğu yuvanın çok daha farklı olacağını düşünür. Bu noktada Mehmet Zihni Sungur Hoca, “Aşk bir görme bozukluğudur, tedavisi evliliktir” der.

Evlilik

Aşk, daha çok sevilme isteğimizden güç alan kuvvetli bir duygudur. Kişiler evlilikle birlikte aşkın getirdiği o yanılsamadan en fazla üç yıl gibi bir sürede kurtulur, evlilik öncesi göremediği kusurları görmeye başlar. Evlilikte aşkın büyüsü kaybolup ayaklar suya değince bütün gerçekler ayan beyan ortaya çıkar. Böylece görme bozukluğu da ortadan kalkmış olur.

Farklı aile ortamlarından ve kültürlerden gelmiş iki insanın birlikte evlilik gibi uzun ve meşakkatli bir yolculuğu sürdürmesi, sanıldığı kadar kolay bir süreç değildir. Kişiler çoğu zaman kendi iç dünyasındaki çatışma ile bir mutabakata ulaşamazlarken bir de buna eş gibi üçüncü bir unsuru dâhil ettiklerinde sükûneti ve huzuru sağlamak kolay olmasa gerektir. Kimse birbirinin aynı olan hayat hikâyeleriyle bir araya gelmez. Evlenmeden önce kişiler her ne kadar birbirlerini tanıdıklarını düşünseler de iki insanın her konuda fikir birliğinde olması, aynı duygu ve düşünceyi paylaşması, aynı şeylere üzülüp sevinmesi mümkün değildir. İstek ve ihtiyaçları her durumda örtüşmeyebilir.

Evlilikle ilgili hayâl kırıklığı yaşayan kişilerin ortaya çıkan sorunların normal olabileceğini kabullenmemeleriyle birlikte sorunlar da başlar. Özellikle günümüz gençlerinde evlilikle ilgili beklentilerin olması gerekenden çok fazla, hatta gerçek dışı olduğunu görmek mümkün. Bu bahse konu olan düş kırıklıklarını yaşayan gençler ilişkileriyle ilgili çok çabuk moral bozukluğu yaşayıp mücadele etmek yerine, kolay olan yolu seçip ayrılma kararı alabiliyorlar. Sonuçta bu dünyanın Cennet’i yaşama yeri olmadığı gibi, belli oranda sıkıntı ve zorlukların yaşanmasının da oldukça doğal olduğu kabullenilmelidir.


Çiftler arasında belli oranda bir uyumun yakalanabilmesi, çaba ve zaman gerektiren bir süreçtir. Problemler karşısında aceleci ve fevri kararlar verilmemelidir. 

Bu süreci problemleri yanlış yöntemlerle çözmeye çalışma veya duygusal olarak ilişkiden çekilme gibi sorunlar takip eder. İşte bu sebeplerden kaynaklanan evliliklerde ilk beş yıl çök önemli olmakta ve boşanmaların büyük bir bölümü bu zaman dilimi içerisinde gerçekleşmektedir. Kişiler arasında gönül birliği ile kurulan evlilik müessesi ilgi ister, fedakârlık ve çaba gerektirir. Hayat boyu sürmesi temenni edilen bu birlikteliğin devamlılığı için bireylerin yeni şeyler öğrenmeye açık ve istekli olmaları önemli bir etkendir. Bununla birlikte tarafların problem çözme ve iletişim becerilerinin gelişmiş olması bu birlikteliğin hayat boyu sürmesinin ön koşullarındandır.

Çiftler arasında belli oranda bir uyumun yakalanabilmesi, çaba ve zaman gerektiren bir süreçtir. Problemler karşısında aceleci ve fevri kararlar verilmemelidir.

Evliliklerde oluşabilecek problemleri en aza indirmenin bir yolu da bireylerin öncelikle kendilerini tanıyor olmasıdır. Karşı tarafı tam ve doğru bir şekilde tanımak çoğunlukla mümkün olmaz. Bu süreçte beğenilme isteği ve birbirlerinin beklenti, istek ve ihtiyaçlarına yönelik hareket ettikleri için çoğunlukla kendilerini oldukları gibi göstermez iki taraf da. Evlendikten sonra ise tarafların doğal hâllerinin ve kişisel önceliklerinin ortaya çıkması, birlikteliğin ilk zamanlardaki duygusallıktan çıkarak gerçeklerle yüzleşilmesine neden olabilmektedir. Bu sürecin doğru yönetilmesi, taraflar açısından çok önemli hâle gelmektedir.

Bizim kültürümüzde duygular ya yok sayılır veya bastırılır. Kişiler çoğu zaman gerçek duygularından çok ikincil duygularıyla iletişime girerler.

