HER şey ilkini arayan bir mânâda yaşar gider.
İlk mekânı, ilk zamanı, ilk özü… Kuşlar bile ilk yumurtadan çıktıkları yeri
arar durur ömürlerince. Sayısız kanat izi bırakırlar semaya, ilk kabuk
kırdıkları yeri hiç unutmazlar. Kabuğun ilk çatlama sesini o çer çöp içinde
duymuş, ilk kursak deneyimleri orada olmuştur. Bir gün o yuvanın izi bile
kalmadığında, oradan geçmeden, oraya uğramadan yapamazlar. Gözleri hep oradadır.
Yuva yoktur artık, çer çöp çoktan çürümüştür. Belki başka başka duvarlar
örülmüştür. Ama illâ oradan bir geçer kuşlar. Bir bakar, bir yâd ederler…
Bu aşk’tır.
İnsanın da tıpkı
kuşlar gibi, “ilk”ini arayıp durduğu ve bulduğunu sandığı şeydir aşk. O var
oluşun kudretinde her şeyi bildiği ve inandığı ruhlar âlemine özlemdir. Bir
yaratılmışın bir başka yaratılmışa adapte oluşuyla birlikte, bu ilkin, özün,
anlamın arayışı başlar. İnsan bir yaratılmıştı ve bir başka yaratılmış olan
dünyaya doğdu. Sonra yaratılışının özündeki sevginin keşfine çıktı. Ve tüm ömrü
boyunca bazen farkına bile varmadan aradı durdu.
Allah çift yarattı
insanı. Sevmesi, bilmesi, çoğalması, anlaması ve öğrenmesi için… Daha nice sır
ve mânâsıyla çift yaratıldı insan. Sonra birini sevdi, birbirini sevdi, adına “aşk”
dedi.
Kimi aşk’a düştü, kimi aşk’a vardı
Aşk, maddenin
içinde sıkışan insanın mânâya ve öze olan tutkusudur. Hiçbir madde insanı
varlık hükmünde tatmin etmez ve hiçbir mânâ “aşk” kadar insana gerçekliğin
tutulamaz ve sınırlandırılamaz olduğu bir imkân tanımaz. Maddeden kaçışla
birlikte madde kadar güçlü, hatta ondan daha güçlü bir anlam bulmak ister. Bu,
insanın kendi akıl ve kalbinin keşfettiği bir şey değil; bu, insanın yaratılışından
bu yana kendiyle birlikte var olan bir şeydir. Allah insanı sevgiyle yarattı ve
insan etten, kemikten ve maddeden daha fazla bu sevgiyi benimsedi. İnkâr ve
kabul kıstasında bile değildir aşk. Vardır ve bir şekilde yaşanması, varlığın
yegâne amacıdır.
Peki, gerçekten
aşka düşenlerle aşka varanlar kimlerdi?
İnsan insanı,
tabiatı, çocuğunu, kurdu kuşu, rüzgârı sevdi. Bir kadın bir erkeği, bir erkek
bir kadını sevdiğinde, kalbe aşk indiğinde, Rabbin emanetini hiçe sayanlar aşka
düşenlerdi. Bu duyguyla yakıp yıkanlar, haram bir tutkuda aşkı körükleyenler,
aşka düşenlerdi. Sevdikçe her şeyi daha bir sevenler vardı bir de. Birine aşk
beslediğinde, onu Yaratanı, onunla birlikte tüm âlemi Var Edeni sezenler, aşka
vardılar. Birini sevmekle başlayan bu güçlü duygu, sevilenden sevileni Yaradan’a,
O’na vardı. Kalbe sevgiyi nakşedenin bütün bir kâinatı nasıl sevgiyle
yarattığını duyanlar, hissedenler, aşka vardılar.
Aşkla ve aşkın
gerektirdiği üzere herkese ve her şeye şefkatle, sevgiyle bakanlar, dalı
kırmaktan, kalbi incitmekten, toprağı ezip geçmekten hayâ eder oldular.
Bu aşk git gide
kapladı kalplerini ve ilk varlığa, ilk duyguya, ilk mekâna doğru uzayan bir
özlem oldu bu. İnsan ruhlar âleminde var edildiğinde, kimseyi bilmez ve kimse
tarafından bilinmezken, ilk sevgiyi tatmıştı. Bu sevgi, yaratılmışın Yaradan’a
sevgisiydi. Madde, beden, et ve kemik, işin çok sonrasıydı. Bu yüzdendi,
dünyaya geldiğinde hiçbir varlık ve hiçbir mekân dindirmedi özlemini. Bu
özlemle insanı sevmeyi öğrendi. İnsanı seven, onu Var Edeni hatırladı.
Aşk, insanın ilk
duygusuydu.
Aşk adıyla
kıranlar, incitenler, bencilleşenler, çalanlar, yıpratanlar, öldürenler ve ne
kadar can acıtan, kan akıtan, kalp dağıtan eylem varsa işleyenler için aşk bir
çukurdu, düştüler.
Aşk’ı gerçek
anlamıyla yaşayanlar, aşkla sevenler, kırmadan, incitmeden, üzmeden ve her şeye
hürmetle bakanlar için aşk, insanın özüydü, Rabbiydi, onlar aşka vardılar.