HAYRETTİN Karaman, ilâhiyat
fakülteleri ve imam-hatip liseleri çevresinde belki en çok itibarı olan, adı
duyulan şahsiyettir. Günlük yazılarında, konferanslarında olduğu gibi “Bir
Varmış Bir Yokmuş” (İstanbul, 2015) adını verdiği hatıralarında, imam-hatip
liselileri “Âsım’ın nesli” diye nitelendirmektedir.
Aslında
bu deyim, Mehmed Âkif Ersoy’a aittir. Âkif, 1915’te, Çanakkale Savaşları
esnasında yazıp “Çanakkale Şehitlerine” başlığı ile yayınladığı şiirinde, “Âsım’ın nesli... Diyordum ya, nesilmiş
gerçek!/ İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek!” diyerek yer verdiği övgü
dolu tarifi, daha sonraki bazı yazılarında ve şiirlerinde de kullanmıştır.
Babasının
arkadaşı “Köse İmam” lakaplı Ali Şükrü Bey’in temiz, faziletli, ahlâklı,
çalışkan, vatansever “Âsım” adlı oğlunu Türk gençlerine örnek ve sembol bir
isim olarak seçip anlatmıştır.
Âsım
adının anlamı da önemlidir ve sembolleştirilecek bir içeriğe sahiptir. “Âsım”,
Arapça bir kelimedir ve “koruyan” demektir. Abbasîler döneminde, Bizans
sınırında düşman saldırılarını önlemek ve Müslümanları korumak için oluşturulan
sınır şehirlerine, askerî garnizonlara da Âsım’ın çoğul hâli olan “Avâsım” adı
verilmiştir. Tarsus’tan Diyarbakır’a kadar uzanan Abbasî-Bizans sınır
çizgisinde Abbasîlere ait olan pek çok şehir, kasaba, garnizon ve bir dizi kale
bu adla bilinmiştir.
Âkif,
“Âsım’ın nesli” diye adlandırdığı bu kuşakta birtakım özellikler arar:
Çalışkan, girişken, becerikli, korkusuz, faziletli, ahlâklı, vatansever,
sorumluluk sahibi, Doğu ve Batı’nın ilimleri ile donanmış… Çünkü Âkif’in
büyüdüğü toplumsal şartlarda bu özelliklerin hepsi bir kişide, bir kuşakta
olmazdı; olması pek mümkün görülmezdi.
Tanzimat
sonrasında Batı tarzında açılan yeni okullar “nizâmî mektep” diye anılırken,
geleneksel okul olan medreseler ise, müfredatında önemli bir değişiklik
olmaksızın varlığını sürdürmüştü. Zamanla nizâmî mektepli olanlar (Mektepliler)
ile Medreseliler arasında kıyasıya bir kuşak çatışması yaşandı. Abdülhamid Han
döneminde nizâmî mekteplerin sayı ve çeşidi çoğalıp bütün yurda yayıldı.
Medreseler kendi kaderine terk edildi. İlginçtir, Mektepliler arasında
pozitivist akımlar yaygınlaştı. Abdülhamid’e karşı muhalefetin odağı hâline
geldiler.
Mehmed
Âkif, önce babasından, sonra mahalle medresesinden İslâmî ilimleri öğrenmişti.
Ardından Halkalı Baytar Mektebi’ni bitirmişti. Halkalı Baytar Mektebi ise bir
nizâmî mektep statüsündeydi, meslek okuluydu ve fen ilimleri burada ağırlıktaydı.
İşte bu okuldan mezun olan Âkif, Doğu ve Batı ilimlerine sahip biriydi. Her ne
kadar şiir ve yazılarında Ali Şükrü Bey’in oğlu Âsım’ı örnek bir genç olarak
takdim etse de, aslında aldığı eğitim itibarı ile Âsım’ın neslinin ilk örneği,
Mehmed Âkif’in kendisidir.
Çünkü
Mektepliler ile Medreseliler arasında, aldıkları eğitime bağlı olarak genel bir
uyumsuzluk vardı. Fen ilimlerine vâkıf olanların pozitivist bir tekiyle İslâm’a
karşı bazen şüpheci ve sorgulayıcı, inkâr edici tutumlarına karşılık,
Medreseliler ise fen ilimlerinin verilerini küçümseyen, sorgulayan, önemsiz
gören bir tercihin sahipleriydi.
Âkif
bu iki anlayışın dışında ve iki anlayışı birleştiren bir görüşü benimsemişti.