Eşler arasında dünya görüşü ve kültürel değerler gibi birçok konuda ortak paydanın olması ilerleyen zaman diliminde taraflar arasında daha az sorun yaşayacaklarının da işaretidir. Farklılıkların fazla olduğu durumlarda ise taraflar arasındaki paylaşımlar azalacağı için eşler birbirlerinden uzakta başka faaliyetlerde zaman geçirmektedirler. Bu durum her aktivitenin birlikte yapılacağı anlamına da gelmemelidir. Eşlerdeki “Her şeyi birlikte yapmamız gerekir” düşüncesi, belirli bir süre sonra artık birbirlerine katacak bir şeyleri olmadığı fikrini besleyerek taraflar arasındaki ilişkiyi monotonlaştırıp sıkıcı hâle getirir. Buna izin verilmemesi gerekir. Böyle bir düşünce içerisine girmemek adına eşlerin birbirlerinden farklı hobilerinin ve arkadaş çevrelerinin olması oldukça sağlıklı bir durumdur. Eşlerin evliliklerinde birbirlerine özgürlük alanı bırakmaları, ilişkilerinde birçok gereksiz çatışmanın da önünü almış olacaktır. Bu minvalde Halil Cibran, “Birbirinizi sevin ama aşk pranga olmasın aranızda/ Birlikte saf tutun ama yapışmayın birbirinize/ Çünkü tapınakların sütunları da ayrı dururlar/ Ve meşe ile servi büyüyemez birbirlerinin gölgesinde” dizeleriyle eşler arasında olması gereken mesafeyi çok güzel ifade etmiştir.

Özellikle aşk evliliklerinde duygu yoğunluğundan akıl ve mantık devre dışı kaldığı için gerçekler fark edilememekte, fark edilse bile “İleride düzelir” düşüncesi ile hatalı seçimler yapılabilmektedir. Bununla birlikte, birçok insan kişisel becerileri akıl ve mantık ile aşkını sevgi, saygı ve muhabbete dönüştürerek mutlu bir evlilik sürdürebilmektedir. Birini çok sevmek veya çok âşık olmak, bir evliliği yürütmek için tek başına yeterli bir sebep değildir. Hepimiz etrafımızda görmüş veya duymuşuzdur büyük aşklarla evlenen çoğu insanın çok hızlı bir şekilde boşanma kararı alıp ayrıldığını. Çünkü evlilik gibi dinamik bir sürecin içinde sevgiyle birlikte barındırması gereken birçok faktör vardır. Bunlardan en önemlisi ise nezaket ve saygıdır. Hem aşkın, hem de arkadaşlığın sürdüğü evlilikler, ideal evliliklerdir. Evlilikte aşkın sürmesi kişilerin bu duyguya yaptıkları yatırımla doğru orantılıdır. Bu duygunun göz ardı edildiği durumlarda evlilik öncesinde kişilerin birbirlerine duydukları ilgi evlendikten sonra başka alanlara kaymaya başlar. Bu durum çoğu zaman çatışma ve sorunları beraberinde getirir.

Gerçek sevgi, kişiyi kusurlarıyla birlikte sevebilmektir. Sevgi, sanıldığının aksine pasif bir eylem değil, tercih ve irade gerektiren aktif bir eylemdir. Mevlâna, “Aşk bir dâvâya benzer” der. Sevdiğini iddia etmek bir dâvâdır. Bu nedenlerle delil ve ispat ister. Nasıl bir dâvânın kazanılması için şahit, bilgi ve belge isteniyorsa, bu iddianın kuru bir dâvâdan öteye geçmesi ve kazanılması için yapılması gerekenler de vardır. Sevmek, değer vermek, değerli olduğunu hissettirmektir. Eşler birbirlerinin sevgi dillerini keşfedip oralara yatırım yapmalıdır. Bunlar takdir-onay cümleleri, hediyeleşmek, nitelikli beraberlik, hizmet davranışları ve fiziksel temastır. Sevmek, karşılıklı büyümek ve olgunlaşmaktır. Kendinin ve sevdiği insanın ruhsal gelişimine katkıda bulunmak ve desteklemektir. Aslında bu tutum karşımızdaki kadar kendimize de yaptığımız en büyük iyilik olacaktır. Eğer bunları yapabiliyorsak, birini sevdiğimizi iddia edebiliriz.

