Aşk’a düşmek mi, aşk’a varmak mı?

Birini sevmekle başlayan bu güçlü duygu, sevilenden sevileni Yaradan’a, O’na vardı. Kalbe sevgiyi nakşedenin bütün bir kâinatı nasıl sevgiyle yarattığını duyanlar, hissedenler, aşka vardılar. Aşkla ve aşkın gerektirdiği üzere herkese ve her şeye şefkatle, sevgiyle bakanlar, dalı kırmaktan, kalbi incitmekten, toprağı ezip geçmekten hayâ eder oldular.

HER şey ilkini arayan bir mânâda yaşar gider. İlk mekânı, ilk zamanı, ilk özü… Kuşlar bile ilk yumurtadan çıktıkları yeri arar durur ömürlerince. Sayısız kanat izi bırakırlar semaya, ilk kabuk kırdıkları yeri hiç unutmazlar. Kabuğun ilk çatlama sesini o çer çöp içinde duymuş, ilk kursak deneyimleri orada olmuştur. Bir gün o yuvanın izi bile kalmadığında, oradan geçmeden, oraya uğramadan yapamazlar. Gözleri hep oradadır. Yuva yoktur artık, çer çöp çoktan çürümüştür. Belki başka başka duvarlar örülmüştür. Ama illâ oradan bir geçer kuşlar. Bir bakar, bir yâd ederler… 

Bu aşk’tır.

İnsanın da tıpkı kuşlar gibi, “ilk”ini arayıp durduğu ve bulduğunu sandığı şeydir aşk. O var oluşun kudretinde her şeyi bildiği ve inandığı ruhlar âlemine özlemdir. Bir yaratılmışın bir başka yaratılmışa adapte oluşuyla birlikte, bu ilkin, özün, anlamın arayışı başlar. İnsan bir yaratılmıştı ve bir başka yaratılmış olan dünyaya doğdu. Sonra yaratılışının özündeki sevginin keşfine çıktı. Ve tüm ömrü boyunca bazen farkına bile varmadan aradı durdu.

Allah çift yarattı insanı. Sevmesi, bilmesi, çoğalması, anlaması ve öğrenmesi için… Daha nice sır ve mânâsıyla çift yaratıldı insan. Sonra birini sevdi, birbirini sevdi, adına “aşk” dedi.

Kimi aşk’a düştü, kimi aşk’a vardı

Aşk, maddenin içinde sıkışan insanın mânâya ve öze olan tutkusudur. Hiçbir madde insanı varlık hükmünde tatmin etmez ve hiçbir mânâ “aşk” kadar insana gerçekliğin tutulamaz ve sınırlandırılamaz olduğu bir imkân tanımaz. Maddeden kaçışla birlikte madde kadar güçlü, hatta ondan daha güçlü bir anlam bulmak ister. Bu, insanın kendi akıl ve kalbinin keşfettiği bir şey değil; bu, insanın yaratılışından bu yana kendiyle birlikte var olan bir şeydir. Allah insanı sevgiyle yarattı ve insan etten, kemikten ve maddeden daha fazla bu sevgiyi benimsedi. İnkâr ve kabul kıstasında bile değildir aşk. Vardır ve bir şekilde yaşanması, varlığın yegâne amacıdır.

Peki, gerçekten aşka düşenlerle aşka varanlar kimlerdi?

İnsan insanı, tabiatı, çocuğunu, kurdu kuşu, rüzgârı sevdi. Bir kadın bir erkeği, bir erkek bir kadını sevdiğinde, kalbe aşk indiğinde, Rabbin emanetini hiçe sayanlar aşka düşenlerdi. Bu duyguyla yakıp yıkanlar, haram bir tutkuda aşkı körükleyenler, aşka düşenlerdi. Sevdikçe her şeyi daha bir sevenler vardı bir de. Birine aşk beslediğinde, onu Yaratanı, onunla birlikte tüm âlemi Var Edeni sezenler, aşka vardılar. Birini sevmekle başlayan bu güçlü duygu, sevilenden sevileni Yaradan’a, O’na vardı. Kalbe sevgiyi nakşedenin bütün bir kâinatı nasıl sevgiyle yarattığını duyanlar, hissedenler, aşka vardılar.

Aşkla ve aşkın gerektirdiği üzere herkese ve her şeye şefkatle, sevgiyle bakanlar, dalı kırmaktan, kalbi incitmekten, toprağı ezip geçmekten hayâ eder oldular.

Bu aşk git gide kapladı kalplerini ve ilk varlığa, ilk duyguya, ilk mekâna doğru uzayan bir özlem oldu bu. İnsan ruhlar âleminde var edildiğinde, kimseyi bilmez ve kimse tarafından bilinmezken, ilk sevgiyi tatmıştı. Bu sevgi, yaratılmışın Yaradan’a sevgisiydi. Madde, beden, et ve kemik, işin çok sonrasıydı. Bu yüzdendi, dünyaya geldiğinde hiçbir varlık ve hiçbir mekân dindirmedi özlemini. Bu özlemle insanı sevmeyi öğrendi. İnsanı seven, onu Var Edeni hatırladı.

Aşk, insanın ilk duygusuydu.

Aşk adıyla kıranlar, incitenler, bencilleşenler, çalanlar, yıpratanlar, öldürenler ve ne kadar can acıtan, kan akıtan, kalp dağıtan eylem varsa işleyenler için aşk bir çukurdu, düştüler.

Aşk’ı gerçek anlamıyla yaşayanlar, aşkla sevenler, kırmadan, incitmeden, üzmeden ve her şeye hürmetle bakanlar için aşk, insanın özüydü, Rabbiydi, onlar aşka vardılar.