Çünkü fen ilimleri denilenler hakikati hâlden, Allah’ın evrende egemen kıldığı
bir takım kurallardan (Sünnetullah) oluşmuştu. Dolayısı ile evrendeki kurallar
ile İslâmî ilimlerde yer alan kuralların uyuşmazlığı söz konusu edilemezdi.
İkisi arasında bir uyumun olması kaçınılmazdı. Her kim bir uyumsuzluktan söz
ediyor ise, cehaletinden veya kötü niyetinden olmalıydı.
Mehmed
Âkif bu görüşü nedeniyle hem Medreselilerden, hem de Mekteplilerden farklıydı.
Her iki akımın da doğru saydığı görüşlerini sentezlemiş bir durumdaydı:
“Alınız ilmini Garbın,
alınız san’atını;
Veriniz hem de
mesaimize son süratini,
Çünkü kabil değil
yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyeti
yok san’aın ilmin, yalnız…”
Görüldüğü
gibi Mehmed Âkif, Garbın ilim ve sanatına karşı ilgisiz kalınamayacağını
savunmuştur. Bu görüşleri nedeniyledir ki, günümüzde bile çok yakışıksız bir
şekilde “modernist” olmakla eleştirilmektedir (Bedri Gencer, İslam’da
Modernleşme, İstanbul 2014).
Çünkü
Âkif’e göre, ilim (fen ilimleri) ve sanatın milliyeti yoktur. Bu ilimlerle
yollar, trenler, hastaneler, telefon, telgraf, savaş araç-gereçleri yapılmaktadır.
Batı sömürgeciliğini yaygınlaştıran da bu tür bilgilerdir. Bu bilgilere sahip
olmak, Batı’ya karşı korunaklı ve güven içinde olmak anlamına da gelir.
Direnişe
çağrı
Buna
karşılık, “irfan” veya “kültür” adı verilen konular, edebiyat, tarih ve genel
olarak İslâmî ilimler ise titizlikle korunması ve geliştirilmesi gereken bir
alanın bölümleridir. Doğu’nun ilmini, irfanını öğrenmiş olan bir genç, Âkif’in
adlandırması ile Batı ilmine yani fen ilimlerine karşı da ilgisiz/kayıtsız
kalamaz. Onları da behemehâl öğrenmelidir!
Ancak
Âkif’in bu özlemi bir türlü gerçekleşmez. Çünkü Çanakkale’de savaşanlar için
şiirinde yönelttiği övgüye rağmen, bu memnuniyet hissi üç yıl sonra Osmanlı
Devleti’nin savaşı kaybetmesiyle büyük bir hüzne dönüşmüştür. Çanakkale
Savaşları ve Kutü’l-Âmare Savaşı için vaktiyle duyduğu sevinç kısa sürmüş,
yerini karamsarlığa terk etmiştir.
İstanbul’un
İşgali’nden sonra artık orada kalmasının mümkün olmayacağını görmüş, kendine
göre yeni arayışların içine girmiştir. Yine de Âkif ve tasvir ettiği Âsım’ın nesline
göre umutsuzluk küfürdür. Hiçbir unvanı ve yetkisi olmadığı hâlde Mondros
Mütarekesi’nden sonra Balıkesir’e gidip Zağnos Paşa Camisi’nde halkı direnişe
davet etmiştir. Onun anlayışına göre, düşmana karşı direnmek, varlık nedenidir.
Eldeki imkânların varlığına ve yeterliliğine bakılmaksızın, her hâl ve şartta,
bağımsız ve özgür yaşamak için düşmana karşı direnmek ertelenemez, savsaklanamaz
bir varlık nedenidir!
Millî
Mücadele döneminin en ünlü yazarı ve hatibidir Âkif. O kadar ki, Kastamonu’da,
Nasrullah Paşa Camisi’nde halka yaptığı konuşma, Sevr projesi için yaptığı
eleştiri, Nihat Paşa gibi bazı ordu komutanları tarafından tekrar tekrar
basılarak çoğaltılıp askerlere ve halka dağıtılmıştır.
Doğu
ile Batı’nın ihtiyacı
Ancak
Âsım’ın neslinin ilk örneği olan Âkif, Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul’da
yaşadığı hüznü, 1923 yılının Mart-Mayıs ayları arasında Ankara’da yaşamaya
başlamıştır. Büyük değer verdiği, mücadele arkadaşı Trabzon Milletvekili Ali
Şükrü Bey, siyâsî bir cinayetle katledilmiştir.