Evliliklerde çatışma nedenleri

Her insanın fıtratı gereği kendince doğruları, farklı istek ve arzuları vardır. Farkında olsun veya olmasın, kendine özgü bir hayat görüşü ve yaşam tarzına sahiptir. Evinde, işinde, sosyal yaşantısında hep bu düşünce ve görüşleri doğrultusunda yaşamak ister. Eşlerin arzu ve istekleri birbirine uymadığı durumlarda evliliklerde anlaşmazlık ve çatışmaların çıkması normal bir durumdur.


Özellikle aşk evliliklerinde duygu yoğunluğundan akıl ve mantık devre dışı kaldığı için gerçekler fark edilememekte, fark edilse bile “İleride düzelir” düşüncesi ile hatalı seçimler yapılabilmektedir. Bununla birlikte, birçok insan kişisel becerileri akıl ve mantık ile aşkını sevgi, saygı ve muhabbete dönüştürerek mutlu bir evlilik sürdürebilmektedir.

Çatışma nedenleri her ailede farklı olmakla birlikte, genelde görülen ortak çatışma nedenleri şunlardır: İletişim yoksunluğu, sürekli tartışmak, doyurulmamış ya da giderilmemiş duygusal gereksinimler, cinsel doyumsuzluk, para yönetimine ilişkin anlaşmazlıklar, eşlerin kendi ailelerine ilişkin sorunları, aile sadakatini bozmak, çocuklara ilişkin sorunlar, otorite buhranı, şüphecilik ve ayırımcılık, alkol ve uyuşturucu madde bağımlılığı, fiziksel saldırganlık, boş zamanı kullanmada uyuşmazlık, politik görüş ve inançlardaki farklılıklar ve ailede rol kargaşası.

Evlilikte çatışmanın çözümü

Her evlilikte çatışma ve birtakım sorunların yaşanması oldukça doğal ve kaçınılmazdır. Çatışmaların olmadığı evlerde mutlaka göz ardı edilen çok başka problemlerin olduğu muhakkaktır. Evliliklerdeki sorunların geneline bakıldığında, sorunların çoğunlukla benzer konu ve olaylar üzerinde yaşandığını görmek mümkündür. Eşler aşamadıkları bu sorunla ilgili sık sık aynı duvara gelip çarparlar. Bu durumun neticesinde ise aşılamayan bu duvar birbirlerinden uzaklaşmalarına, çoğu zaman da içten içe kırgınlık ve öfke biriktirmelerine neden olur.

Çoğu eş bu tür sorunlar karşısında tartışmadan kaçınma yolunu tercih eder. Fakat bu doğru bir tutum değildir. Tartışmadan kaçınmak yerine problemin çözümüyle ilgili gerginliği göze almak, çözüm üretip eşlerin birbirlerini daha iyi tanıyıp anlamaları için bir fırsat olacaktır.

Sağlıklı bir iletişim açıklık, samimiyet ve dürüstlük içerirken, eleştiriden, suçlayıcılıktan, düşmanca tutumlardan, küslüklerden, karşı tarafı sürekli aşağılayıp yok saymaktan çok uzaktır. Tartışmadan maksat, kişilerin yaşadıkları sorunla ilgili olumsuz duygu ve düşüncelerini biriktirmeden zarif bir üslupla anlatmaya çalışmaktır. Eşler arasında bir iletişimsizlik olduğunda bir taraf diğer tarafın bu duygusunu anlamaya çalışmalıdır. Bir süre aynı kanaldan yayın yapan radyolar gibi orada kalıp cızırtısız bir şekilde bu yayına iştirak etmelidir. Burada yapılan en önemli hatalardan biri, duyguya düşünce kanalından cevap verip duygusunu anlamadığımızı hissettirmemektir ki bu, kişinin daha fazla öfkelenmesine neden olacaktır. Radyo örneğinde olduğu gibi, bu durum kulakları rahatsız eden bir cızırtıdan başka hiçbir şeye dönüşmeyecektir. En azından bir süre ortak kanaldan yayın yapmayı göze almak ve kriz geçtikten sonra kendi kanalımıza dönmek faydalı olacaktır.

Hiç kimse boşanmak için evlenmez. Fakat boşanma, evliliğin tüm çabalara rağmen bir çıkmaza girdiği durumlarda başvurulabilecek sağlıklı bir son çare olarak değerlendirilebilir.

