TIP dairesinin “Her aşırılık, bir hastalıktır” dediği
nokta, aşk için melankoli hâlidir. Türkçede ise, delilik ile dâhiliğin
sınırıdır.
Osmanlıcada
“hayalperestlik” anlamına gelse de tıp terimindeki karşılığı “kara safra”...
Yani bir nevi epilepsi (sara)…
Dönemler
içinde, ilk çağlarda histeri, Orta Çağ’da melankoli, modern çağda ise depresyon…
Günümüzde hemen herkese âşık olduğu için “depresif” denilebilir.
Bunun
temelinde yatan neden olarak, psikolojinin tıpa dâhil edilmesiyle, bedenin
artık mekanizma, hastalıkların bozukluk ve kalbinse atan değil tekleyen bir
nesne şeklinde anılmasını bağlayabiliriz. Terimler değiştikçe sevginin
karşılığı da bulunmaz oldu.
Meselâ
sevgi eksikliği yaşayan bir insana hangi parça bağlanabilirdi? Ya da
sevgisizliğin tamir edilebilir bir yanı olabilir miydi? Kavramların kaybolduğu
dünyamızda, ne mutlu duyguların samîmiyetini taşıyanlara!
Modern
tıp duyguların katlinde kendine bir rol kapsa da, klâsik tıp, aşk için
muhakemenin bozulduğu, kana ait özelliklerin ortaya çıktığı durumdan bahseder.
Lâkin hesap yapamayan bu hâl, insanı diğerlerinden cesur kılar ve nihâyetinde
büyük devlet adamları, büyük şairler, ressamlar ve bilim insanları ortaya
çıkar. Ne var ki, bu hastalık için dünyanın iyileşip güzelleşmesinde büyük rol
oynadığı söylenebilir. Çünkü bilinen tüm kahramanları kahraman kılan şey, bu
aşırılıktır.
Kahramanı
kahramanlığa götüren aşk hâli, bir yandan da kanla alâkalıdır. Dem-i safra yani
“kalpten çıkan saf kan”… Saf kan eğer ciğerin hava ile yoğun temasına maruz
kalırsa, yine ciğerde beyaz bir hâlde balgama dönüşür. Soğuk alma durumunda ise
ödde sarı safra yeşilimsi bir hâlde sarı safraya dönüşür ve istifra
gerçekleşir. Son olarak sıcaklık durumunda ise kara safraya dönüşen kan, koyu
bir hâl alır. Netîcede ruhsal bozukluk meydan gelir. Kültürde “bağrı yanık
olmak” denen noktaya erişilir.
Burada
bağırdan kasıt, yine karaciğerdir. Ve ne tuhaftır ki, bunca kara lâfzını
geçirdiğimiz hâl üzerine aşk ehlinin aşk için en güzel terimi de “kara sevdâ”dır.
Kara
sevdâ… Arapçada sevdâ, “kara” demektir. Yani kara sevdâ, karanın da karası! Bu
nokta, hüznün doruklarda yaşandığı hâlet-i rûhiye. Bahsettiğimiz aşk,
günümüzdeki iki kişinin birbirinden hoşlanmasını zannettiği şey olmadığından,
hüzün de sanılan hüzün değildir.
Hüzün
ki, modern çağa rağmen samîmiyetini koruyan en gerçekçi, sahip çıkılması
gereken, babaların evlâtlarına mîras bırakmaları elzem bir duygu. Başların
seccâdeye mıhlandığı nokta, eşikte beklemek asırlarca, sonsuz bir sabır… Ve
sonsuz bir ümitle…
Âdem’in
tövbesinde pişmanlık, İbrâhim’in sadâkati ile yanında İsmail’in boyun eğişi,
Mûsâ’nın Tûr’dan yuvarlanışı, Îsâ’nın çarmıhta şüphesi, Efendimizin Hira’da
karşılaştığı…
Hızır’ın
yoldaşlığı, Şamanların “Bağımlılık değil,
bağlılık” dediği, Buddha’nın “Sizi
kendinizden başkası kurtaramaz” öğüdü, Da Vinci’nin son akşam yemeği,
Matrix’teki “Birini tanımak istiyorsan,
onunla savaşmalısın” repliği…
Her
çağırdığında gitmek… Hattâ çağırmadan da gitmek; hem de gözyaşlarıyla… Aramak,
hep aramak… “Buldum” dediğin anda yitirmek ve yine aramak…
Aşkın
vesîlesidir hüzün… Hüzün sayesinde “1+1”, artık iki değil, damla misâli daha
büyük “1” olarak ifade edilir. (Bir damla artı bir damla, eşittir iki damla
değil, daha büyük bir damla eder.)
O
hâlde aşkta kavuşmak ilkesi de boşa düşer. Aksi meydana çıkar ve aşkta kavuşmak
imkâna dönüşür, kabahat sayılmaz. Âşık kavuşursa bir olan hüzünler birleşir,
daha büyük bir hüzün hâlini alır.
Bu
hüzün için, bizim diyarda “kara hüzün” denir…