Vaktiyle
İstanbul’u yaşanamaz ve ülke için vazîfe yapılamaz bir yer olarak görüp
Anadolu’ya geçen, Millî Mücadele’ye katılarak bazen cephelerde askere moral
vermek için dolaşan, bazen isyan bölgelerine giderek nasihatle isyanları
dağıtmaya çalışan Mehmed Âkif, bu sefer de Ankara’nın kendisi için yaşanamaz ve
boğucu bir yer olduğu kanaatiyle Mayıs 1923’te İstanbul’a dönmüştür.
Mehmed
Âkif, bütün yazı hayatı boyunca “Batı’nın
sadece fennini değil, irfanını da almalıyız” diyen Tevfik Fikret ve
Abdullah Cevdet çizgisine karşı mücadele etmiştir. 1923’ten sonra yavaş yavaş
bu çizginin Türkiye’ye egemen olduğunu görmüştür. Farklı sesleri boğan bir
karantina hâli yaşatan idareyle barışmasının da, bir arada yaşamasının da
imkânı kalmadığı için 1925’te Mısır’a gitmiştir.
Böylece
Âsım’ın neslinin ilk örneği, yine hüzünlü bir şekilde İstanbul’u terk edip
Kahire’ye taşınmak zorunda kaldı. 1936’da hasta ve perişan bir vaziyette
İstanbul’a döndü ama birkaç ay sonunda vefat etti.
1948’de
“imam-hatip kursu”, 1950’den sonra ise “imam-hatip okulu” başlığı altında
açılan okullar, son 18 yıl içinde hızla çoğaldı. Mezunları da arttı. Hayatın
her alanında görünür olmaya başladı. Kendisi de bu okuldan mezun olan Hayrettin
Karaman gibi hocalar için imam-hatip kuşağının çoğalması ve yaygınlaşması, Âsım’ın
neslinin çoğalması demektir. Bu nitelendirme, her şeyden önce bir isteğin
açıklanmasıdır.
Sayı
olarak bu isteği karşılayan çok sayıda örnek vardır. Ancak bu örneklerin ne
kadarı “Âsım’ın nesli” olarak vasıflandırmaya uygundur veya değildir? Böyle bir
sorunun kesin cevabını bulmak hayli zordur.
Türkiye’nin
yakın tarihinde Âsım’ın nesli, devirden devire bir hüzünden başka bir hüzne
intikal etmiştir. Artık siyâsî iktidarın neredeyse ana omurgası durumuna gelmiş
olan imam-hatip kuşağının yeni bir hüzün mevsimi ile her şeye yeniden başlama
zorunluluğuyla karşılaşması, tarihin tekrarı olur. Yazık olur!
Yine
onun kadar, halkın önemli ölçüde güvendiği, destek olduğu bu kuşağın gerçekten
tek taraflı, yüzeysel bazı şartlanmışlıkları aşarak Batı’nın sanat ve ilmine en
azından âşinâ ve buna karşılık Doğu’nun ilmine de vâkıf olan bir kuşatıcılığa
sahip olması, Türkiye’nin geleceği için son derece önemlidir.
Hurafelere
saplanmış, hayatı, dünyayı kendi bildiklerinden ibâret bilen, kendi anlayışı
dışında kalan bütün İslâmî anlayışlara hasım olan bir imam-hatip kuşağı ise,
Türkiye’nin geleceği için bir yük olacaktır. Osmanlı’nın son yüzyılında
yaşanmış olan Mektepli-Medreseli kavgalarının günümüzde “imam-hatipli
olan/olmayan” şeklinde tekrar edilmesi ise, sadece bu kuşak için değil,
bütün millet için yeni bir hüzün mevsimi demek olacaktır!
Âsım’ın
nesli özlemi, aslında bir eğitim politikası veya eğitimin sahip olması gerekeni
içeriği de göstermektedir. Ne yazık ki, Türkiye’nin eğitim politikası modern
hurafeler üzerine kurulmuştur. Eski hurafelere burun kıvırıp laboratuvar testi
istemek gibi eğilimlerin sahibi olanların, buna karşılık sahiplendikleri modern
hurafeleri tartışma kudretinden bile yoksun olmaları, Türkiye’nin hem bugünü,
hem yarını için büyük kayıptır.
Âsım’ın
nesli, Doğu’yu da, Batı’yı da tanımalıdır. Bilerek kabul edip inanmalıdıır.
Bilerek ve anlayarak, “kabul edilemez” bulduklarını reddetmelidir. Bir
bağnazlığın yerine bir başkasını yerleştirme çabası, asla Âsım’ın neslinin özellikleri
arasında olmamalıdır!