Burada aslolan, dikkatli bir dinlemenin neticesinde karşı tarafın ne hissettiğini anlamak ve onu muhatabımıza ifade edip dile getirmektir. Gerekiyorsa doğru anlayıp anlamadığımızı “Şunu demek istedin, doğru anlamış mıyım?” şeklinde teyit ettirdiğimizde, kişi anlaşıldığını gerçek anlamda hissedecektir. Bizim kültürümüzde duygular ya yok sayılır veya bastırılır. Kişiler çoğu zaman gerçek duygularından çok ikincil duygularıyla iletişime girerler. Bunun için eşlerin birbirlerine “Bu durum sana ne hissettirdi?” gibi sorular sormaları, muhatabının gerçek duygunu açığa çıkarması için yardımcı olabilir. Gerçek duygusuyla yüzleşen kişinin bu tartışmadan rahatlamış ve anlaşılmış biri olarak çıkması, ilişkiye iyi gelecek bir tutumdur.

Bazı durumlarda ise kişiler sorunun sadece eşinden kaynaklandığına o kadar çok inanır ki o düzelirse ilişkilerinin sorunsuz bir şekilde devam edeceğini zanneder. Bu inancı doğrultusunda sürekli karşı tarafın suçlu olduğuna inanır. Bu, doğru bir bakış açısı değildir. Gelinen noktada eksik veya fazla iki tarafın da katkısı olduğu unutulmamalıdır. Birbirini değiştirip düzeltmeye odaklı zihinler, değişime önce kendilerinden başlamalıdır. Kendi zaaflarına ve olumsuzluklarına güç yetiremeyen insan, nasıl olup da bir başkasını değiştirecektir? Aslında çoğu konuda kendimizi değiştirdiğimizde birçok sorunun da kendiliğinden çözüldüğünü görmek hiç şaşırtıcı olmasa gerektir. Kişi, karşı tarafla ilgili iddia ettiği tutumlara bazen kendi davranışlarının neden olduğunu fark edemez. Veya eşimize isnat ettiğimiz çoğu şeyin kendimizde de var olduğunu göremeyiz. Bu döngü, suçu diğerine yükleyerek sorumluluktan kurtulmanın bilinç dışı bir yoludur.

En çok yapılan iletişim hatalarının başında ise karşı tarafın sözünü kesmek, ne demeye çalıştığını anlamadan kendi vereceği cevabı hazırlama derdine düşmek ve cevap vermeye çalışmaktır. Dalga geçmek, aşağılamak, duvar örmek ve etiketlemek, iletişimi koparan ciddî sorunlardır. Karşı tarafı değersizleştirmeye ve hiçe saymaya yönelik tutumlar değişmeden sağlıklı bir iletişim ve tartışma ortamının oluşması mümkün değildir. Tartışmanın başından itibaren anlamaya istekli ve sakin kalabilmek çok önemlidir.

Tartışmalarda muhatabını anlamak demek, onunla tamamen aynı fikirde olmak anlamına gelmemelidir. Sorunun ne olduğuyla ilgili hemfikir olmak, bazen o anki gerginliğin azalması için yeterli olmaktadır. Evliliklerde her sorunu her zaman çözmek mümkün olmayabilir, bazen ortak bir kabule ulaşmak bile oldukça rahatlatıcıdır.


Her evlilikte çatışma ve birtakım sorunların yaşanması oldukça doğal ve kaçınılmazdır. Çatışmaların olmadığı evlerde mutlaka göz ardı edilen çok başka problemlerin olduğu muhakkaktır. Evliliklerdeki sorunların geneline bakıldığında, sorunların çoğunlukla benzer konu ve olaylar üzerinde yaşandığını görmek mümkündür. Eşler aşamadıkları bu sorunla ilgili sık sık aynı duvara gelip çarparlar.

Eşler arasındaki anlaşmazlıklarda geçmişe ait çözülmemiş başka sorunları da gündeme getirmek doğru bir yaklaşım değildir. O gün için sorun neyse sadece onun üzerinde konuşulmalı, konular biriktirilmemelidir. Bu tür tartışmalardan sağlıklı bir sonuç çıkmadığı gibi, krizden başka bir şeye neden olmadığı ve hiçbir şeyin çözülmediği de görülür. Tek bir sorun üzerine yoğunlaşıp konuşulmalıdır. Sorunları yığmak, eşlerin kendini daha kötü hissetmelerine hizmet edecektir. Biriktirilmiş sorunlar nedeniyle bazen çok küçük olaylardan büyük tartışmaların çıkmasına da kapı aralar. Bunun nedeni, aslında o günkü problemden ziyade daha önce bastırılmış duyguların patlamasından başka bir şey değildir.

Tartışmalarda doğru yer ve zamanın seçilmesi de bir diğer önemli konudur. Nasıl ki her ortamda canımızın istediği her şeyi yapamıyorsak, duygularımızın yoğunluğuna kapılıp olur olmadık yer ve zamanlarda da tartışmaya kalkmamalıyız. Evde misafirlerin olduğu veya ihtiyaçları karşılanmamış çocukların ortalıkta dolaştığı, dinlenmeye ihtiyaç duyduğumuz saatler doğru zaman ve yerler değildir. Veya bizim için uygun olan zaman, eşimiz için uygun olmayabilir. Bu nedenle iki taraf için de koşulların uygun olduğu zamanları kollamalıyız. Bazen eşler evde kendi anne-baba veya kardeşlerinin olduğu kalabalık ortamları tercih edip evdeki misafirden taraf olmak veya kendi haklılığının desteklenmesi gibi taleplerde de bulunabilir. Araya başka insanları katmak hem bir zayıflık göstergesi, hem de verimsiz bir tartışma olacağının kanıtı olduğu için boşuna zaman kaybıdır. Kimse böyle bir çatışmanın ortasında kalmak istemediği için taraf da olmak istemez.

Tartışmanın üslûbu

Eşler tartışırken, sanki rakip takımla maç yapıyormuş ve bu maçın sonucunda mutlak galibiyet, haklılık ve üstün çıkmak gereken bir durum varmış psikolojisine giriyorlar. Evet, ortada bir problem vardır fakat bunun karşı takımda değil, takımın kendi oyuncuları arasında olduğu düşüncesiyle hareket edilmelidir. Sen-ben değil, “biz” bilinciyle yol alabiliriz. Bu nedenle öncelikle karşı tarafın talebini görmek, meramını anlamaya çalışmak, onu doğru anlayıp anlamadığımızdan emin olduktan sonra ona kendi derdimizi anlatmaya çalışmamız gerekir. Anlatırken fikrimizi zorla kabul ettirmeye çalışmak, kendimizi acındırmak, kurban psikolojisine girmek sıkça düştüğümüz yanlışlar arasındadır.

Tartışmalarda ortaya çıkan negatif duyguları yönetmek oldukça önemlidir. Bunlardan en önemlisi öfkedir. Bu duyguyu kırıp dökmeden ifade edebilen bireyler ilişkilerinde çok yol kat etmişlerdir. Öfke duygusunu bağırmadan, alttan almadan, güvenli bir üslupla net bir şekilde karşı tarafa iletilmek gerekir. Öfke karşı tarafı suçlamak, bastırmak, kontrol altında tutmak, tenkit etmek gibi başka amaçlara hizmet etmemelidir. Öfkemizi kendimizi ifade etmek, yaşananların bizde hissettirdiği yansımaları göstermek ve ilişkiyi daha iyi noktalara taşımak için kullanmalıyız. Bu yıkıcı duyguyu eşimizi sindirip isteklerimizi elde etmek için kullandığımız bir silaha dönüştürmemeliyiz. Öfke diğer duygularımız gibi oldukça doğal ve olması gereken bir duygudur. Tehlikeli olan, öfkeyi hissetmek değil, onu yönetemeyerek esareti altında kalıp bu kuvvetli duyguyla yanlış kararlar alıp yanlış işler yapmaktır. Bütün duygular nasıl faydalı ve gerekliyse, öfke de gerekli ve yerinde kullanılması gereken bir duygudur.

Tartışmalarda başkalarının eşlerini örnek göstererek kıyas yapmaktan uzak durulmalıdır. Zihin mukayese yapmayı çok sever fakat bunları dile getirmek eşleri incitip ilişkiden soğutacak ve koparacak bir tutumdur. Hiç kimse kendisini aynı terazinin diğer kefesinde görmek istemez. Herkes artı ve eksileriyle kendi nev-i şahsına münhasırdır. Ve sizin eşiniz olması bile yeterince değerli olması için yeterli bir sebep olduğu için, eşlerimizi kusurlarıyla sevebilme olgunluğuna ulaşmamız gerekmektedir. Sonuçta kimse mükemmel ve kusursuz değildir.


Günümüzde eşlerin karşılıklı istek ve arzularının uyuşmadığı durumlar kolaylıkla bir boşanma nedeni olabilmektedir. Toplumda bireyselleşmenin yanı sıra ahlâkî ve kültürel değerlerin değişmesi, evlilik birliğinin korunması yönündeki dinî inançların çözülmeye başlaması ve boşanmanın toplum içindeki artan kabulü, bireyler için boşanmanın önünü açmaktadır. 

Problemleri zaman aşımına uğratmadan vaktinde gündeme getirmek önemlidir. Bazen iki taraf için uygun olmayan durumlarda bu konunun tekrar konuşulması için yer, zaman, hatta tarih bile plânlanabilir. Problemlerimizi konuşurken suçlayıcı ve yıkıcı bir dil olan “sen” dili yerine “ben” dilini kullanmaya dikkat etmeliyiz. Yaşanan sorun karşısında kişi kendinde oluşan duygu ve düşünceleri sahiplenerek bunu karşı tarafa şu şekilde iletebilir: (Misâl:) “Akşam eve neden geç geliyorsun?” demek yerine “Eve geç geldiğin günler merak edip endişeleniyorum” gibi bir ifade dili kullanılabilir.

Problemler ortaya gelip konuşulduktan sonra, yaşanan sorunla ilgili olası çözüm önerilerinin neler olacağı üzerine tartışılmalıdır. Her sorun mutlaka çözülecek veya çözülmelidir diye bir şey yoktur. Fakat çözülen sorunları bir karara bağlamak taraflar için önemli bir gelişme olacaktır. Bu şekilde bir yol takip edildiğinde benzer durumlarda benzer sorunların yaşanmadığına şahit olunacaktır. Çünkü konuşulmayan her sorun, farklı zaman ve mekânlarda kılıf değiştirerek eşlerin karşısına gelmeye devam edecektir. Daha önce de söylediğimiz gibi, tartışmalarda çözüm olmasa bile taraflar açısından duyguların ifade edilmesi eşleri oldukça rahatlatır.

İnsan sürekli olarak bir gelişim ve değişim içerisindedir. Evliliklerde eşlerden birinin kendisini daha fazla geliştirmesi veya daha fazla gelir elde etmesiyle eşler arasındaki uçurum açılırken, bu durum ciddî sorunlara da zemin hazırlayabiliyor. Bu daha çok kadınlar aleyhine dönüşen bir sorun gibi görünmektedir. Günlük hayatın telaşı içerisinde veya belli bir zamandan sonra eğitimi gerekli görmeyen eşlerde bunun daha fazla yaşandığı gözlenmektedir. Bu nedenle eşler arasındaki gelişim ve değişimlerin birlikte olması, uyumlu bir evlilik için önem taşımaktadır.

Unutmamalıyız ki, sorunsuz ve tartışmasız evlilik yoktur. Tartışabilmek ve bunu yönetmek bir iletişim sanatıdır. İletişim becerileri gelişmiş bireylerin gerek evliliklerinde, gerekse sosyal hayatlarının çoğu alanında başarılı olduklarını görmek tesadüf olmasa gerektir. Mutlu evliliklere bakıldığında, bunun çok profesyonel yürütüldüğü görülür. Önemli olan, tartışmaları çözüme götürebilmek ve karşımıza çıkan problemleri evliliğin kalitesini artırmak için bir fırsata dönüştürebilmektir.

Geçmişte aile sorunlarımız nasıl çözülüyordu?

Rahmetli kayınpederim din görevlisiydi. Bilirsiniz, özellikle kırsal kesimlerde bu vazifelerinin yanı sıra bulundukları toplumun birçok sosyal sorunuyla da onlar ilgilenirler. Aile geçimsizlikleri, nikâh memurluğu, arabuluculuk, gassallık gibi birçok konuyu bunlar içinde sayabiliriz. Bu nedenle değişik sorunlardan dolayı insanlar evlerine gelip giderdi. Sık sık aile geçimsizliği ile ilgili de gelenler olurdu. Dolayısıyla bu görüşmelerin bazılarına ben de şahit oldum. İnsanlar büyük bir hararetle ne kadar haklı olduklarını duymak ve bir çözüm bulmak isteğiyle sıkıntılarını anlatırlardı. Tek istedikleri, hem problemlerinin çözülmesi, hem de acele tarafından bir çare bulunmasıydı. Hikâyelerin çoğu dedikodu mahiyetindeydi. “O onu dedi, bu bunu yaptı” şeklinde ucu bucağı bulunmayan konular ve hikâyeler... Bunları dinlerken kayınpederimin çoğu zaman sıkıldığı ve bunaldığı her hâlinden belli olsa da onlara bir şey çaktırmamaya çalışır, sabırla sonuna kadar dinlerdi.

O zamanlar şimdiki aile terapistleri gibi, “Efendim, Gotmonlar veya Virginia Satır Kuramlarına göre duruma bir bakalım” denilmiyordu. Evli çiftlerin arasında emosyonel (duygu ve ilgide azalması) kopma olup olmadığı da araştırılmıyordu. Veya “İstenen faydayı görmek için en az 8 veya 12 seans terapiye gelmeniz gerekiyor” denilmiyordu. Kayınpederimin kendince oluşturduğu bir terapi kuramı vardı. Gayet açık, anlaşılır ve netti. Oldukça pratik zekâlı bir insandı ve hiçbir zaman ayrıntılar içinde boğulup kalmazdı. Muhatabına sorduğu dört soruyla işi bitirirdi: “İçkisi kumarı var mı? Akıl sağlığı yerinde mi? Şiddet var mı? Aldatma var mı?” “Eğer bunlar yoksa diğerleri çözülür” der, geçim ehli olmakla ilgili nasihatlerde bulunur ve onları gönderirdi. Sorduğu sorulara bakıldığında ne kadar mantıklı ve haklı olduğunu görmek mümkün. Şayet çok önemli bulduğu ve muhatabına sorduğu sorulardaki hususlar var ise problemin giderilmesinin çok zor olduğu kanaatini taşır, tavsiyelerde bulunur ve kararı onlara bırakırdı.

Sorumluluk duygusu gelişmemiş ve olgunlaşmamış bir insanla evlilik sürdürmeye çalışmak, kişinin kendi nefsine yapabileceği en büyük zulüm olacaktır. Böyle ortamlarda sağlıklı çocukların yetişmesi de mümkün olmayacaktır. Kayınpederimin kullandığı en önemli ifade, “geçim ehli olmak yani geçinmekle ilgili niyet, istek ve kararlılıkta olmak” gereği idi. “Böyle olunca altından kalkılamayacak ve çözülemeyecek sorun yok” derdi.

Hocamız aile danışmanlığı derslerimizde, geçmiş yıllarda Avrupa ülkelerinden heyetlerin ülkemize Türk aile yapısını incelemek için geldiğini anlatmıştı. Gelme sebepleri, sağlam aile yapımızın temellerinin neler olduğunu öğrenip araştırmak ve bunları raporlaştırmakmış. O dönemlerde toplumumuz sağlam bir aile yapısına sahip olduğu için herhangi bir aile kuramı oluşturmaya gerek duyulmamış. Hâliyle hastalığın olmadığı yerde aşı bulmanın bir anlamı da yok. Günümüz ailelerine baktığımızda ise tablonun eskisi kadar iç açıcı olmadığını görmekteyiz. Geldiğimiz nokta itibarı ile bizler Avrupa ülkelerine heyetler göndermekte, onların buldukları çözümlerle toplumumuzu ve aile yapımızı tedavi etmeye çalışmaktayız. Ne kadar üzücü, değil mi?

Özellikle son yıllarda aile mahremiyetinin ortadan kalktığını şaşkınlık ve üzüntüyle görmekteyiz. Televizyonların aileyle ilgili hazırlamış oldukları gündüz programları toplumun geldiği noktayı ortaya koyması açısından çok can sıkıcıdır. İnsanların başka hayatlara merak duygusundan beslenen ve kanalların reyting yarışından güç alan bu programlarının toplumda bazı şeyleri normalleştirmek ve yaygınlaştırmak gibi alt bir mesajının olduğunu unutulmamalıyız. Uzun zamandır Avrupa’da yaşayan bir arkadaşım, “Bu programları izlerken ülkem adına utanç duyuyorum” demiş ve eklemişti: “Buralarda da birçok toplumsal olay var. Bunların üzerine devletin gerekli birimleri profesyonel bir şekilde gider. Fakat ne televizyonda, ne de sosyal medyada, yaşanan hiçbir şey uluorta paylaşılmaz.”

İnsana yakışan, başkalarının ayıplarını ortaya koymak değil, onları örtmektir. Mahremiyet algımızın geldiği noktayı sizlerin takdirine bırakıyorum.

Boşanma

Modernleşme çabası içinde olan günümüz toplumunda çok hızlı değişim ve dönüşümlere de tanıklık ediyoruz. Bu değişimlerden aile kurumumuz da nasibini alıyor. Aile birliğinin ve devamlılığının sağlanmasına yönelik baskı, bireysel istek ve arzuların çıkmaza girdiği zamanlarda bireyler, bu çıkmazdan kurtulmalarını sağlayacak farklı yollar ararlar. Boşanma da bu seçeneklerden bir tanesi.

Günümüzde eşlerin karşılıklı istek ve arzularının uyuşmadığı durumlar kolaylıkla bir boşanma nedeni olabilmektedir. Toplumda bireyselleşmenin yanı sıra ahlâkî ve kültürel değerlerin değişmesi, evlilik birliğinin korunması yönündeki dinî inançların çözülmeye başlaması ve boşanmanın toplum içindeki artan kabulü, bireyler için boşanmanın önünü açmaktadır. Bu durumun boşanma oranlarında da ciddî artışlara neden olduğunu görmekteyiz.

Boşanmaya neden olan durumlar şunlardır: Eşin hayatına müdahale, aldatma, kaba davranışlar, terk etme, uyumsuzluk, aile büyükleriyle aynı evde oturma, aile büyüklerinin ya da eşin kadını hizmet edecek kişi olarak görmesi, eşler arasında cinsel sorunların olması, işine bağımlı eşe sahip olma, eşlerin birbirlerine yeterince zaman ayıramaması, din ve mezhep farklılıkları, işsizlik, alkol kumar ve madde bağımlılığı, eşlerden birinin psikolojik sorununu olması.

Boşanmalardan en çok etkilenen bireyler, hâliyle çocuklar oluyor. Erken yaş çocukları bazen olan bitenden kendini sorumlu hissedip suçluluk psikolojine girebiliyor. Bazı anne babalar boşanmayı çocuklarına açıklamayı gereksiz görürken, bazıları da nasıl açıklayacakları konusunda ciddî anlamda sıkıntı ve kaygı yaşıyor. Hiçbir çocuk sabah uyandığında ebeveynlerden birinin tüm eşyalarını alıp gitmiş olduğunu görmemelidir. Veya bir gün okuldan döndüğünde annesinin bir daha geri dönmemek üzere gittiğini anlatan bir mektup bulmamalıdır. Bu tür davranışlar çocuklarda ciddî anlamda reddedilmişlik duygusuna neden olmaktadır. Her yaş grubu çocuğa anlayacağı bir dille gerekli izahat yapılmalıdır. Ebeveynlerin bu tür durumlarda bir uzmandan yardım almaları, kendileri ve çocukları için yapacakları en büyük iyilik olacaktır.

Çocuklarda boşanmayla birlikte artan psikolojik ve davranışsal problemler özellikle eğitimciler tarafından oldukça sık gözlemlenen bir durumdur. Boşanmış aile çocuklarında okul başarısızlığı, ruhsal çökkünlük, kavgacı olma, içe kapanma gibi davranış problemleri gözlenmektedir. Çünkü boşanma öncesi ve sonrasında en büyük kavgalar çocukların etrafında dönmektedir. Kendi sorunlarına odaklanmış ebeveynler, çoğu zaman bu durumun çocuğun dünyasındaki etkisini bilinçsizce göz ardı edebilmektedirler. Çocuklar için en zor olan şey, ebeveynleri arasında taraf tutmaya zorlanmaktır. Oysa hiçbir çocuk anne-babası arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılmak istemez. Hatta bazı ebeveynlerin, bitiremedikleri kin ve nefretin esaretine girerek boşandıktan sonra bile çocukları aracılığıyla kavgalarını sürdürdükleri gözlemlenmektedir. Bazı anneler çocuğu babaya göstermeyerek, bazı babalar ise çocuğu arayıp sormayarak çocuk üzerinde yaptıkları psikolojik yıkımı bencillikleri nedeniyle fark edememektedirler.

Ebeveynlerin suçluluk psikolojisiyle boşandıktan sonra çocuğu hediyelere boğarak sevgi yarışına girmeleri de durumun başka bir uç örneğidir. Olgun ebeveynler ise çocuklarıyla ilgili sorumluluklarının farkındadır ve dengede kalma yolunu seçerler. Çocuklarının boşanma sürecinden yara almadan ve en az hasarla çıkması için birlikte hareket etmeleri gerektiğini bilirler. Yaşanan olumsuzlukların faturalarını sadece onların çocukları olmaktan başka bir suçu olmayan masumlara ödetmeye kalkmazlar. Gerektiğinde ise bir uzmandan yardım alırlar.

Evliliklerin boşanmayla sonuçlandığı durumlarda özellikle kadınlar pek çok sorunla karşılaşmaktadır. Kadınların boşanma sonrası karşılaştıkları sorunlardan bazıları ekonomik sıkıntı, çocukların bakım ve eğitimleri, alışkanlıkların değişmesi ve bunların yanında yalnızlık ve toplumdan gördükleri psikolojik baskılardır.

Hiç kimse boşanmak için evlenmez. Fakat boşanma, evliliğin tüm çabalara rağmen bir çıkmaza girdiği durumlarda başvurulabilecek sağlıklı bir son çare olarak değerlendirilebilir.

Tüm bu yazdıklarımı, başta kendi evlâtlarıma nasihat ve miras kalacak şekilde, evlilik konusu üzerinden yaşayacakları problemlerin çözümü mahiyetinde kaleme almaya çalıştım. Okurlarımızın da bu minvalde okumalarını arzu ederim.

Sevgi ve muhabbetle kalın…